Yöneticiden ziyade yönlendiriciyim
Ordu’da son iki yılda klasik belediyecilik anlayışından farklı olarak; ekonominin temel sektörlerinin sosyal belediyecilikle harmanlandığı bir model uygulanıyor. Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Mehmet Hilmi Güler, olmaz denilenin olabilirliğini ispatlamaya çalıştığını belirterek, “burada da bir yöneticiden ziyade yönlendiriciyim. Çalışanların ve halkın katılımını sağlamayı amaçladım” diyor.
Henüz tanımlanmış, kavramsallaşmış bir yerel yönetim anlayışı yok ama bir model arayışı sözkonusu. Yerel yönetim anlayışınızı nasıl tarif edersiniz?
Aşağı yukarı 50 yıldır çalışma hayatı içindeyim, çok değişik sektörlerde çalıştım. Genel müdürlükler, bakanlıklar yaptım. Şunu gördüm; yerel yönetimler son derece önemli, bir de buradaki yönetimle, yönetimin yerelden başlaması gerektiğine inandım. Yani, merkezilikten ziyade yönetimin de yerel olması gerekir.
Çünkü ihtiyaçlar, yerelde ortaya çıkıyor, daha sonra genele doğru gidiyor. Şu anda bizim yaptığımız çalışmalar; klasik belediyeciliğin dışında bir belediyecilik. Yani, klasik belediyecilik çöpünü alırsınız, kaldırımını yolunu asfaltını yaparsınız, suyunu götürürsünüz, çalışma büyük ölçüde yerine gelmiş olur. Ama burada üretim ağırlıklı, sosyal belediyecilik de dahil olmak üzere yeni bir modelin oluşması söz konusu.
Çünkü daha önceki sistemler tam çözümü üretemedi. Şimdi sosyal belediyeciliğin devreye girmesi lazım.
Üretim ağırlıklı sosyal belediyecilik deyince aslında ekonomiyi öncelemiş oluyoruz. Neden ekonomi?
Evet, belediyecilik ekonomiyle buluşuyor ve ekonomik ihtiyaçlara cevap verdiğin ölçüde sorunlar çözülmüş oluyor. Bunun içine sosyal belediyeciliği de katmak, ikisini birden düşünmemiz gerekiyor. Ekonomikliğin içinde sosyallik de önemli bir bileşen olarak bulunuyor. Bu sistem burada başarılı olursa diğer illerde de olabilir. Yani başarılı bir modeli 80 ile çarptığın zaman Türkiye modeli çıkar.
‘Sadece danışman değil uygulayıcılar’
Belediye teşkilat yapısından çok, insan odaklı bir anlayışıyla personel yönetiyorsunuz. Bu anlamda da yerel yönetimde liderlik kategorisine örnek olmuş oluyorsunuz. Nedir yaklaşımınız?
Şöyle bir modeli seçtim. Bunu daha evvel 1994’te İstanbul’da da uygulamıştık. Normalde belediyenin teşkilat şeması var. Bu teşkilat şemasıyla klasik belediyeciliği çok rahatlıkla çözebilirsiniz ama proje liderleri yetiştirerek, ikinci bir grup daha oluşturduk. Bu icracı danışman niteliğinde... Sadece danışman değil uygulayıcı olan yeni bir model oluşturarak, projelere, klasik belediyeciliğin dışında olanları onlara zimmetledik. Ne yaptık? Adları ORTAR, ORTUR, OREN ve ORYAZ olan dört tane şirket kurduk. Tarımı birine verdim, turizmi birine, enerjiyi bir başka arkadaşa zimmetledim. Ve aynı zamanda yazılımı da öyle... Çünkü geleceğin bu dört bacak üzerinde duracağını düşündüm. Bir tanesi nitelikli tarım, ikincisi turizm, üçüncüsü enerji, dördüncüsü de yazılım.
Geleceğin sektörleri için şirketler kuruldu
Bunların hepsi de gelecek ekonomisinin temel sektörleri... İnsana, doğaya ve ekonomiye dair bundan sonra neler yapacaksınız?
Evet, gelecek boyutu olan dört saha. Tabi bunun içinde gastronomi var, üretim var, gıda güvenliği var, su var. Enerjiyle beraber ekonominin girdilerinin düşürülmesi var, temiz enerji var. Bunların birbirleriyle interaktif etkileşimi var. Dolayısıyla bunların hepsi bir araya geldi ve futbol tabiriyle, direkt kaleye oynayan bir ekip oluşturduk. Önce düşünmeye zorladım. Bu çalışma neticesinde pek çok projeyi uygulamaya koyduk.
Bir kere dünyanın gidişatı belli, bölgenin yönlendiği noktalar belli. Dolayısıyla Türkiye’nin ihtiyaçlarını daha evvel çalıştığım dönemlerde tespit ettim. Hayatın içinde ve hep uygulamalı görevlerde bulundum. Etibank Genel Müdürlüğü, İGDAŞ, İstanbul’da belediyecilik uygulamalarına 1994’te başladık. Dolayısıyla trend de belli. Bunların içerisinde gıda güvenliği son derece önemli. İkincisi tabii ki enerji. Bunun da ben en uzun dönem bakanlığını yaptım, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı. Yer altı kaynaklarıyla ilgili olarak çalıştım, bunun içinde haliyle su da var. Üçüncüsü yazılım, dördüncüsü de turizm...
Pandemi döneminde yerel yönetimler neyi gözlemledi, ne tarz önlemler aldı ve bundan sonra kalıcı olacaklar nedir?
Aradan geçen 2 yıl gibi bir süre içinde yapılan çalışmaların ne kadar doğru olduğunu özellikle bu pandemi döneminde gördük. Biz üretim ağırlıklı bir kalkınma ve belediyecilik kavramını benimsedik. Bu kapsamda faaliyete geçirdiğimiz iştirak şirketlerimiz başta olmak üzere diğer projelerimizle ne kadar doğru bir iş yaptığımızı göstermiş olduk. Arkadaşlarımız ile yola çıkarken ana stratejimizi ‘Düşünen Ordu, Üreten Ordu, Yarışan Ordu’ üzerine oluşturduk. Çok güzel bir çalışma ortaya çıktı.
“Olabilirliği göstermek” cümleniz dikkatimi çekiyor. Siyaset yapan her zaman bir dirençle karşılaşır.
Ben Ar-Ge’ci olarak tanınıyorum. Yani araştırma-geliştirme tarzı hayat tarzım vardı. Burada da bir takım projeleri, daha evvel araştırdığım, inandığım konuları Ordu’daki belediyecilik uygulamalarında gündeme getirdim. Burada da bir yöneticiden ziyade yönlendiriciyim. Çalışanların ve halkın katılımını sağlamayı amaçladım. Bu çok önemli bir şey.
Çözümler tabii kaynaklarda
Küresel ısınmadan dolayı su krizi yaşanıyor. Bu noktada yerel yönetimlere çok önemli görevler düşüyor. Neler yapıyorsunuz bu konuda?
Su bir kere en önemli kaynaklardan biri ve kıtlığının olacağını öngörüyoruz. Daha evvelden de bakanlığım döneminde Devlet Su İşleri bana bağlıydı. Tabi, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda buna dikkat ettik. Ben orada da tabii kaynakları öne çıkararak, Tabi Kaynaklar ve Enerji Bakanlığı diye tersine çevirdim tanımı. Belediyecilikte de klasik belediyecilikten ziyade, sosyal ve ekonomik belediyeciliği öne aldım. Üretim ağırlıklı ve yarışkan anlamında. Rekabet olmadan hiçbir şey olmuyor. Şu anda ben Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Meclisi üyesiyim, orada Paris’in de Roma’nın da ne yaptığını görüyoruz. Biz burada su için bütün altyapıyı değiştiriyoruz, mevcut boru hatlarını değiştiriyoruz, göletleri derelerin içinde oluşturuyoruz, suyu koruyoruz. Su depoları yapıyoruz. Tabi bunların hepsi yatırım konusu. Yağan yağmuru, eriyen karı korumamız lazım.
Nitelikli tarım ile turizmi birleştirmek için yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz?
Ordu’nun avantajlarıları var. Bu avantajlardan bir tanesi küresel ısınmada Ordu’nun önemli bir avantaja sahip olması. Yani dezavantajı en az olan, avantajı en fazla olan şehir. İkinci özelliği bozulmamış tabiat güzellikleri ve aynı zamanda yeni keşfedilen tarihi dokusu. Üçüncü özelliği de gıda güvenliği noktasında. Çok değişik bir bitki örtüsü var. İklim özelliği nedeniyle Akdeniz bitkilerinin de zeytin dahil olmak üzere, dokunulmamış bitki örtüsü içinde ekinezya dahil, pek çok tıbbi aromatik bitkilerin burada hepsinin olabilirliğini gösteriyoruz. Denizde de yeni avantajlar; sörf, kanoculuk, yelkenli gibi etkinlikleri ortaya koyunca, biz “Üç ay değil, 12 ay Ordu” sloganıyla, üç ayın dışında da Ordu’da turizmin olacağını gördük. Biz uyguladığımız nitelikli tarım projelerini turizm ile birleştireceğiz. Bizim asıl amacımız bölge insanının doğduğu yerde doymasıdır. Doğduğu yerde doyan bir Karadenizli profili ortaya çıkarmak istiyoruz. Göçü önlemek istiyoruz aslında. Esas hedef budur.
Fındık hammadde değil işlenmiş olmalı
Fındıksız Ordu düşünülemez. Fındığı hammadde olarak mı görmeliyiz, işlenmiş ürün olarak mı ele almalıyız?
Biz fındığı yemişten, yiyeceğe dönüştürmeye çalışıyoruz. Çok önemli bir detay bu. Yemiş dendiği zaman tek tek yenen, tane tane yenen bir kuruyemiş ama işlenmiş ürün olduğu zaman o ayrı bir kategoriye giriyor. Ekmeğe katılması, yeni ürünlerin içinde değerlendirilmesi yiyecek kategorisine girer. Mutfağa işlenmiş ürün olarak girmesini sağlıyoruz. Nasıl ki Gaziantep, fıstığı yiyecek kategorisinde değerlendirmiş, bizim de fındığı bir kuruyemiş kategorisinden çıkarıp, yiyecek kategorisine dahil etmemiz lazım, bunu için çalışmalar yapıyoruz. Fındığın daha büyük montanlı gıda kaynağı olmasını sağlamayı amaçlıyoruz. Fındığı aslında fiyatından çok kalori değeriyle kıymetlendirmemiz gerekiyor.
Ordu dünya fındık üretiminin yüzde 25’ini üretiyor. Bu Türkiye fındık üretiminin yüzde 35’i anlamına geliyor. Aslında fındık üretmek kolay, zor olan ise fındığı tanıtmaktır. Ülkemiz bu konuda geçmiş yıllarda sıkıntı yaşadı. Yeni pazarların oluşturulması ekonomik açıdan çok önemli. Şu anda bu konuda önemli çalışmalar yapılıyor. İnanıyoruz ki, ilimiz başta olmak üzere ülkemizde üretimi yapılan fındığın değeri her geçen gün daha da yukarıya çıkacak ve üreticilerimiz daha da iyi gelir elde edecektir.