Varoluşçu sanayi liderliği
Kendi ifadesiyle, Türk sanayiinin Erol Taş’ı. Bana göre biraz Don Kişot, biraz Kaptan Ahab. Birincisi rol icabı “Kötü Adam”, diğerleri “Kafadan Kontak” iki kurgu kahraman. Nevzat Demir’i tanımak isteyen, varoluşçu filozoflar eşliğinde, Melville ile Cervantes’ın romanlarını okumak, daha doğrusu, yaşamak zorunda. Yaşayan anlar ki, büyük meydan okuma ve yüzleşmeler “akıllı adam” işi değil!
İşletme liderleri ve varoluş felsefesi
Sosyolojinin iki karşıt kutbu Marx ile Weber’den şunu öğrendik: Dünyayı büyüden arındıran kapitalizm, akılcılığın, daha doğrusu, hesapçı aklın eseridir. Oysa Marx’tan bir, Weber’den de yarım yüzyıl sonra, kapitalist sistemin kalbindeki en büyük şirketlere yön verenlerin ticarî duygularının, akıllarının birkaç adım önünde koşturduğunu gördük. Ticarî hissiyat yahut iş duygusu (business feel), modern işletme liderlerinin en kritik üstünlüğüydü. Bu duygunun temelinde ise akılcılık veya hesapçılık değil; kimi zaman kaygı (Andrew Grove, Intel), kimi zaman endişe (George Soros, Quantum), ihtiras (Anita Roddick, The Body Shop), stres (Ricardo Semler, Semco), belirsizlik/ umutsuzluk (Mort Meyerson, Ross Perot) veya duygusallık (Lou Gerstner, Chrysler/ IBM) yatıyordu. Steven Sagal’a göre, iş duygusunu salt rasyonel yolla anlamaya çalışırsak, onun en hayatî ögesi olan ‘duygu’yu elden kaçırırız.
- Dolayısıyla, modern iş dünyasında öne çıkan liderler, alışılmış akılcı tarzların ötesine geçmiş olanlardır. Semler kendini bir serseri (maverick), Roddick bir dışlanmış, Grove bir paranoyak, Jack Welch ise düpedüz çılgın (crazy) olarak görüyordu.1 Devasa kapitalist sistemin çekirdeğinde, akıllı uslu adama yer yoktu!
“Bilgin” sosyal teorisyenlerle “çılgın” işletme liderlerinin arasındaki yarım yüzyılda, Heidegger’den Sartre’a uzanan ve çeşitli siyasî görüşlere mensup “bilge” filozoflar, insanın “varoluşsal deneyimini” anlamaya kafa yordular. Bu varoluşçu filozoflara göre, içinde bulunulan durumu kavrayabilmek için, ona “dışarıdan bakabilme” yeteneği gerekiyordu. Bu yeteneğe, ister siyaset ister iş veya sanat alanında olsun, ancak yukarıda resmedilenlere benzer “aykırı” kişiler sahipti. Varoluşçular delilik, paranoya, stres veya dışlanmışlığın bizi nasıl “dünyayı yeni bir gözle görmeye” muktedir kıldığını gösteren bir çerçeve geliştirdiler. Hepsi de olumsuz gözüken bu durumların, varoluşsal liderliği tetiklediğini, insanı “uğruna yaşanacak ve ölünecek” bir fikir sahibi olmaya zorladığını belirttiler. Bu felsefeyi yönetim sorunlarına uygulayanlar ise kaos, endişe ve belirsizliğin aşılmasına yönelik “gelecek-odaklı yönetim teknikleri” geliştirdiler. Kaotik bir dünyada kitlelere güvenli bir liman sunabilenler doğal olarak lider konumuna yükseliyordu. “Liderler bu endişe dünyasında bize başarmayı ummadığımız bir kurtuluş modeli sunar, belirsizlik ve endişe gibi iki varoluşsal şeytanla mücadelemizde destek olurlar.”2
İlk modern kurgu kahraman sayılan Don Kişot da çağdaşlarına “ummadıkları bir kurtuluş modeli” sunuyor, onları şövalye kitaplarındaki ilkeli gerçeklerle yüzleştiriyordu. İnsan aşk ve adalet uğruna yaşamalı, bütün kötülüklere savaş açmalıydı. Yirminci yüzyıl ortalarının en ciddi filozoflarından biri sayılan Ortega y Gasset, Mançalı şövalyenin “modern endişelerin pençesindeki gotik bir Hz. İsa” ve İspanyol ulusu için “kurtarıcı bir Mesih” olduğunu yazıyordu: “Ne zaman, mazilerinin yüceltilen yoksulluğunun, bugünlerinin rezilliğinin ve istikballerinin acı kininin hassaslaştırdığı üç beş İspanyol bir araya gelse, Don Kişot aralarına iner ve onun çılgın çehresinin yakıcı ateşi bu uyumsuz kalpleri ahenkleştirir, manevî bir sicim gibi büker, ulusallaştırır ve kişisel acılarının üzerine ortak bir kavim hüznü serer. Zira Hz. İsa, ‘Nerede iki üç kişi benim adımla bir araya gelirse, ben onların ortasında olurum’ demiştir.”3
Tüsiad’da bir Don Kişot
Türkiye’nin büyük sanayi gruplarının öncülüğünde 1971 yılında kurulan TÜSİAD’ın, öncü kapitalistlerimiz için bir “fikir fabrikası” olması amaçlanmıştı. Vehbi Koç bir söyleşide “Bugüne kadar birçok fabrika kurduk ama fikir fabrikası kurmamıştık” diyordu.4 Kapitalist kelimesinden nefret eden, kendini işadamı bile değil, sadece “sanayici” olarak tanımlayan Nevzat Demir, kardeşleriyle beraber kurup geliştirdiği, Fırat Boru ve Fıratpen gibi markalarıyla haklı bir şöhrete sahip şirketinin yüksek performansı sebebiyle, “Patronlar Kulübü” üyeliğine davet edildi. Üye oldu ama Türk sanayiinin bir türlü “millî” bir karakter kazanmaması ruhundaki yarayı gün geçtikçe derinleştirdi. Diğer üyelerle zahiren çıkar birliği içinde gözükse de, onlarla akıl ve ruh birliği içinde değildi. Nihayet vakti geldi ve 2006 yılında bir gün dernek toplantısında ruhunun isyanına engel olamadı. Önce dernek üyelerinin ülke için önemini vurgulayıp, onlara saygılarını sundu; sonra da “inancının, ruh hâlinin ve yüreğinin farklılığına” dikkatlerini çekti: “TÜSİAD’ın değerli üyeleri, sunacağım veriler sizin bildiklerinizle aynı olsa da, konuşan yürek farklıdır. Bilgiyi anlamlandıran ve yorumlayan ruh halim, inancım ve yüreğim farklı. Galiba küresel dünyanın da esas sorunu bu. Aynı dünyaya, aynı ülkeye ve aynı resme bakıyoruz ama aynı şeyi göremiyoruz.”
Bu konuşmanın yapıldığı salonda olmayı, ülkemin büyük sermayedarlarının o anki şaşkınlık ve tepkilerini görmeyi ne kadar isterdim. Tam elli yaşındaydım o vakit; ve en az on yıldan beri Türkiye’de büyük sermaye sınıfının “kompradorluğu” hakkında yazıp duruyordum. Komprador burjuva, kendi halkının üretkenliğine dayanarak, diğer ülkelerin kapitalist sınıflarıyla rekabet edeceğine; onların kendi ülkesindeki acentesi olmayı çıkarına daha uygun bularak, küresel rekabetten geri durandı. Sonuç kendisi için kazançlı gözükse de, halkı için tam bir felaketti.5 Ve Nevzat Demir, bu felaketi serazad bir Don Kişot gibi, yel değirmenlerinin yüzüne haykırıyordu: “Rakamlar Türkiye'nin dünyanın 18. büyük ekonomisi olduğunu gösteriyor. Ama aynı rakamlar Türkiye'nin gelişmişlik endeksinde 175 ülke arasında 92. sırada olduğunu da gösteriyor. Bu tablonun içinde Türkiye'nin 400 milyar dolara çıkartılan borcu da var. Sonuç hepimizi yeniden düşünmeye davet eden, hepimizin geleceğini tüketen bir sistem değil midir? Bu sistemin yarattığı borç yüküyle, ortaya çıkarttığı yeni zenginler arasında bir ilişki kurmak yanlış mı olur?”
Nevzat Demir, akademisyen kimliğini de alabildiğine konuşturarak, büyük işadamlarına rekabetçi bir toplumun, rekabet eden bir ekonomiden çok daha önemli olduğunu hatırlatıyordu: “Gelişmeler bana rekabet eden bir toplumsal yapı göstermiyor. Tam tersine uydulaşmış, küresel gelişmelere teslim olmuş ve geleceğini bu itaatçı tavra bağlamış bir toplum resmi veriyor. Bu resim sanayi üretiminde, tarımsal üretimde, hizmet üretiminde iddialı, yarışmacı bir Türkiye resmi değildir. Bu resim bilim üretiminde, teknoloji üretiminde iddialı bir Türkiye resmi değildir.”
Veblenci Erzincanlının yüreği
Bu satırları okurken, 20. yüzyıl başlarının en etkili iktisatçılarından biri olan Veblen geliyor gözlerimin önüne. Nevzat Demir nasıl kendine işadamı değil de SANAYİCİ diyor ve sanayi mantığına değil de finans mantığına kapılmış, dolayısıyla ülkenin topyekün rekabet gücünü değil, kendi kasalarının şişme derecesini önemseyen “büyük” işadamlarına veryansın ediyorsa; Veblen de finansal kârlılığı kutsallaştıran yeni işadamlarına ateş püskürüyordu.
Ona göre sanayici (“Captain of Industry”) tıpkı kral veya rahip gibi, başlıbaşına büyük bir şahsiyetti ve modern uygarlığın dinamosuydu. Elbette o da parasal kazancı önemsiyordu; ama onu putlaştırmıyor, sektörel ve ulusal hedeflerin hizmetine koşuyordu.6 Rockefeller, Ford, Edison gibi sanayicileri de eleştirmekle beraber, “Onların hiç değilse yüzleri var; krediye dayanan bu yeni iş organizasyonu tamamen yüzsüzdür” diyen Veblen, onların önünü açan siyasetçi ve bürokratları da “odalık” statüsünde görüyordu (“kept officials”). Marion J. Levy bu yüzden onun katmerli Kişotik (“doubly quixotic”) olduğunu söylüyor.7 Akademiden örtük de olsa deli muamelesi gören Veblen’in tespit ve öngörüleri ne yazık ki doğru çıkıyor ve 1929’daki ölümünden iki üç ay sonra Amerikan ve dünya ekonomileri belki de insanlık tarihinin en büyük buhranına giriyordu.
Nevzat Demir için soyut krediyi temsil eden ve yöneten bankaların millete gerçek anlamda hizmet edebilmesi için, somut bir faaliyet olan endüstriyi (ve elbette tarımı) sahici bir şekilde desteklemeleri gerekiyordu. Oysa yeni düzende bankalar bu amaçtan giderek uzaklaşıyor, finansal kazançtan başka bir şeyi gözü görmeyen iş adamları da bu durumdan gayet memnun gözüküyordu. Üretimden aldığı zevk ve neşeyi paraya değişmeyen Nevzat Demir ise, Jack London’ın meşhur roman kahramanı Yanan Gün gibi, sadece endüstrinin yaratıcı niteliğini önemsiyordu: “Eldorado’daki kuyularından çıkan milyonlarca dolarlık altın, Yanan Gün’e hiçbir vakit bıçkıhanelerinin çalışmasını, ya da ırmağın ta yukarılarından gelen sallarının süzülüşünü seyrederken duyduğu zevki vermiyordu. Terazinin kefelerinde temizlenmiş bir halde tartılmaya hazır duran altın bile, sonuç olarak soyuttu. Halbuki bıçkıhaneler somut, elle tutulur, gözle görülür, gerçekleşmiş şeyler; daha başka şeyleri gerçekleştirme araçlarıydı.”8 Bıçkıhaneler ve diğer bütün sanayi haneleri, devletin ve bankaların göz bebekleri olmalıydı. Bunun için devlet de, bankalar da “güçlü ve millî” olmalıydı. Oysa güya özel sektörü desteklemek için, devlet vergileri indiriyor, kamuya ait sanayi şirketlerini yerli/yabancı demeden “özelleştiriyor”, sanayiyi özendirmekten uzaklaşıyordu. İşadamlarının alkış tuttuğu bu yaklaşım, Nevzat Demir için tam bir kâbustu. Kurumlar vergisinin indirilmesine yüksek sesle karşı çıkıyor, bunun devleti daha fazla dış borç alarak faiz batağına sokacağını söylüyordu. Bu acı konuşma sona erdiğinde hiçbir alkış kopmadı; heyecanlı Don Kişot’u kutlayan da olmadı. Birkaç gün sonra, aralarında bazı “muhafazakâr” işadamlarının da olduğu bir TÜSİAD heyeti Nevzat Demir’i ziyaret ederek, dernekten istifasını talep etti. Nevzat Demir istifa etmedi ve üyeliğine dernek YK kararıyla son verildi. O akşam eve dönerken dinlediği radyoda Nâzım Hikmet’in bir şiiri okunuyordu:
Bilirim, hele tam okka dört yüz dirhemse yürek, yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok, yel değirmenleriyle dövüşülecek.
1. Steven Sagal: Business Feel: From the Science of Management to the Philosophy of Leadership, NY: Palgrave Macmillan, 2005, s. 1-2.
2. Monica Hanaway: The Existential Leader: An Authentic Leader for Our Uncertain Times, London: Routledge, 2019, s. 9 ve 27.
3. Jose Ortega y Gasset: Meditations on Quixote, NY: Norton, 1963, s. 51.
4. Mehmet Ali Birand: 32. Gün, 1997, TÜSİAD Belgeseli’nden nakleden Eylem Türk: TÜSİAD, Patronlar Kulübü: Ekonomi ve Siyasetin Merkezindeki Bir Derneğin Öyküsü, İstanbul: Alfa, 2009, s. 10.
5. Mustafa Özel: Piyasa Düşmanı Kapitalizm, İstanbul: İz, 1993. Mustafa Özel: Devlet ve Ekonomi, İstanbul: İz, 1995.
6.T horstein Veblen: Absentee Ownership and Business Enterprise in Recent Times: The Case of America, London: George Allen and Unwin, 1924, s. 101-118.
7. Marion J. Levi, Jr.: “Absentee Ownership,” Veblen’s Century, ed. Irving Louis Horowitz, London: Routledge, 2017, s. 229-240. 8. Jack London: Yanan Gün, Çev. Mete Ergin, İstanbul: Yordam Edebiyat, 2019, s. 116.