Trump ve korumacılık
ABD’de Başkanlık seçimlerine sadece 2 ay kadar kısa bir süre kaldı. Vakit daraldıkça adayların programlarına ilişkin detaylar da belirginleşiyor.
Bu bağlamda Trump ve Clinton, programlarının kritik ayaklarından olan ekonomi paketlerine dair ayrıntıları da önemli ölçüde netleştirdi. Cumhuriyetçi aday Trump’ın başından beri sergilediği genel agresif yaklaşım, ekonomi ayağına da sirayet etmiş doğasıyla dikkat çekiyor. İlgili programın ana başlıkları arasında ise, özellikle küreselleşme babında korumacı söylemler ve vaatler öne çıkıyor.
Bir başka ifadeyle Trump, ABD Başkanı olması halinde ekonominin dış dünyayla olan mevcut ilişkilerini bir nevi zayıflatmayı, müstakbel ticaret anlaşmalarının ise yoluna taş koymayı taahhüt ediyor. Nitekim Cumhuriyetçi adaya göre serbest ticaret anlaşmaları, ABD ekonomisine geçmişten bugüne zarar vererek ülkeyi sömürmüş nitelikte... Buna en belirgin örneklerden biri olarak ise, NAFTA (The North American Free Trade Agreement) anlaşmasını ön plana çıkarıyor. Zira Trump, 1994 yılında ABD, Kanada ve Meksika arasında hayata geçirilen ve komşu sınırların duvarlarını indiren anlaşmanın, Amerikan sanayiini zayıflattığı ve iş kayıplarına neden olduğu iddialarıyla ekonomiyi zedelediğini savunuyor.
Açıkçası, serbest ticaretin giderek daha da yaygınlaştığı bir dünyada, Trump’ın bu yaklaşımı kaygıyla karşılanıyor. NAFTA örneğinden yola çıkılarak dış ticarette liberalleşmenin etkilerine bakılacak olduğunda ise, dünya çapında farklı bakış açılarına ve ampirik bulgulara rastlamak mümkün. Nitekim veri eksikliğinden yöntem farklılıklarına, statik hesaplamalardan dinamik modellere kadar geniş bir spektrumda, sonuçları farklı kılan sayısız unsur var. Bununla birlikte şu da bir gerçek ki; serbest ticaretin etkileri Trump’ın argümanına indirgenecek basitlikte değil ve çok boyutlu ele alınması gerekiyor. Dolayısıyla bu konuda daha geniş bakabilmeye ihtiyaç var. İşte bu bağlamda, Cumhuriyetçi adayın ticarette serbestleşme aleyhine öne çıkardığı sanayi zayıflaması ve istihdam kaybı manşetlerinin, pazardan pazara değişebilen nitelik ve nicelikte “maliyetler” kapsamında olduğuna şüphe yok. Zira tıpkı NAFTA anlaşmasında görüldüğü gibi, duvarların yumuşamasıyla birlikte üretim faktörlerinin verimlilik doğrultusunda hareketlenmesi, gayet beklenen bir sonuç diyebiliriz. Bu ise, kaymaların yaşandığı belli başlı sektörleri ve bunlara dair emek gruplarını olumsuz etkileyebiliyor.
Öte taraftan, bazı kesimler bu işten zararlı çıkarken, ekonominin, daha rekabetçi ve verimli olduğu alanlarda ise gücünü artırarak hız kazanmasının söz konusu olduğunu da bu hikâyeye eklemek gerekiyor. Dolayısıyla makro bir bakış açısıyla, bu kanattan gelen ve göz ardı edilemeyecek pozitif kazanımların da farkında olmak şart… Buna ek olarak vurgulanması gereken bir diğer etki ise, yerli tüketicinin dış ticaret doğrultusunda elde ettiği fayda olarak özetlenebilir. Buradaki kasıt ise, tüketicinin daha geniş bir ürün yelpazesi erişimine ve daha uygun olabilecek fiyat seçeneklerine sahip olması şeklinde ifade edilebilir. Ve tabii karşılıklı ticareti hızlandıran serbest ticaret anlaşmalarının, teknolojik edinimler gibi ilgili kanallar aracılığıyla da, ülkenin ekonomik gelişimi üzerinde dinamik roller oynayabildiğini de göz önüne almakta fayda var.
İşte bu kriterler çerçevesinde, dış ticarette serbestleşmenin beraberinde getirdiği fayda-zarar dengesinin, biraz da uzun vadede ve ekonomi “genelindeki” sonuçlar kapsamında değerlendirilmesinin daha sağlıklı olduğu söylenebilir. Trump ise, 90’ların NAFTA’sı ve 2000’lerin Çin’i örneklerini olumsuz bir perspektiften yorumlayarak, yeni dönemin Trans-Pasifik Ortaklığı’na (TPP) ateş püskürüyor, var olan anlaşmaları da yeniden tartışmaya açmayı planlıyor. Bu bağlamda Clinton’ın da TPP konusunda geri adım attığına şahit olduğumuz bir ortamda, ABD’nin dış ticaret yaklaşımının, gelecek dönemde her halükarda eski ruhunu korumakta zorlanacağı hissediliyor.