‘Suyun stratejik önemi artıyor’
Özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonra hızla artan nüfus, artan gıda ihtiyacı, sanayileşen toplum, artan kirlilik ve iklim değişimi etkileri su kaynaklarını baskılıyor. Yaşamsal ihtiyaç olmasının yanında su, fiziksel olarak da ulaştırma, tarım, enerji başta olmak üzere pek çok alanda kullanılıyor. Ülkelerarası ilişkilerde hidropolitik diye bir disiplin oluştuğunu belirten Su Politikaları Derneği başkanı Dursun Yıldız, küresel güçlerin hegemonya planlarını suyun stratejik önemi üzerinden yaptığını söylüyor.
10 soruda su jeopolitiği
Su ekonomik bir mal olmamalıdır denmesine rağmen suyun ekonomik bir değeri var. Su ekonomisi hakkında bilgi verebilir misiniz?
Su esas olarak talebi sürekli olan, yerine başka bir şeyin ikame edilemeyeceği yaşamsal bir doğal kaynak. Bu özelliği nedeniyle ticarete konu edilmemesi ve bir kamu hizmeti olarak sunulması gerekir. Suyun bir insan hakkı olduğu Birleşmiş Milletler’de (BM) de kabul edildi. Ancak dünyanın su hizmetleri ve ambalajlı su pazarı çok büyük bir pazar. Dünyanın 2017 yılındaki şişelenmiş içme suyu pazarı büyüklüğü 156 milyar dolar. Bu diğer gazlı şişelenmiş sularla birlikte toplam 350 milyar doları buluyor. Su hizmetleri pazarının büyüklüğü ise 1 trilyon dolar olarak tahmin ediliyor. Bu büyük ve sürekli pazar suyun ticarileşmesine yönelik çabaları arttırıyor. Ancak burada ihmal edilmemesi gereken bir şey var. Suyun ekonomik değerinin belirlenmesi piyasa koşullarına bırakılırsa ekonomik gelir düzeyi düşük kesimlerin yeterli miktarda suya sürekli bir şekilde ulaşımı zorlaşır. Bu da bir insan hakkı ihlali olur. 1991-2014 yılları arasında ulusötesi şirketler 65 ülkede 850 su temini ve çevre sağlığı projesine girdi. Bu projelerin toplam yatırım maliyeti 75 milyar dolar idi. Maliyeti 21 milyar dolar olan bu projelerin 63 adedi sosyal tepkiler nedeniyle iptal edildi. Hatta bu kavramı insan hakkı olmaktan çıkartıp bir canlı hakkı olarak ele almak lazım. Çünkü insan doğal çevresi ile birlikte var. Bu doğal çevrenin su ihtiyacı da gözardı edilemez.
İklim değişimi su kaynaklarını tehdit ediyor
Su riskinin iklim değişikliğinin gölgesinde kaldığını söyleyebilir miyiz?
İklim değişiminin su kaynakları üzerinde bölgelere göre değişen birçok etkisinin olacağı biliniyor. Ancak tabii ki iklim değişiminin diğer birçok farklı alanda da olumsuz etkileri olacağı için daha geniş bir tehdit algısı oluşturuyor. İklim değişiminin güvenlik boyutunun uluslararası zeminde önem kazanması da bu etkiyi arttırıyor.
Deniz ve okyanusların hızla kirlendiği, giderek ‘su çevrimi’nin yetersizleştiği gözleniyor. Bunun sonuçları nelerdir?
Okyanuslar dünya yüzeyinin yüzde 70’ini kaplıyor. Su kaynaklarının oluşumu ve yenilenmesi “su çevrimi“ denilen doğal bir faaliyetin sonucudur. Okyanuslar su çevriminin ana kaynağını oluştururlar. Su çevrimi içerisinde yer alan su buharının yaklaşık yüzde 90’ının okyanuslarca sağlandığı tahmin edilmektedir. Sera etkisine bağlı oluşan ilave ısınmanın da neredeyse tamamı okyanus sularınca çekilmektedir, yerküreye hâkim olan iklim, esas itibariyle atmosfer ile okyanus arasındaki etkileşim tarafından belirlenmektedir. Okyanuslar olmasaydı iklim değişimi çok daha hızlı bir şekilde ilerlerdi. Okyanuslar ve okyanus akımları, dünyanın iklimini düzenleyen küresel termostat görevi görmektedir. Bu nedenle okyanuslar insanoğlunun bu gezegende yaşamını sürdürebilmesi için çok önem taşıyan bir ekosistemdir. Doğal çevrimleri bozarsak sadece bir alanda sorun yaşanmaz. Sarmal hale gelecek döngülerin geri döndürülemeyecek bir özellik kazanması riski ile karşı karşıya kalabiliriz. Bu da tüm dengelerin altüst olması anlamına gelir.
Sınır aşan sular ve su diplomasisi Hidropolitik nedir, neden bu kadar öne çıkıyor?
20. yüzyılın başında ulusal sınırları çizilmiş yaklaşık 50 ülke bulunuyordu. Bu sayı artarak günümüzde 200’e yaklaştı. Artan ülke sayısı ülke sınırlarını aşan nehirlerin sayısın da arttırdı. Öyle ki 276 adet sınır aşan nehir havzası oluştu ve hızla artan dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’i bu havzalarda yaşar oldu. Bu gelişme 20. yüzyılın ortalarında BM’yi harekete geçirdi ve uluslararası suların ulaşım dışında kullanımı ile ilgili çalışmalar başladı. Halen dünyada sularının yüzde 50’den fazlasının kendi sınırları dışından gelen 40 ülke var, bu nedenle bu suların ülkelerin birbirlerine zarar vermeden kullanımı konusu öne çıktı. Su kaynaklarının kontrolü üzerinden hegemonya planları arttı. Suyun stratejik önemi arttı. Ülkelerarası ilişkilerdeki etkisi çoğaldı. Bu da hidropolitik - hidro diplomasiyi inter disipliner özelliği olan önemli bir alan haline getirdi. Hidropolitikanın ilgi alanı önce uluslararası sular oldu ancak 20. yüzyılın su diplomasisi yeterince etkili olamadı, sınır aşan sular konusunda kapsamlı ve tüm uyuşmazlıklara uygulanabilen nitelikte uluslararası kurallar oluşturulamadı. Ancak bu konuya uygulanabilecek bazı hukuk ilkeleri ve sözleşmeler hazırlanabildi. 1970 yılında başlayan çalışmalar ancak 1997 yılında tamamlandı. Daha sonra 35 ülke tarafından onaylanması 17 yıl aldı. Yani özetle sınır aşan sular konusunda bir taslak oluşturması ve ülkelerin bir bölümünün bunun uygulanacağına ikna olunması tam 44 yıl aldı.
Aslında bu hazırlıklar 20 yüzyılın uluslararası ilişkiler düşünce sistematiği ile yapıldı ancak 21. yüzyılın yeni jeopolitiği ve dünya düzeni içinde yürürlüğe girebildi. Bu nedenle global ölçekte su diplomasisini etkileyen hızlı değişimlerin farkında olmak zorundayız. Hidropolitika kavramı günümüzde aynı zamanda ulusal sınırlar içindeki anlaşmazlıkların çözümünü de kapsar duruma (subnational hydro-politics) geldi.
Küresel satranç masasındaki su hamleleri
İklim değişikliğinin dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde, Ortadoğu’da enerji üzerinden gelen dalga su jeopolitiği. Kuzey Irak ve Kıbrıs, Türkiye için çok önemli. Neler söylersiniz?
İklim değişimi artık birçok ülke tarafından ulusal güvenlik sorunu olarak algılanıyor. Ortadoğu’da yeniden çizilmeye çalışılan sınırlar geçmişte dikkate alınan petrol kaynaklarının yanı sıra şimdi su kaynaklarını dikkate almak durumunda. Bu gelişmelere iklim değişiminin etkisi de eklendiğinde Ortadoğu’nun suları daha önemli hale geldi. Golan konusunda yaşanan gelişmede Golan’ın İsrail için çok önemli bir su kaynağı olması çok etkili. Doğu Akdeniz’in kaderi Ortadoğu’nun kaderi ile birleşti. O bölge’den artık Ortadoğu Akdeniz olarak söz etmek gerekecek. Ben oradaki gelişmeleri “Kuzey Irak’tan Kıbrıs’a Ateş ve Su” adlı son kitabımda detaylı olarak analiz ettim. Her iki bölge de hidrokarbon zengini ama su fakiri. Bu nedenle Ortadoğu Akdeniz’de hidropolitika her zaman etkili olacak. Bu bağlamda Türkiye’den KKTC’ye boru ile götürülen suyun önemi de en fazla 15 yıl içinde çok daha iyi anlaşılacak. Çok hızlı gelişmelerin olduğu bu bölgede “hep hazır olmak” lazım.
Bu bölgede geç kalan sürekli haksız çıkar. Bu nedenle biz de geç kalmamak için bölgenin hareketli geleceğine çok iyi hazırlanmalıyız. Ortadoğu Akdeniz’deki küresel satranç masasında hamleler arttı. Bu nedenle Ortadoğu Akdeniz politikalarımızda hata yapma lüksümüz yok. Doğu Akdeniz’in geleceği Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerle doğrudan ilişkili hale gelmiştir.
Su savaşları çıkar mı?
Özellikle Ortadoğu’da İsrail’in kendisine su güvenlik bölgesini yaratmak için giriştiği silahlı çatışmalar oldu. Ancak bunu genellemek çok doğru olmaz. Gelecekte ülkeler arasında su ile ilgili gerilimlerin artması riski var. Ancak bunun su için topyekün bir su savaşına döneceğini düşünmüyorum. Çünkü bir su savaşının su sorununu çözmeye yönelik ciddi ve kalıcı bir amacının olabileceğini savunmak zordur. Kısıtlı su kaynakları Ortadoğu, Orta Asya gibi etnik ve mezhepsel olarak siyasi gerilimli bölgelerde çatışma unsuru olarak kullanılabilir. Bu durumda ortaya çıkan bir su savaşı değil su’dan çıkartılan bir savaş olur. Bu konuyu detaylı olarak “Sudan Savaşlar” kitabımda ele aldım.
'Su ve toprak birlikte düşünülmeli'
Su kayıp oranı yüzde 43.6; bunun ekonomimize yıllık maliyeti de 6 milyar lira. Önceki yıl Ulusal Su Planı yürürlüğe kondu. Tarım ve su politikaları üzerine neler söylersiniz?
Türkiye’nin su kaynakları dünyada olduğu gibi bölgelere göre eşit dağılmamış durumda. Bu nedenle kişi başına düşen ortalama su miktarı değeri çok anlamlı değil. Su kaynaklarımızın büyük bölümü doğuda, nüfusumuzun büyük bölümü ise batıda. Türkiye su yönetiminde çok başlı çok parçalı ve koordinasyon eksikliği içinde. Bu da su kaynaklarımızı verimli planlı ve akılcı bir şekilde yönetmemizi engelliyor. Bu tespitler Haziran başında yayınlanan Ulusal Su Planı’nda da yer alıyor. Su konusunda yasal ve kurumsal düzenleme ihtiyacımızı biliyoruz. Su Yasası hazırlıkları 5 sene önce başladı ancak hala yasalaşmadı. Ulusal Su Planı’mız hazırlandı ancak uygulama birimlerimiz hazır değil. Bunlar bir ay önce ilk kez yayınlanan Ulusal Su Planı’mızda yer alıyor. Kentlerimizin kuraklığa ve sellere dayanıklı akıllı kentler olması büyük önem taşıyor. Bu nedenle kentlerin su güvenliğinin sağlanması, düşük bedelle kaliteli ve sürekli su temini ve kent sellerinin önlenmesi su yönetiminin öncelikli işi olmalı. Kentlerimizdeki yüksek kayıp kaçak oranlarını azaltmak da birincil öncelikli iş olmalıdır.
Siz barajdan büyük maliyetle kente getirip, büyük maliyetle arıtıp ve pompalarla kente bastığınız 100 birim suyun 40 birimini şebekede kaybediyorsanız, su yönetiminiz sorunlu demektir. Bu kayıp kaçak oranını sıfırlamak mümkün değil ama yüzde 15’ler seviyesine inebilir. Bu çok büyük bir tasarruf sağlar. Türkiye su ve toprak kaynaklarını birlikte ele almalı. Çünkü suyumuzun yüzde 75’ini tarımsal sulamada kullanıyoruz. Bu su kullanımındaki verimlilik artışı bize çok büyük kazançlar sağlar. Alınacak olan önlemler çok geniş bir şekilde Ulusal Su Planı’nda belirtilmiş. Ben sadece önceliklerden söz edeceğim. Su kullanımı ve doğal çevrenin korunması konusunda toplumsal bilincin arttırılması çok önemli. Bunun için STK’larla işbirliği yapılmalı. Su yönetiminde katılımcılık ayağımız eksik. Teknoloji bize yapay zekayı su yönetiminde kullanma imkanları tanısa bile suyu masa başından yönetmezsiniz. Paydaşların katılımı ile yönetmek zorundasınız. Bunun için de havza ölçeğinde çok etkin bir kurumsal yapıya ihtiyacımız var. Su yönetimi bilginin yanı sıra deneyim ister. Bu nedenle Türkiye’nin DSİ gibi çok büyük birikime sahip kurumlarının hafızaları ve arşivleri korunmalıdır. Su yönetimi dinamik planlama ve dinamik uygulama gerektirir. Bundan dolayı liyakat esası ve toplumcu-gerçekçi politikalar su yönetiminin ekseni olmalıdır. Popülist politikalar sürdürülebilir su yönetimini tehlikeye atar. Bu katılımcı ve havza ölçeğinde bütünleşik anlayışa hızla geçemezsek su ve gıda güvenliğimiz tehlike altına girer. Ardarda gelen iki kurak periyot Türkiye’ye büyük zarar verir.
Sektörler arasında su paylaşımında nasıl bir denge gözetilmeli?
Son 10 yıldır su, enerji, gıda ve çevre politikalarının ilişkisi öne çıktı. Bu durumda suyu yönetirken çevre, gıda ve enerjiyi de dikkate almak durumundasınız. Burada kurak dönemlerde suyun tahsis öncelikleri ortaya çıkıyor. Türkiye havza ölçeğinde su tahsis planları hazırlıyor. Suyun tahsisinde öncelik içme suyu ve doğal çevrede. Ancak kurak dönemlerde sektörler arasında gerilimler doğabilir. Bu durum yeraltı suyunun aşırı çekimi, doğaya bırakılması gereken suda kısıntı yapma gibi sorunlar doğurabilir.
Teknolojik su, sorunu çözmüyor
Denizlerden arıtılarak su sağlansa sorunlar çözülür mü?
Deniz suyu arıtımı teknolojinin bize sunduğu bir çözüm olarak ortaya çıktı. Ancak ürettiği su doğal su değil teknolojik su. Yani H20. Bunlara mineral katkısı da yapsanız doğal su yerini tutmuyor. Deniz suyu arıtımında enerji maliyeti çok yüksek. Bunu çeşitli yollarla azaltsanız bile bu üretimin ekolojik dengeyi bozma sorunu var. Denizden aldığını 100 birim suyun en fazla 45- 50 birimini arıtıyor geri kalanı da büyük bir tuz yoğunluğu ile tekrar doğaya bırakıyorsunuz. Deniz suyu arıtma tesislerinde su üretimi birim maliyetlerinin düştüğü söyleniyor. Ancak buna rağmen deniz suyu arıtımın su sorununa köklü ve yaygın bir çözüm getirebilmesi zor. Deniz suyu arıtımı suyun çok kısıtlı olduğu ada ülkelerinde, Ortadoğu, Kuzey Afrika ülkelerinde, özellikle İsrail’de ve ABD’nin bazı kentlerinde zorunlu çözüm olarak kullanılıyor. Talebi sürekli yaşamsal bir ihtiyaç olan suyun doğal çevrimler içindeki oluşum zincirini bozup deniz suyu gibi teknolojik üretimlere kendimizi muhtaç etmemiz de çok akılcı değil.
Tüketim çılgınlığı suyu nasıl etkiliyor?
Özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren her alanda “tüketim çılgını” haline getirilen bir dünya oluşturuldu. Tüketimin ve teknolojinin esiri olmuş durumdayız. Teknolojik devrim ile birlikte kendimizi doğanın efendisi olarak görmeye başladık. Doğanın efendisi değil bir parçasıyız. Doğanın biyoçeşitliliği ile çevrelenmiş durumdayız. Teknolojik gelişmelere sırtımız dayayıp doğanın çevrim ve doğal denge mekanizmalarını bozarsak büyük bir hüsran yaşarız. Bu nedenle bazı düşünce kalıplarımızı ve paradigmalarımızı hızla değiştirmeliyiz. Ben dünyadaki bu olumsuz gelişmelerin kendisiyle beslenen kaotik döngüler yaratabileceğinden endişe ediyorum. Bu durumda olumsuzluklardan beslenen döngüler giderek güçlenerek kırılması zor bir çevrimi başlatabilir. Çünkü doğanın efendisi değil sadece bir parçasıyız.