Sultanhamam Yönetim Felsefesi (II)
Çağdaş alışveriş merkezleri, eşyanın insana hükmettiği ruhsuz teşhir alanlarıdır. Sultanhamam’da ise eşya, insanın şahsiyetini gölgelemez, ustasını müşteriden gizlemezdi. Orada para-eşya ilişkisi değil, insan-insan ilişkisi hüküm sürer, para da bu ilişkiye hizmet ederdi.
Medeniyet, yazı, şehir ve ticarettir. Şehir, umumiyetle bir mabet çevresinde örgütlenir; ticaretin kalbi ise çarşı, han ve kervansaraylarda atar. Kervansaray daha ziyade şehirlerarası yollardaki konaklama yeri; hanlar ise çoğunlukla şehirlerdeki üretim ve alışveriş merkezleridir. “Ha, anladım, AVM demek istiyorsunuz” demeyin sakın! Çağdaş alışveriş merkezleri, eşyanın insana hükmettiği ruhsuz teşhir alanlarıdır. Han ise “tüccar, zanaatkâr, memur, yolcu ve şehir ahalisinin üretim, ticaret, konaklama ve sosyalleşme maksadıyla kullandıkları yarı-kamu ve yarı-özel şehir mekânlarıydı.”1 Orada eşya, insanın şahsiyetini gölgelemez, ustasını müşteriden gizlemezdi. Orada para-eşya ilişkisi değil, insan-insan ilişkisi hüküm sürer, para da bu ilişkiye hizmet ederdi. “Görünmeyen el” ortaya çıkan kazancı üçe bölerdi: Çırak/kalfa emeğinin ücreti, girişimci/ustanın kârı ve vakıfların/ toplumun hakkı. Osmanlılarda hanlar genellikle vakıflar tarafından kurulup işletilir; böylece, gelirleriyle eğitimden sağlığa kadar sayısız sosyal ihtiyacın giderilmesine yarardılar. Mesela, Sultanhamam Çakmakçılar Yokuşu’nda bulunan ve 200’den fazla odaya sahip Büyük Valide Hanı, 17. yüzyılda Sultan IV. Murad’ın annesi Mahpeyker Kösem Valide Sultan tarafından, vakıflarına gelir sağlaması için yaptırılmıştı. 1821 tarihli bir esnaf defterine göre bu handa “31 sarraf, 4 dellal, 19 tüccar, 18 terzi, birer tane çamaşırcı, basmacı, kalpakçı, tütüncü, mübayacı, berber ve çatıcı, 5 çanakçı ve 7 çuhacı faaliyet gösterirken, 32 esnaf da muhtelif olarak kayıtlıydı.” 2
Ürünlerine dua eden ustalar
Bu hanlarda üretim ve ticaretle uğraşanlar da elbette günümüzün işadamları gibi kazanç peşindeydiler. Fakat bu sadece maddî nitelikli bir kazanç değildi. Gündelik hayatta ticaret dahil her şey, ibadete ayarlıydı. Çok değil 20 yıl kadar önce bile bir ayakkabı fuarında tanıdığımız Hasan Usta, ayakkabılarına el emeği ve göz nuruna ilave olarak dualarını da kattığını söylüyordu. Kendisiyle röportaj yapmakta olan TV muhabiri şaşkındı: “Nasıl yani, ayakkabılarınıza dua mı ediyorsunuz?” Evet, diyordu Hasan Usta: “Pençelerine tek çivi çakmadığım her ayakkabının bitiminde, Allah’a şöyle dua ederim: Yüce Allahım, bu ayakkabıyı giyenleri yanlış yolda yürütme, harama, kötülüğe adım attırtma. Onları koru, emeklerini bereketlendir.” İşte bu adam, tam da kapitalizme bayrak açan Nietzsche’nin göklere çıkardığı hünerli ustaydı: “Sadece ürünlerin hünerli üreticisi, ürünün nihaî yargıcı olmalı ve halk ona ve dürüstlüğüne iman etmelidir. Dolayısıyla, anonim bir iş var olmamalıdır. Her işte, en azından üründe bilgili bir uzman, ürüne garantör olmalı ve adını ürünün üstüne yazdırmalıdır. Oysa bugün göze çekici gelen ve en düşük maliyeti olan şeyler piyasaya hükmediyor; bunlar da elbet makine işi şeyler. Makine gayrışahsîdir, yapılan işi şerefinden sıyırır, insanîliğini ortadan kaldırır.”3
Nobel ödüllü romancı Elias Canetti, Nietzsche’den yüz yıl kadar sonra “misk gibi kokan, serin ve renkli” Marakeş çarşılarını tasvir ederken (1968), en az onun kadar şairleşiyordu: “Dükkânlarda isimler, tabelalar göremez, (müşterileri ayartan) vitrin denen şeyle karşılaşmazsınız. Orada ‘insan elinden çıkma onurlu malların’ üretim sürecine başından itibaren tanık olabilirsiniz. Bu da insanın içini açar, keyiflendirir onu. Çünkü modern yaşamımızı çoraklaştıran nedenler arasında, kullandığımız tüm eşyayı adeta suratsız büyülü aygıtlardan almamız vardır... Burada mallar nasıl esnafınsa, esnaf da mallarınındır.”4 Ne yazık ki, “suratsız büyülü aygıtlara” söz geçirmek imkânsızdı ve Marakeş çarşısında olduğu gibi Sultanhamam’da da geleneksel ustaların çanlarına er geç ot tıkanacaktı. Aynı yıllarda Türk gazetelerinde yer alan bir reklamda şunları okuyorduk: “BRİLLANT. Fransız estetiği ile üstün Türk teknolojisinin birleşmesi sonucu doğmuş, büyüleyici güpürün adı. Osmanbey ve geniş çevresinde oturanlar için BAYDEMİRLER’in bir müjdesi var: Brillant’ın eşsiz güzellikteki güpürlerini seçmek ve ona sahip olmak için artık Sultanhamam’a kadar gitmenize gerek yok.”5
Sat, kazan, sonra öde!
Sultanhamam, geçmişle bugünün harmanlandığı büyük ve büyüleyici çarşı. Modern ekonominin gereklerine zorlanarak ayak uydursa da geçmişin ilke ve değerlerine büsbütün sırt çevirmiyor. Bu değerleri yaşatmaya çabalayan esnafla yapılan söyleşilerden hareketle, bir Sultanhamam Yönetim Felsefesi oluşturalım:
Kazanmak isteyen, önce kazandırmayı bilsin!
1. Eyüp Ensari:
Babam Kayserili esnafı toplayarak onlara şöyle dedi: “Siz hiç korkmayın, istediğiniz kadar malı alıp götürün. Satarsanız parasını verin. Ama bir şartla: Masrafınız ve dükkân kirası çıktıktan sonra kalan net kârın yüzde 50’sini bana vereceksiniz. Kabul edildi ve neticede çok mal satıldı.
2. Çarşı, bir okul, bir eğitim ocağıdır. Ahmet Nazif Zorlu: “Anadolu kaplanlarının eğitim ocağı Sultanhamam’dır. Burada gördüklerini kendi yörelerinde uyguladılar. Sultanhamam tüm Türkiye’ye mal satıyordu. Adana’da, Kayseri’de mal üretilip buraya gelirdi; sonra buradan Adana’ya, Kayseri’ye geri giderdi. Bursa da öyle.”
3. İşleyen çarşının talibi çok olur. Ahmet Nazif Zorlu: “Dükkân tutmak için üç sene yer aradım. Katırcıoğlu Han’a baktık; orada bir dükkânın hava parası 300-400 bin lira. Buna rağmen çok paralar kazanıldı. Satışınızın yüzde 10'u kadar kâr etseniz bile, hacmi düşündüğünüzde büyük para eder. Çok batan da oldu; ama işini bilen kişilerin hemen hepsini Sultanhamam zengin etti.” Mustafa Nevzat Özhamurkâr: “Sultanhamam beni hep şaşırttı, özellikle de şu astronomik hava paraları. Bizim Kayseri’nin en kral yerinde 200-300 metre dükkân diyelim ki 50 veya 100 bin lira. Fincancılar Yokuşu’nda bir bakıyorsun 5 milyon, 7 milyon lira. Yahu nasıl oluyor, bunlar altın mı kazanıyor da bu dükkânları satın alabiliyor?” Haçik Taşçı: “Âşir Efendi Caddesi’nde sekiz-on sene içinde ancak bir dükkân bulabilirdin. Rıza Paşa Caddesi’nde, Fincancılar’da beş-altı senede bir.”
1. Ahmet Yaşar: The Han in Eighteenth –and Early Nineteenth- Century İstanbul: A Spatial, Topographical and Social Analysis, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2016, s. 4. (Yayınlanmamış doktora tezi.)
2. Sinan Ceco: İstanbul’un 100 Hanı, İstanbul: İBB Kültür A. Ş. 2012, s. 52-4.
3. Mustafa Özel: Roman Diliyle İş Hayatı, İstanbul: Küre, 2019, s. 117-120.
4. Elias Canetti: Marakeş’te Sesler, İstanbul: Cem, 1990, s. 17-22.
Diğer maddeler Z Raporu 51. sayısında