Pazar devlet!
Karayı hor kullandık, toprağı tükettik. Artık dünyadaki toprakların bir bölümü ekilemiyor, biçilemiyor. Su kaynakları azalıyor. Peki, ne oldu da bu hale geldi dünya? Neden kimine göre aşırı kazanma hırsı, izlenen yanlış politikalar; kimine göre de küresel hakimiyeti eline geçirmek isteyenlerin bilinçli tavrı!
Stratejistler, “küresel ve bölgesel gücü eline geçirmek isteyenler her zaman böyle yapıyor. Ülkeleri ve insanları yeniden şekillendirmek, kaynaklara sahip olmak onlar için önemli” diyor. Açık söyleyelim. Gözünü para hırsı bürümüş aktörler yüzünden işin içinden çıkamıyoruz. Ve tarım dolayısıyla gıda bir anda dünya jeopolitiğinin en önemli bileşenlerinden biri haline geliyor.
Diyeceksiniz ki, yeni savaşın adı bu mu? Yoo, yoo yeni savaşın adı “bireysel özgürlükler…” Küresel hakimiyetin adresi ABD, uluslararası politik düzenle, adalet arasındaki derin uçurumu bireysel özgürlüklere alan açarak kapatmak istiyor. O yüzden etnik gruplara daha fazla alan açıyor. LGBT gibi toplum içinde kültürel olarak farklılaşan grupları destekliyor. Hatta cinsiyetler arasındaki farklar bile kalkıyor. Açıkçası üniter devlet yerini pazar devlete bırakıyor. Her şeyin standart olduğu, tek tipleştirildiği devlet. Tek elden kontrol, ayrı merkezlerden yönetim!
İşte “Agro Business” yani endüstriyel tarım. Pazar devlete geçişin ilk ayağı. GATT ile başlayan dönem, Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ ) ile devam ediyor. Global ticaret tarım ve finans kapital ile uyumlu hale geldi, derinleşiyor.
AB ve ABD’ye bir bakın. Konuyla ilgili sürekli düzenlemeler yapılıyor. Mevzuatlar yenileniyor. En önemlisi ülkelerin mevzuatları buna uyumlu hale getiriliyor. Hatta endüstriyel tarım siyaset bilimcilerin bile gündemine yerleşiyor. Geçen ay Hacettepe Üniversitesi ile Su Politikaları Derneği ortak bir panel düzenledi. “Kitlesel Göç Politikaları” ve “Mülteciler” sorununu tartıştılar. Panel konuşmacılarından biri de uluslar arası ilişkiler hocası Prof. Dr Sencer İmer’di. Sözü, döndü dolaştırdı, endüstriyel gıdaya getirdi İmer… “Günlük diyet programımız değişmeli. Et yerine daha çok balık tüketmeliyiz ki kırmızı ette denge kurulsun” deyiverdi.
Peki, niye böyle konuştu? Çünkü küresel ısınma dünyayı ve Ortadoğu’yu derinden sarsıyor. Bölgede sınırlar darmadağın… Acımasız savaş siyasi, ekonomik mülteciler yarattı. Yakında bu halkaya iklim göçmenleri de eklenecek. O halde insanlar nasıl beslenecek? Gelin, İmer’in önerisi üzerinde duralım.
Dünyada tarımsal üretimin yüzde 98’i karadan sağlanıyor. Oysa dünyanın dörtte üçü deniz ve beslenmek için denizden üretim sadece yüzde 2. Eğer denizdeki üretimi yüzde 5’e çıkarmayı başarırsak açlık sorunu çözülecek. Dünyada 100 milyon ton balık üretiliyor. Ülkeler 50 milyon ton balık üretirse bu defa da obezite dert olmaktan çıkacak. İşgücü ve verimlilik kaybının önüne geçilecek. Durum bu.
Gelelim yüzmeyi de, balık tüketmeyi de bilmeyen Türkiye’ye… Biz ne yapıyoruz? Yılda 500 bin ton balık üretiyoruz. Nüfusumuz 80 milyona dayanmış. Lakin kişi başına düşen balık miktarı 10 kiloyu bulmuyor. AB’de bu miktar 26, Japonya’da 110, ABD’de 46 kilo. En azından AB standartlarını yakalamak için 1 milyon ton balık üretmeliyiz. Bunun için denizleri temiz tutmalıyız. Karadeniz’i kullanmalıyız. Karada üretime önem vermeliyiz. Yeni mekanlar planlarken, alternatif türlere kafa yormalı ve çeşitliliği artırmalıyız.
Burada ABD ve Norveç arasında yıllardır bitmek bilmeyen tavuk ve somon savaşını hatırlatalım. Florida’daki tavuk çiftlikleri, Norveç’in somon çiftliklerine şiddetle karşı. AB ise Türk balığına kafayı taktı. “Alabalıkta aşırı fiyat kırıyor” diyerek Türkiye aleyhine açtığı anti-damping davasını kazandı. Arkasından da çupra ve levrekte anti-damping iddiasıyla ikinci davayı açtı. Türkiye’nin balık ihracatına engel olmak için her yolu deniyor. Şimdi de DTÖ üzerinden süttozu desteği için rekabet şartlarına aykırı diye Tarım Bakanlığı’na baskı geliyor. Hoşgeldin pazar devlet!!!