Mülteci krizi: Avrupa ikiyüzlülüğün ötesine geçebilir mi?
Avrupa’da süregiden mülteci krizinin Türkiye ile AB arasında yapılan anlaşma ile çözülüp çözülmeyeceği net olmasa bile bunun bir ikiyüzlülük krizi olduğu açıktır.
Balkan hattında (Yunanistan da dahil) ülkeler, Almanya ve İsveç gibi cennet saydıkları topraklara ulaşmaya çalışan mülteciler için transit ülkeler olduğu ve bu insanları doğru dürüst mekanizmalarla Avrupa’ya alacak yollar bulunmadığı sürece bu soruna gerçek bir çözüm de bulunamayacak. Bu mülteci akını sorun olmaya başladığında, özellikle Angela Merkel’in geçen Ağustos’ta açık kapı politikasını ilanı ve ardından Avusturya ile olan sınırlarında kontrole başlaması, krizin Avrupa Birliği’ni tehdit eder hale geldi. Tek tek birlik üyesi ülkeler de kendi sınırlarında aynı uygulamaya geçti ya da daha da ileri giderek sınırlarına duvarlar örmeye başladı.
Bu süreçte mültecilerin çoğunun Avrupa topraklarına Türkiye ve Ege Denizi üzerinden girmesi ve bu işten AB üyelik adaylığı olan Balkan ülkelerinin de zarar görmesini Ankara bir avantaja çevirerek, birlik için vazgeçilmez bir ülke olduğunu vurgulama imkanına kavuştu. Bu kriz derin ve karmaşık olduğu için AB’nin varlığını tehdit etmeyecek bir eylem planı hazırlamasını gerekli kılıyor. Avrupa Birliği’nin bugüne kadar hep krizlere maruz kaldığı ve liderleri ile kurumlarının bu krizlerden çıkacak çözümleri bulduğu varsayılsa bile, mülteci krizinin sorunu daha da derinleştirecek bir dizi sinir ucuna dokunduğu da açık. Sorun, bir dizi teknik ayrıntılar (politika ve kabiliyet) ile bununla başa çıkacak araçların hem Avrupa toplumu hem de üye devletlerin elinde olmasından dolayı varoluşsal bir hale bürünmüş durumda.
Anlaşmalara uyumsuzluk ya da yavaş uyum da bu duruma eşlik ediyor. İtalya ve Yunanistan’daki 98 bin göçmenin Avrupa’ya dağıtılması konusundaki AB anlaşması hala tam uygulanamamışken, Türkiye geri kabul anlaşmasını uygulama konusunda direnç gösteriyor. Ancak hangi ülkenin sorunun çözümü konusunda kimin adım atıp atmadığı yönündeki tartışmanın ötesinde asıl sorun kamuoyunda nasıl göründüklerine odaklanıldığı bir durum ile karşı karşıyayız. Önceki yıllarda popülizmin yükselişe geçtiği ve nefret söyleminin yaygınlaştığı bir ortamda, bunun kıta genelindeki seçim sandıklarına yansıdığı bir Avrupa Birliği’nde bu sorunun yaşanıyor olması anlaşılabilir. Bunun sonucu olarak dışlayıcı, aşırı sağcı ve İslam karşıtı Pegida gibi hareketler, Yunanistan, Macaristan, Slovakya, Almanya ve diğer bölge ve ülkelerde güç kazanıyor ve politik sürecin bir parçası haline gelmeye çalışıyor.
Başka bir ifadeyle, öteki, farklı ve yabancıya dair kalıcı korku Avrupa’nın politik kurumları ile sivil toplumunun başa çıkması gereken gerçek bir baş ağrısına dönüşmüş durumda. Mültecilerin kültürel, lengüistik ve dini kökenleri dikkate alınarak ötekiliğe yapılan vurgu ve bundan kaçınılmasına dair inanç, Avrupa’nın kuruluş felsefesi olan entegrasyon ile çelişiyor. Asıl iş burada başlıyor. Asıl odak noktası burası olmalı. Asıl sorun bu farklılıkları entegre etmek ve her ülkedeki sessiz çoğunluğa kabul ettirmekte. Zorluk daha da bölmek isteyenleri marjinalize etmekte. Avrupa’nın sorunu ise Farlılıklarda Birlik mottosuna inanmak ve bunu hem barış ve refah, hem de kriz zamanında uygulamasında yatıyor. Şimdi Avrupalı liderler ve vatandaşları ayağa kalkarak bu soruna karşı komşularıyla birleşerek kendi değer ve normlarına sahip çıkma yoluyla ortak tavır almaz ise çözülme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Mülteci krizi Avrupa için varoluşsal bir sorun olabilir ama aynı zamanda kendisini yeniden bulması için de bir fırsat barındırıyor.