Küreselleşmenin yeni lideri kim olabilir?
Donald Trump’ın Kasım 2016’da Amerikan başkanı seçilmesinin ardından hararetlenen bir tartışma yaşandı. Küreselleşmenin sonu mu geliyor, yoksa küreselcilerle ulusalcılar arasında büyük bir savaş mı başlıyor türünden sorular o gün bugündür çok daha fazla tartışılıyor.
Trump, Nisan 2016’da henüz Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayıyken Washington’da yaptığı bir konuşmayla tartışmaların fitilini ateşledi. “Artık Amerika Birleşik Devletleri’ni veya vatandaşlarını bu globalci yalan yanlış şarkıya teslim etmeyeceğiz” diyerek, küreselleşmenin kaptan köşkünü bekleyen değişimi tüm dünyaya duyurdu.
Milyarlarca dolarlık servetini küreselleşmenin kendisine sunduğu kapitalist ekonomik ortama borçlu olan, yine küreselleşmenin sacayaklarından biri sayılan fırsat eşitliğinden faydalanarak Amerikan başkanı seçilen göçmen çocuğu Trump’ın bu sözleri manidardı.
Nitekim aynı Trump, göreve geldikten hemen sonra Çin’in yanı sıra Avrupa Birliği’yle de ticaret ve tekonoloji savaşları başlattı. Bu adımları, küreselcilik karşıtı olduğunu iddia eden cephede, niyetinde samimi olduğunun göstergesi olarak yorumlandı. Diğer kesimlerse Trump’ın başlattığı şeyin küreselleşmeye karşı başlatılmış bir savaş olduğundan o kadar da emin sayılmazdı.
İşin aslı başka
Son birkaç yıldır yaşananlar, küreselleşmenin esas sahibi olan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın küreselleşmeye karşı açtığı savaş şeklinde yorumlansa da işin aslının başka olduğu görülüyor. Zira Trump’ın başlattığı şey, küreselleşmeye karşı bir savaş olmaktan ziyade gelir dağılımının dünya geneline daha adil dağılımına karşı bir mücadeleyi andırıyor.
Bunu neden bu şekilde tarif ettiğimi anlatmak için evvela küreselleşmenin hangi sütunlar üzerinde ayakta durduğunu hatırlatmam gerekiyor. Malumunuz küreselleşme dün olduğu gibi bugün de kapitalist bir ekonomik sistem sunuyor. Küresel kapitalizm ise gönüllü işgücünü, serbest sermaye dolaşımını ve karşılıklı bağımlılığı, kazanç motivasyonuyla süren bir ekonomik düzeni esas alıyor.
Trump’ın eylemlerine ve söylemlerine bakıldığında, kapitalizme veya onun üzerinde durduğu sacayaklarına yönelik bir itirazın olmadığı anlaşılıyor.
Çin’le ve Avrupa Birliği’yle yapılan ekonomik müzakereler de bunun kanıtı niteliğinde. Amerikan tarafını temsil eden heyetlerin bu müzakerelerdeki tavırlarının, temelde bu ekonomilerin Amerika’ya yönelik bağımlılıklarının düşük ivmede kalmasıyla ilgili olduğu görülüyor. Yoksa bu heyetler küresel ekonominin önemli sacayaklarına itiraz etmiyor.
Daha fazla ihracat talebi
Amerikan ekonomisinin dünya pastasından aldığı payın azalmasına tepkisellik durumu, açıkça göze çarpıyor bu müzakerelerde. Bu gidişatı tersine çevirmek için de, Çin ve Avrupa ülkelerinin ABD’den daha fazla ihracat yapmaları talep ediliyor.
Beyaz Saray bu konuda itirazla karşılaştığı noktalarda, rakip gördüğü ülkelerden yapılan ithalata ek gümrük vergileri getirerek bir cezalandırma yoluna başvuruyor. Karşılıklı bağımlılığın oluşturduğu geri dönülmez ekonomik ortam nedeniyle, bu yaptırımlar da sadece Avrupa ve Çin ekonomililerine değil, yaptırımı uygulayan Amerika’nın kendi ekonomisine de devasa zararlar veriyor.
- Korumacı bir kapitalist ekonomik modeli savunduğu belirtilen Trump, Nisan 2017’de Wall Street Journal gazetesine verdiği bir röportajda “Ben her ikisiyim de… Hem küreselci hem de milliyetçiyim” demişti.
Bu, Amerikan başkanının girdiği mücadeledeki konumunu göstermesi bakımından oldukça açıklayıcıydı. Trump’ın milliyetçiliği ve küreselleşmeyi birbirine karşıt cepheler gibi sunması, küreselleşmenin tarihsel arka planından çok haberdar olmadığı yönündeki işaretleri artırdı.
Zira küreselleşmenin öncü ideologları 1940’lı yıllarda, imparatorlukların çöktüğü veya düşüşe geçtiği bir dönemde boşalan küresel nizam koltuğunu, küreselleşmeyi milliyetçiliği de dışlamayan sacayaklarıyla birlikte öne sürerek doldurmaya başladılar.
Bunu yaparken milliyetçiliği küreselleşmenin bir parçası olarak ‘kapsama’ yoluna gittiler. Ancak ulusal, bölgesel veya uluslararası düzlemde alınacak siyasi, ticari kararların küresel düzlemden bağımsız olamayacağını, aksi takdirde başarısız olacağını savundular. Ulusal çıkarları korumaya yönelik bir politikanın, küresel zemini ıskalamadığı ölçüde başarılı olabileceği tezini yoğun bir şekilde işlediler. Böylece ulusalcılığı küreselleşmenin temeline konuşlandırdılar.
Popülistlerin itirazları
Küreselciliği hedef alan popülist akımların zaman zaman globalleşme yanlılarını anti demokratikle veya adeta yeni bir inanç sistemine sahip olmakla itham ettiklerini de görüyoruz. Doğrusu bu suçlamaların temelli haksız olduğunu söylemek de mümkün değil.
1940’larda ortaya çıkan küreselcilik liberal bir demokrasi ve kapitalist ekonomi modelini savunsa da, günün sonunda eşit fırsatlara dayalı demokratik bir toplumsal düzeni dünyaya yaymadı veya yayamadı. Küreselciliğin ortaya koyduğu demokratik düzen, gelir adaleti ve fırsat eşitliğine dayalı ekonomik sistem, sadece bu kavramların ortaya çıktığı ve savunulduğu Batı’da olunca kucaklandı ve göreli bir başarı çıtasına erişebildi.
Buna karşılık Doğu’nun demokratik düzenden yoksun hali, küreselciliğin tüm nimetlerinden faydalanabildiği müddetçe Batı’daki Trump gibi ‘hem milliyetçilik hem küreselcilik’ iddiasında olanları neredeyse hiç ırgalamadı.
- Batı’daki küreselcilik antipatisi, Doğu’nun, özellikle de Çin gibi globalleşmenin liberal demokrasi ilkesini reddeden ülkelerin küreselciliği kapitalizm boyutuyla kucaklamalarıyla büyümeye başladı.
Çin istisnailiği
Çin küreselleşmenin sütunlarından biri sayılabilecek kapitalizmi diğer sütunu olan demokrasiyle mesafesini koruyarak almakla kalmadı. Kendi kapitalizmini Japonya, Güney Kore, Endonezya gibi Güneydoğu Asya ülkeleri, Avrupa ve ABD’den farklı olarak, özel sektörden çok devlet öncülüğüne dayalı bir sistem olarak inşa etti. Çin tipi kapitalizm modeli daha sonra Myanmar, Singapur, Vietnam, Azerbaycan, Etiyopya, Ruanda ve Rusya’ya da yayıldı. Böylece küreselciliğin içinde fırsat eşitliğine, liyakate dayalı kapitalizme karşıt olarak bir de Çin’in öncülüğünü yaptığı yüksek ekonomik büyümeyi her şeyin önüne koyan, bireyi, insan haklarını ve sivil toplumu geri planda tutan yeni tip bir kapitalizm ortaya çıkıp büyümeye başladı.
Şimdi bu iki tip kapitalizmin Çin ve ABD’nin öncülüğünde, çok içe içe geçtikleri için birbirine bağımlılıklarını sürdürerek mücadele ettiğini görüyoruz. 1978’de gelirlerin yüzde 100’ünün kamu sektöründen geldiği Çin’de bugün kamu kaynaklı ekonomik gelir yüzde 20’ye düşmüş durumda.
Üstelik Çin gibi ülkelerin küreselleşmenin nimetlerinden faydalanarak inşa ettikleri bu kapitalist model, artık dünya genelinde gelir adaletsizliğinin azaltılmasında da pozitif bir rol oynuyor. Rakamlar da zaten bu gerçeği gözler önüne seriyor. Endüstri devriminden bu yana ilk kez Doğu’yla Batı arasındaki zenginlik farkı hızla azalıyor. Dünya nimetlerinden faydalanma eşitlenme yönünde hızla ilerliyor. 1970’de Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dünya ekonomisinin aldığı pay yüzde 56’iken, Japonya gibi bir ekonomik gücü de barındırmasına rağmen Asya’nın aldığı pay yüzde 19’dan ibaretti. Bugün ise Asya dünya ekonomisinden yüzde 37’lik bir pay alıyor.
- Buna karşılık Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dünya ekonomi pastasından aldığı payın yüzde yüzde 43’e düştüğü görülüyor. Aradaki farkı kapatan sıçramalar özellikle Çin ve Hindistan ekonomilerindeki büyümeden kaynaklanıyor.
Alternatif kapitalizmin meydan okuması
Hal böyleyken, küreselleşmenin ve onun şemsiyesi altında serpilen kapitalizmin, bilhassa ekonomik boyutuyla alternatif bir global ekonomik modelin meydan okumasıyla karşı karşıya olduğunu söylemek pek mümkün değil. Evet, bir meydan okuma, giderek daha çok göze çarpan bir mücadele söz konusu ancak bu mücadele küreselleşmenin kendi içinde yaşanıyor.
Meydan okumaların ilki kapitalizmin kendi içinden çıkan Çin tipi kapitalizmden kaynaklanıyor. Ve bu yeni kapitalizm dezavantajlarla birlikte dünya genelindeki gelir adaletsizliğini azaltmak, çoğulcu bir küresel siyasi düzenin önünü açmak gibi avantajları da beraberinde getiriyor.
Buna karşılık bir meydan okuma da liberal kapitalizmin kendi içinde yaşanıyor. Liberal kapitalizmin öncülüğünü yapan ABD’de son 50 yıl içinde ortaya çıkan en yüksek ekonomik gelire sahip yüzde 10 bugün Amerika’daki ekonomik zenginliğin yüzde 90’ını elinde bulunduruyor. Böylece yüzde 10 ve yüzde 90 arasındaki yabancılaşma giderek büyüyor.
Öte yandan Amin Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya kitabında işaret ettiği üzere, dünya nüfusunun yüzde 5’ini temsil eden Amerikan yurttaşları, küreselleşmeyi siyasi çıkarları doğrultuşunda suiistimal eden Washington yönetimi nedeniyle, bütün insanlığın geleceği üzerinde yüzde 95’ten daha belirleyici olabiliyor. Netice-i kelam küreselleşmeye yönelik meydan okuma dışarıdan değil içerinden kaynaklanıyor. Küreselleşmenin istikbalinin de bu meydan okumanın tesiriyle şekilleneceği anlaşılıyor.