Küresel bilek güreşinin yeni sıklet merkezi: Hürmüz Boğazı
Geçtiğimiz mayıs ayında dünya gündemine taşınan Hürmüz eksenli İran-ABD gerilimi, iki ülke ile sınırlı bir mücadele mi, yoksa daha büyük bir bulmacanın parçalarından biri mi? son üç ayda bölgede yaşananlar, gerilimin sadece İran ile ilgili olmadığını, İran’ın paravan olarak kullanıldığı bir matruşka stratejisinin parçası olduğunu gözler önüne seriyor. ABD, İran ile gerilimi savaş noktasına taşımayacak bir düzeyde tutarak, küresel rakibi Çin’i kuşatmaya ve kontrol etmeye yönelik iç içe geçmiş adımlar atıyor. Diğer tarafta İsrail, belki kuruluşundan bugüne kendi çıkarlarını geliştirmeye en elverişli bir bölgesel düzenle karşı karşıya. İran tehdidi algısı ve Arap baharı dalgasıyla sarsılmış körfez statükosunu kullanarak, Doğu Akdeniz kıyılarından Hürmüz’e kendi varlığını, Filistin’i yok etme pahasına geliştirme peşinde.
ABD’nin bu gerilime cevabı ise bölgeye kara, deniz ve hava unsurlarından oluşan caydırıcı bir güç yerleştirmek oldu. Peki ABD’nin ve bölgedeki tek gerçek müttefiki İsrail’in amacı sahiden İran ile savaşmak mı, yoksa İran bahanesiyle küresel/bölgesel satranç tahtasında hamle üstünlüğünü ele geçirmek mi?
Bölüm 1: ABD matruşkası
ABD’de Donald Trump yönetiminin geçen sene, Ağustos ve Kasım aylarında, İran ekonomisinin can damarı enerji sektörünü hedef alan yaptırımları, ‘maksimum baskı stratejisi’ adı altında yürürlüğe sokmasıyla Basra Körfezi, Hürmüz Boğazı ve Umman Körfezi hattı küresel gündemin ana başlıklarından biri oldu. Bölgede meydana gelen herhangi bir hareketlilik başta enerji fiyatları olmak üzere, küresel jeoekonomik dalgalanmalara, hatta sıcak savaş korkusuna neden oluyor. Küresel enerji arzının yüzde 20’si-nin geçtiği bir su yolu söz konusuysa elbette burada küresel güç mücadelesinin varlığını yadsımak mümkün olmayacaktır. İran, Irak, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, çıkardıkları petrol ve doğalgazı dünya piyasalarına ulaştırmak için Hürmüz Boğazı ve bağlantılı su yollarına bağımlılar. Bu enerji kaynaklarının başlıca müşterileri Çin ve Hindistan gibi Asya’nın dev ekonomik ve siyasi güçleri olduğu gibi Japonya, Güney Kore gibi ABD’nin Doğu Asya’daki önemli müttefikleri aynı zamanda. ABD içinse başta İsrail’in güvenliği olmak üzere, jeostratejik ve jeoekonomik etkinliğini muhafaza etmek adına küresel dengenin kilit taşını konumunda.
Bu çerçevede ABD, bölgedeki hakimiyetini koruma ve tahkim etmek peşindeyken, Çin gibi yükselen güçler bölgede kendilerine yer edinme çabasında. Statükoyu korumak isteyen ABD ile terazide ağırlığı her geçen gün hissedilen Çin’in mücadelesinin belirleyici olacak sahalardan biri de bu nedenle Hürmüz.
Askeri yığınak
ABD’nin İran ile yaşanan gerilimi bahane ederek son dönemde Körfez çevresine olağanüstü bir askeri yığınak yaptığı gözlerden kaçmıyor. Bunların başında ise bölgedeki deniz gücü unsurlarını kademeli olarak artırması geliyor. Bahreyn halihazırda ABD 5. Filosuna ev sahipliği yapıyor. Bunun dışında ABD donanması amfibik çıkarma gemilerini ve destroyerleri Hürmüz çevresinde bulundurmaya devam ediyor.
5312 Mayıs 2019 günü Birleşik Arap Emirlikleri’nin Füceyra Limanının hemen açıklarında ikisi Suudi Arabistan’a, biri Norveç’e ve biri de Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ait dört petrol tankerinde patlama yaşandı. Patlamaları dört tanker de hafif hasarla atlatırken, ABD ve Körfez’deki müttefikleri için olağan şüpheli İran’dı.
İran, patlamalardan günler önce eğer küresel piyasalara petrol arz imkanı kısıtlanırsa, bölgedeki hiçbir ülkenin petrol satamayacağını, yani Hürmüz Boğazını sabote edebileceğini dolaylı yoldan ilan etmişti. Tankerlerde yaşanan patlama İran’ı hedef tahtasına oturtmaya yetmişti. ABD ve müttefiklerinin suçlamalarına Tahran’ın cevabı ise ‘sabotaj diplomasisi’ ve ‘ekonomik terörü gizleme çabası’ oldu. Haziran ayında, Japonya Başbakanı Abe Şinzo Tahran’da iken, Hürmüz Boğazı açıklarında bir Japonya tankeri ve bir Norveç tankerinin hedef alınması bölgedeki gerilimi bir üst seviyeye taşıdı. İran bir kez daha hedef tahtasındaydı. Bu gelişmeden yalnızca bir hafta sonra ise İran Devrim Muhafızları Ordusu, ABD ordusuna ait Global Hawk tipi bir istihbarat İHA’sının Hürmüz Boğazı üzerinde İran hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürüldüğünü ilan etti. Bir ay içinde üst üste gelen üç olay tüm dünyanın dikkatinin bölgede toplanmasına sebep oldu.
ABD ordusu bölgedeki hava gücünü de, Birleşik Arap Emirlikleri’ne konuşlandırdığı, radara yakalanmama özelliğine sahip 5. nesil savaş uçağı F35 filosu ile de güçlendirdi. Son olarak geçen ay ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın da üssü olan Katar’daki el-Udeyd’in genişletileceği açıklandı. Halihazırda 10 bin ABD askerine ev sahipliği yapan üssün büyütülmesi ve kalıcı üslerden biri olarak ilan edileceğinin belirtilmesi, ABD’nin bölgedeki varlığını perçinlemek isteğinin bir göstergesi olarak değerlendirildi. ABD el-Udeyd üssünden Doğu Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki geniş bir coğrafyada operasyonlar yürütüme kabiliyetine sahip.
Gvadar limanını kontrol
- ABD’nin İran ile yükselen gerilimden ikinci muradı, Çin’in Yeni İpek Yolu projesinde önemli bir konuma sahip, Gvadar derin su limanını kontrol etmek. Pakistan’a ait Gvadar limanına Çin yönetimi çok büyük bir yatırım yapmış durumda.
Çin 2013 yılında 40 yıllığına kiraladığı liman ile ‘Çin Pakistan Ekonomik koridoru’ adı verilen Gvadar ile Kaşgar arasındaki hattı birbirine bağladı. Böylece Pekin’in Kaşgar’a ulaşımı 4.500 km’den 2.500 km’ye inmiş bulunuyor.
Bu hat ile Pekin yönetimi, ABD ve Hindistan kontrolü altında tutulan Güney Çin Denizi, Malakka Boğazı, Sri Lanka ve Pasifik hattını bypass ederek, ekonomisinin ihtiyaç duyduğu kaynaklara ve pazarlara güvenli bir çıkış imkanı elde ediyor. Bu durum aynı zamanda Çin gemilerinin bölgedeki ticaret ortaklarına ulaşması için yaklaşık 10 bin kilometrelik mesafeyi 2.500 km’ye indirmesi anlamına da geliyor. Hürmüz Boğazının çıkışında Umman Körfezine hakim bir noktada bulunan Gvadar Limanına sahip olan Pekin yönetimi, Afrika Boynuzunun girişindeki Cibuti’de elde ettiği askeri üsle birlikte, bölgede ABD’ye karşı stratejik bir denge elde etmesi de üçüncü bir çıktı. Washington, İran ile bölgedeki müttefikleri arasında yaşanan gerilimi kaldıraç olarak kullanıp, Çin ekonomisi ve askeri planlaması açısından yüksek stratejik değere sahip Gvadar Limanını kontrol altında tutmak amacını güdüyor.
Umman'dan Adan'a seyir serbestisi
Washington, Pekin’in bölgedeki stratejik açılımını ve yerleşimini sadece Gvadar Limanını ve Hürmüz’ü çevreleyerek denetim altında tutma amacı taşımıyor. Son dönemde ABD Savunma Bakanlığı tarafından literatüre sokulan ‘seyir serbestisi’ stratejisi ile Çin gemilerinin ve donanmasının daha sık görünürlük kazandığı su yollarını da denetimi altında tutmak istiyor.
Dünyanın en büyük deniz gücüne sahip ABD, bu stratejisini ilk olarak Güney Çin Denizi ve Tayvan Boğazı gibi Çin ile bölge ülkeleri arasında gerilime neden olan su yollarında uygulamaya koydu. Şimdi bu stratejinin ikinci bölümünü, İran bahanesiyle Umman ve Aden Körfezleri arasında uygulama niyetinde.
Pentagon bu stratejisini geçtiğimiz Temmuz ayında dünyaya ilan etti. Washington, Körfez’deki müttefikleri ve katılacak diğer ülkeler ile, Hürmüz ve Aden boğazları arasında donanma güçlerinin ticari gemilere eşlik etmesini ve kritik su yollarında trafiği denetlenmeyi amaçlıyor.
Bölüm 2: İsrail matruşkası
ABD yönetimi İran tehdidi gerekçesiyle Çin’e yönelik kuşatma stratejisini Arap yarımadası çevresine genişletirken, bölgedeki tek ve gerçek müttefiği İsrail de kendi stratejik çıkarlarını hayata geçirmek istiyor. Tel Aviv, ilk olarak Filistin’deki 70 yıllık işgalini adım adım ilhak ile tamamlama noktasında adımlar atıyor. İkinci olarak Arap ülkeleri ile Filistin nedeniyle gerilimli ilişkilerini, Tahran’ın ortak düşman olduğu, kazan-kazan eksenli yeni bir ilişki düzeyine yükseltme hedefini güdüyor. Üçüncü olarak ise, Suriye ve Irak hattına yerleşmiş İran destekli ve İran’a ait askeri yapıların İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması ve mümkünse İran’ın kendi fiziki sınırlarına kapatılması hedefleniyor. Bu adımların üçü de eş zamanlı ve koordineli şekilde yürütülmekte.
Filistin'i ilhak
Tel-Aviv yönetimi, ABD Başkanı Donald Trump’ın arkasındaki Evanjelik ve NeoCon grupların desteğini ve Arap dünyasının Filistin meselesinden ziyade kendi iç sosyal/siyasi sıkıntıları ile uğraşan, tehdit algılamasında İran’ı birinci sıraya oturtan kimi devletlerinin de konuya ilgisizliğini fırsat bilerek, Filistin’de on yıllardır işgal altında tuttuğu bölgeleri ilhak etme yönünde adımlar attı.
- Trump’ın tam desteğine sahip adımlardan ilki Kudüs’ün ‘İsrail’in başkenti’ olduğunun ABD tarafından tanınması ve büyükelçiliğin bu kente taşınması oldu. İsrail’in ikinci adımı ise, 1967 Savaşı’nda işgal ettiği Suriye toprağı Golan Tepelerini yine Trump yönetiminin onayı ile ilhak etmesi oldu.
İsrail bu ilhakı, Suriye içinde bulunan İran Devrim Muhafızları’na bağlı güçler ile İran destekli Hizbullah milislerinin İsrail sınırına yakın konuşlanmalarını gerekçe göstererek meşrulaştırmak istedi.
İsrail’in üçüncü adımının ise, Gazze bölgesini, Mısır ve Suudi Arabistan desteği ile boşaltmak ve halihazırda çoğunluğunu işgal altında tuttuğu Batı Şeria bölgesini ilhak etmek olduğu görülüyor. Bu hamlelerin tümünde son derece rahat hareket etmesinin öncelikli sebebi, Arap ülkelerinin statükoyu koruma motivasyonu ve İran tehdidi algısı rol oynuyor.
Körfez ülkeleriyle ilişki
Bu algının kaldıraç etkisi, İsrail’in başta BAE olmak üzere Suudi Arabistan, Bahreyn, Umman ve Mısır ile arasında yaşanan yakınlaşmada görülüyor. İsrail bugün, Hürmüz Boğazı krizinde bölge ülkeleri ile bilgi alışverişi ve istihbarat paylaşımı yapacak noktaya ulaşmış durumda. İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz geçtiğimiz ay yaptığı açıklamada, ülkesinin Hürmüz ile ilgili planlamalarda etkisi olduğunu belirtmesi de Körfez ülkeleri ile yakınlaşmanın bir çıktısı.
İsrail’in bugün birkaç Körfez ülkesiyle derin ilişkisi olduğu biliniyor. Bu ülkelerle başta istihbarat paylaşımı olmak üzere, güvenlik ve teknoloji alanında işbirliği zemini oluşmuş durumda. Bu ilişkilerin ete kemiğe daha çok büründüğü ülke ise aynı zamanda Körfez’de keskin İran karşıtı duruşu ile bilinen BAE.
- BAE’nin de facto lideri, Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in Washington ve diğer Batılı başkentlerde İran karşıtı lobi için milyonlarca dolar harcadığı biliniyor. BAE’yi oluşturan emirliklerden Abu Dabi’nin yönetimini de yürüten Muhammed bin Zayed’in İsrail ile ilişkilere özel önem verdiği bir sır değil.
Yakın dönemde Abu Dabi’ye ziyarette bulunan İsrailli bakan, siyasetçi ve istihbarat yetkililerinin sayısındaki artış da dikkat çekiyor.
Tahran'ı bölgeden süpürme
İsrail matruşkasında üçüncü hedefin ise, ABD’nin 2003 yılında İran’ı işgali ile birlikte önce Irak, sonra da Arap Baharı ertesinde Suriye’de askeri varlık kazanan İran ve ona bağlı güçleri süpürmek olduğu gözleniyor. Tel Aviv yakın zamana kadar sadece Suriye’de Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı güçleri hedef alıyordu. Ancak Temmuz ayı ile birlikte İsrail, İran hedeflerine yönelik saldırılarını Irak’tan Lübnan’a kadar geniş bir sahaya yaymış durumda. Anlaşılan o ki, Haziran ayının son haftası Tel Aviv’de bir araya gelen ABD, İsrail ve Rusya Ulusal Güvenlik Danışmanları, Tel Aviv’in Tahran’ın canını acıtacak hamleler yapması konusunda kendisine açık çek sunmuş.
Temmuz ayında İran destekli Haşdi Şabi milislerinin üs ve cephaneliklerine F35 ve SİHA’lar ile saldırılar düzenleyen İsrail, Ağustos ayı içerisinde de sırasıyla Irak, Suriye ve Lübnan’da Şii milisleri ve Hizbullah’ı doğrudan hedef aldı. Bu saldırılara Batılı ülkelerden de, Arap devletlerinden de herhangi bir güçlü tepki gelmedi. Hatta ABD yönetimi, bölgedeki Tahran destekli güçleri hedef alan İsrail’e en üst düzeyde destek verdiğini belirtti. Suriye’de önemli bir oyuncu olan Rusya’nın İsrail karşısındaki sessizliği de not edilmeli.
İstikrarsızlık ve şiddet dalgası
Sonuç olarak hem ABD hem de İsrail, İran tehlikesi/tehdidini kullanarak bölgeyi kendi güvenlik stratejileri doğrultusunda dizayn etmek istiyor. Tahran’ın köşeye sıkışan aslan misali yaptığı hamleler hem Washington’a hem de Tel Aviv’e bölge ülkelerini özellikle Körfez’in korkularını kullanarak, stratejilerini derinleştirme imkanı veriyor.
BAE ve Suudi Arabistan gibi Arap Baharı’nın getirdiği değişim dalgasıyla korkuya kapılan ve statükoyu koruma derdine düşen ülkeler de bu stratejiye gönüllü katılım sağlıyor. Çin’in sadece ekonomik ve siyasi değil askeri anlamda da gücünü keskinleştirmesi, Washington’un bölgedeki askeri varlığını daha da güçlendirmesini beraberinde getirecektir. Bu da bölgemizin, daha uzun yıllar sürecek bir istikrarsızlık ve şiddet dalgasıyla başbaşa kalacağını gösteriyor.