İş insanlarına jeopolitik dersleri

Türkiye’nin Batı ittifakına alternatif arayışı içinde olduğu bir dönemde, iş insanlarının sadece kasalarıyla değil, kafalarıyla da sürece katkıda bulunmaları gerekir.
Türkiye’nin Batı ittifakına alternatif arayışı içinde olduğu bir dönemde, iş insanlarının sadece kasalarıyla değil, kafalarıyla da sürece katkıda bulunmaları gerekir.

Gelecekte “yaşanabilir” bir dünya kurabilmek, geçmişte kurulmuş “yaşanabilir” dünyaları tanımakla kolaylaşabilir. Özellikle zaman bakımından bize çok yakın olan ve bağrında “yetmiş iki milleti” barındıran Osmanlı toplum düzeninin bu bağlamda son derece önemli olduğuna inanıyorum.

Kapitalizm, savaş demektir! Bu yargıyı ağır buluyorsanız, buyurun son büyük kapitalizm tarihimize kısa bir göz atalım: “On dokuzuncu yüzyıl, kapitalizmin zaferine tanık oldu; yirminci yüzyıl ise tarihteki en kanlı savaşlara.

Savaş da, toplum da dönüştü; aralarındaki bağ neydi? Kapitalizm hangi bakımlardan savaşı dönüştürdü? Kapitalist sistem savaşı yayma veya kolaylaştırmadan sorumlu muydu? Yüksek sayıdaki ölümlerin hesabını ona mı sormalıydık?

Boris Urlanis, kapitalizmin çeşitli aşamalarındaki Avrupa savaşlarında meydana gelen ölümlerde giderek artan bir hızlanma bulmuştu: Erken kapitalizm evresinde (1600-1699) yılda ortalama 33 bin olan ölü sayısı, (1700- 1788) döneminde 44 bin oldu. Sanayi kapitalizminin başlamasıyla (1789-1897) bu rakam 62 bine, ‘emperyalizm’ ile de (1898-1959) patlayarak tam 700 bine ulaştı. Fazla söze hacet var mı?”1

Gençlik yıllarımda bir yandan şirketlerde yönetici veya danışman olarak çalışıyor; bir yandan da iktisat ve siyaset klasiklerinden öğrendiklerimi Bilim ve Sanat Vakfı’nda öğrencilerle paylaşıyordum. Bunların arasında Çinli Suma Çien de vardı, İbn Haldun da; Max Weber de vardı, Immanuel Wallerstein de. Her zaman çağdaş bir yoruma muhtaç olsalar da, klasiklerin birer işaret feneri olduğuna inanıyorum. Hepsinin aşağı yukarı odak noktaları 3S: Siyaset, Sermaye, Savaş.

Klasiklerin modası geçmez!

İbn Haldun yahut Marx, Weber yahut Hayek, Durkheim yahut Wallerstein... hep bizimle olacaklar. Onların kuram yahut analizlerini bir inanç (veya çıkar) meselesi haline getirenler de hep olacak. Karşıtları zaman zaman esip gürlese bile, klasikleşen fikirler toprakla örtülü bir ateş gibi yanmaya devam eder. Şimdiye kadar dört cildi yayınlanan Modern Dünya-Sistem de artık klasik bir eserdir. İki araştırmacı, iktisat alanında bir esere klasik diyebilmemizin altı şartı olduğunu söylüyordu:

  1. Eser, söz konusu disiplinin metodolojisini ilerletmiş ve bu gelişmeyi kullanarak yeni içgörüler ortaya koymuş olmalıdır.
  2. Eser, kendi alanında daha önceki fikir ve anlayışları içeriyor olmalıdır.
  3. Eser, iktisatçı olmayanlar tarafından bile, iktisadî meselelerde bir kaynak malzeme olarak kullanılabilmelidir.
  4. İktisatçılar ve diğer sosyal bilimciler tarafından ise metodoloji, felsefe ve politika gibi daha geniş bağlamlarda kaynak olarak kullanılabilir olmalıdır.
  5. Eserin iktisat dışında da araştırma gündemlerini etkilemiş olduğu kanıtlanmış olmalıdır.
  6. Eserin etkisi kültürler-arası ve zamanüstü olmalı; her dönemde yeniden okunma arzusu doğurmalıdır.2

Komünizmlerin sonu, Paxamerika’nın da sonuydu!

İktisat disiplini bağlamında söylenenlerin birçok disiplin için geçerli olduğuna ve Wallerstein külliyatının böyle bir testten rahatlıkla geçebileceğine inanıyorum. Burada sadece Jeopolitik ve Jeokültür’de (1991) dile getirdiği ve ayrıca eserin Türkçe çevirisi için kaleme aldığı önsözde (1993) eklediği dört tespit ve içgörüyü paylaşmakla yetineceğim.

1.Komünizmlerin sonu ani ve öngörülmeyen bir olay değil, daha geniş bir sürecin parçasıdır ve bu sürecin esas unsuru, dünya-sistem içinde Amerikan hegemonyasının son bulmasıdır. Evet, 1989, Pax-Americana’nın sonudur.

2.SSCB yok artık. Avrupa kıtası üzerinde Marksist-Leninist rejimler yok. Irak ile ABD arasında bir savaş yaşandı. Yugoslavya parçalandı ve çeşitli parçaları birbirleriyle savaş içindeler. Körfez savaşında askerî bakımdan o denli kararlı ve kuvvetli gözüken ABD ve müttefikleri, Bosna’da akan kanı durdurma veya Somali’de bir çözüm yolu bulma hususunda iktidarsız veya isteksiz olduklarını gösterdiler. Belki hem güçsüz hem gönülsüzdüler.

3.Türkiye için bir iki yıl önce jeopolitik vuzuh olan durum, yerini jeopolitik belirsizliğe bıraktı. Önceleri, Türkiye NATO’nun bir parçasıydı. Bu örgüt, SSCB karşısında açık bir muhaliflik misyonu olduğunu ileri sürüyordu ve bütün diğer konular bu misyona tâbiydi. Bugün Orta Asya, Kafkasya ve Balkanlarda –çoğu kargaşa içinde olan– yeni bağımsız devletler var; Türkiye’nin bunlarla dinsel, tarihsel ve dilsel yakınlıkları bulunuyor ve bunlar Türkiye’nin kendileri bakımından aktif bir konuma sahip olmasını bekliyorlar. Ancak bu Amerikan hegemonyası-sonrası dünyada, tam olarak ne tür bir politikaya sahip olması Türkiye için anlamlıdır? Bu alanların gelişimiyle alakadar olan (bunda çıkarları bulunan) diğer bölgesel güçlerle nasıl bir ilişki içinde bulunmasının iyi olacağını düşünüyor? FKÖ ile İsrail arasındaki uzlaşma da önemli bir dönüm noktasına işaret etmektedir ve Türkiye’nin bu uzlaşmanın, kendisiyle Arap devletleri arasında yıllardır süregelen kararsız konum bakımından içerimleri üzerinde kafa yormasına sebep olacaktır.

4.Fakat bu değişimlerin sonucu olarak Türkiye’nin karşı karşıya geldiği jeopolitik meseleler, jeokültürel meselelerin yanında solda sıfırdır. Türkiye’de insanlar kimlikleriyle çok alakadar hale gelmiş bulunuyorlar: Batılılarca empoze edilen ve hiyerarşik bir dünyada gerçekte onları dışlamış olan, onları (bugün de) tâbi durumda tutan bir sözde evrenselcilik içinde tarihsel olarak inkâr edildiğini hissettikleri bir kimlik. Kimliklerimizi kısmen gururumuz yüzünden ve değerlerimizi muhafaza niyetiyle, fakat kısmen de korkumuzdan ve devletimizin bizi fiziksel ve kültürel bakımdan koruyacağına dair inancımızı yitirdiğimiz için öne çıkarıyoruz. Kimlik siyaseti, özgürleştirici fakat aynı zamanda çatıştırmacıdır. Mesele, herhangi birine saygısızlık etmeden çok sayıda kimliğe yer bulacak ne türde yeni bir ahlâkî (moral) düzen inşa edebileceğimizdir. Bu, geçmişteki mitik bir dünyaya dönme meselesi değil, büyük zahmetlerle gelecekteki yaşanabilir bir dünyayı kurma meselesidir.3

Avrupalı Türkiye büyük meseledir!

Wallerstein ile 2004 yılında bir araya geldik ve Bilim Sanat Vakfı’nda uzun bir sohbet yaptık. İznini alarak Jeopolitik ve Jeokültür’ün son baskısına eklediğim bu söyleşide, önceki görüşlerine şunları ilave ediyordu:

1.Avrupalılar, Amerikan askerî gücünün sınırlarını görüyorlar. Gelişmeler Avrupa Birliği’ni pekiştirecek yöndedir. Belki farklı viteslerde yol alacaklardır ama, kültürel, siyasal ve özellikle ekonomik bakımdan Avrupa Birliği gelişecektir. Avrupa’nın iki problemi vardır; biri Rusya, diğeri Türkiye. Rusya problemini çözeceklerdir, çünkü bu onların problemidir. Türkiye’ye gelince, buna cevap vermek, Avrupa’nın kendini çokkültürlü bir bölge olarak algılamaya hazır olup olmadığına bağlıdır. Avrupa bu hususu kararlaştırmış değil. Eğer karar vermezse, bu Türkiye’den çok Avrupa’ya zarar verecektir.

2.Türkiye, Avrupalı mıdır? Hangi vasfıyla Avrupa Birliği’ne dahil edilecektir? Önümüzdeki on yılların en önemli jeopolitik konularından biridir bu. Bu soruya akıllı bir cevap 16’ncı yüzyıldan başlamak zorundadır. O devirde Osmanlı İmparatorluğu anti-Avrupa idi; Hıristiyan Avrupa dahil her yere yayılmakta olan bir Müslüman imparatorluk.

Başarısız Viyana kuşatmasından sonra Osmanlı İmparatorluğu tedricen gerilemeye başladı ve 19’uncu yüzyılda Avrupa’nın hasta adamı oldu. Ama dikkatinizi çekerim, “Avrupa’nın” hasta adamı!

3.1990’larda Batı Avrupa, Doğu ve Orta Avrupa’yı eklemlemekle meşguldü. Bu arada Türkiye’de müthiş bir gelişme oldu ve İslamcı bir hareket iktidara geldi. Görülmemiş derecede “ılımlı” bir İslamcı hareketti bu ve Avrupa ile bütünleşmeye devletçi ordudan daha fazla can atar oldu. İktidardaki İslamcılar Avrupa’yı kendi medenî (sivil) haklarının teminatı sayıyorlardı. Kürtler de öyle. ABD de Türklerin Avrupa ile entegrasyonuna sıcak bakıyor. Bu yolla Türkiye’nin Batı dünyasıyla, dolayısıyla ABD ile bağları koparmasının önüne geçilebileceğini hesaplıyor.

4.Avrupa içinse mesele, geleceğini Hıristiyan bir kültüre mi, yoksa seküler bir kültüre mi dayandırıyor olacağıdır. Avrupalılar bugün, Vatikan’ın da baskısıyla, anayasalarında Avrupa’nın Hıristiyan mirasına atıf yapılıp yapılmaması gerektiğini tartışıyorlar. Bazılarına göre Türkiye’nin üye yapılması kargaşayı arttıracaktır. Bazıları ise bunun tersini düşünüyor. Türkiye’nin üyeliğe alınmaması Büyük Orta Doğu denklemine devasa bir faktör ilave edebilir. Avrupa’dan dışlanacak olursa Türkiye, şimdiki “ılımlı” İslamcılığın yerini daha az ılımlılar alabilir ve bu Avrupa’yı derinden etkiler. “Avrupalı Türkiye” küçük, sıradan bir mesele değildir.

Ahlâkî bir düzen arayışı

Evet, Wallerstein önümüzdeki temel meselenin çok sayıda kimliğe yer verecek, onları birbirleriyle çatıştırmayacak veya herhangi birini ezmeye kalkışmayacak “ahlâkî bir düzen” inşa etmek olduğunu söylüyor. İslâm ve Osmanlı tarih çalışmalarının bize böyle bir düzen kurma yolunda muazzam ölçüde yardımcı olabileceğine inanıyorum. Nitekim kendisi de Jeopolitik ve Jeokültür’ün son cümlesinde, “doğrusal evrenselciliğin tahrif edici gözlükleri kullanılmadan geçmiş tarihsel sistemlerin incelenmesinin bu mücadelede aslî bir unsur olabileceğini” söylüyor. Gelecekte “yaşanabilir” bir dünya kurabilmek, geçmişte kurulmuş “yaşanabilir” dünyaları tanımakla kolaylaşabilir. Özellikle zaman bakımından bize çok yakın olan ve bağrında “yetmiş iki milleti” barındıran Osmanlı toplum düzeninin bu bağlamda son derece önemli olduğuna inanıyorum. Bir dünya imparatorluğu çerçevesi içinde yaşanan bu tecrübenin bir dünya-ekonomi çerçevesi içinde ihyası elbette çok zor. Ama bu, dünya-ekonominin de zeval saatinin yaklaştığını düşünenler için ümitsiz değil.

Wallerstein bu hususta oldukça net: Tarihsel bir dünya-sistem olan kapitalist dünya-ekonominin kaçınılmaz “son”una yaklaşmakta olduğumuzu ve müstakbel “iyi” sistemler üzerinde kafa yormanın hepimizin sorumluluğu olduğunu söylüyor.

Türkiye’nin Batı ittifakına alternatif arayışı içinde olduğu bir dönemde, iş insanlarının sadece kasalarıyla değil, kafalarıyla da sürece katkıda bulunmaları gerekir.

1.Mark Harrison: “Capitalism at War,” in The Cambridge History of Capitalism, Volume II: The Spread of Capitalism from 1848 to the Present, ed. L. Neal and J. G. Williamson, Cambridge University Press, 2014, s. 348.

2.Richard E. Gift ve Joseph Krislov: “Are There Classics in Economics,” The Journal of Economic Education, Vol. 22, No. 1. Kış 1991, s. 27-32.

3.Immanuel Wallerstein: Jeopolitik ve Jeokültür (Türkçesi: Mustafa Özel), İstanbul: Küre, 2016.