Dünya siyasetinde yeni merkez arayışı
Son Avrupa Parlamentosu Seçimi ve Temmuz ayının başında yapılan Yunanistan Genel Seçimleri, dünya siyasetine ilişkin ciddi bir ihtimali tartışma gündemine taşıdı.
Sonuçlara ilişkin ilk analizler, sağ ve sol kanatlarıyla popülist siyasi hareketlerin ‘doğal’ sınırlarına eriştiğine, bu trendin yükselme eğiliminin sona erdiğine işaret ediyor.
Bunun pek çok sebebi var tabii. Her şeyden önce popülizm başlı başına bir politik ideoloji değil. Popülist siyasi hareketleri, büyük sosyal meselelere ilişkin güçlü fikri temellere yaslanmış, hedefleri ve kalıcı gündemleri olan uzun ömürlü yapılar olmaktan ziyade, yükselen toplumsal memnuniyetsizlikleri siyasi ajitasyon diline tercüme edebilen ‘geçiş dönemi akımları’ olarak tanımlamak çok daha doğru bir tespit olacaktır.
Her siyaset biraz popülisttir
İkinci olarak, halk oyunun belirleyici olduğu demokratik rejimlerde hemen her siyasi hareket o veya bu ölçüde popülisttir veya popülist olmak zorundadır. Kitlelerin, milletin, halkın, populus’un dilini konuşmayan bir politik hareket varlığını sürdüremez, en azından kitleselleşemez ve iktidar olamaz. Popülist bir siyasi hareketi popülist olmayan bir siyasi hareketten ayıran şey de çoğu kez dozdur. Son dönemde popülizmin yükselişi karşısında klasik merkez partilerinin de çeşitli ölçülerde popülistleştiğini ve böylece türedi popülist hareketlerin oyun alanını biraz daralttığını söylemek mümkün.
İvme kaybının üçüncü sebebi ise, program eksikliğidir herhalde. Popülist siyasi hareketler, doğaları gereği, demagojik yöntemlerle iktidarı elde etseler veya iktidar ortağı olsalar bile, çoğu kez dört başı mamur, tutarlı ve sürdürülebilir politik programlardan mahrumdurlar. Bu durum çözmeyi vaat ettikleri meseleler konusunda duvara toslamalarına sebep olabiliyor. Hatta bazı durumlarda popülist hareketler, karşı karşıya oldukları meselelerin cesameti karşısında pısıyor, vaatlerinin tam aksi yönde hareket etmek zorunda bile kalabiliyorlar.
Onlar da çare değilmiş
Popülizm, potansiyel sınırlarına varıp çoğu örnekte çözüm üretmek yerine çözümsüzlüğü büyütünce seçmen yeni arayışlara yöneldi. Ancak bu arayışta, ilginç bir şekilde, yüzünü döndüğü ilk adres, sağıyla soluyla eski merkez siyasetin parti ve liderleri olmadı. Bu durum, 20. yüzyılda demokratik sistemlere hükmeden, sağ-sol cepheleşmesine dayalı kurumsal siyaset nizamının tarihsel olarak aşılmakta olduğuna işaret ediyor belki de. Bunu, liberal-muhafazakar ikiliğine dayanan 19. yüzyıl müesses nizamının sosyalist işçi partilerinin yükselişiyle aşıldığı 20. yüzyıl başındaki büyük dönüşüme benzetmek de abartılı bir analiz olmaz tahmin ediyorum.
Sağ-sol veya sosyalist-muhafazakar ayrımına dayalı eski siyasi nizam aşıldığı takdirde yerini nasıl bir düzenin alabileceği konusundaki ipuçlarından birini, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde müşahede etmek mümkün. Sonuç tablosuna göre, sağ ve sol popülist hareketler yerinde sayarken (ve hatta gerilerken), eski merkez siyaset aktörleri de kısmi bir güç kaybına uğradılar. Kazanan tarafta yer alan Liberaller ve Yeşiller ise koltuk sayılarını kayda değer ölçüde artırdılar.
Bu sonuç, seçmenin iktidarı Liberaller’e veya Yeşiller’e bırakmaya hazır olduğu anlamına gelmiyor elbette ancak bu ihtimalin çok güçlendiği de açık. Bu başarının elde edilmesinde söz konusu partilerin AB yanlısı, uluslarüstü politikalarının ve Yeşiller özelinde iklim krizinin etkili olduğunu söylemek mümkün –çevreci hareketler eskiden uzak gelecekten bahseden distopik siyasetler olarak değerlendirilirken, global çapta yaşanan ürkütücü iklim felaketleri bu hareketleri ciddiye alan seçmenlerinin sayısını gün geçtikçe artıyor.
Demokratik dünya siyaseti büyük bir dönüşümün eşiğinde, pek çok alametler belirmiş durumda, ilginç zamanlara doğru hızla ilerliyoruz. Bu sarsıntıdan biz de etkileneceğiz belli ki ama dünya, popülist cehennemden farklı bir istikamete dümen kırmış durumda neyse ki…