Darbenin dış dinamikleri: Batı'nın derin ve hesaplı suskunluğu
“Tam Bağımsızlık” ve “Hâkimiyet-i Milliye” gibi Cumhuriyetin iki temel kuruluş felsefesine sahip çıkmak uğruna hayatını kaybeden 250'den fazla masum sivil ve güvenlik görevlisinin anısına hürmeten, Batı ittifakına mensup devlet başkanlarından neredeyse hiç destek ve başsağlığı mesajı gelmedi. Buna mukabil, Türkiye en yakın ve en hızlı desteği, 70 yıldır bağlı kaldığı batı ittifakı yerine ittifak dışından, Rusya’dan, İran’dan ve Çin’den gördü. Tüm bu gelişmeler ve reaksiyonlar Batı’da Türkiye’nin varlığına karşı sistematik bir tutum ve çaba olduğuna ilişkin izlenimlerini – inkâr edilemez biçimde - pekiştiriyor
Mart 1947’de, ABD Başkanı Truman’ın Kongre konuşmasıyla başlayan Türkiye-Batı ittifakı belki de tarihinin en kritik dönemine girdi.
Bir süredir başta Amerikan medyası olmak üzere Batılı medya ve entelijansiyası Türkiye’nin NATO da dâhil olmak üzere Batı ile ittifakının sorgulanması gerektiğini merkez alan, Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında “köprü” rolünün belki de artık geçerli olmadığına atıf yapan görüşler dillendiriliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden yürütülen Türkiye’yi itibarsızlaştırma kampanyasının Washington merkezli ve çoğu Amerikan Devletinin istihbarat ve savunma birimleri tarafından yönetilen ve kontrol edilen düşünce kuruluşları tarafından da sahiplenilmesi, saldırının boyutunu çok daha kritik bir seviyeye taşıyor. Küresel ölçekte Türkiye’yi yalnızlaştırmak ve şeytanlaştırmak için sistematik bir çaba olduğunu teyit eden çoğu batı kaynaklı bu gelişmeler, 1947’de çimentosu atılan ittifakın ruhu ile çelişkili bir politika oluşturuyor.
Oysa Türkiye, 2017’de 70.yılını devirecek Türk-Batı ittifakına sayısız defa ve fedakârca katkıda bulunmuştu. Kore’de, Bosna’da, Afganistan’da, Somali’de ve NATO’nun dâhil olduğu tüm çatışma ve işbirliği alanlarında NATO’nun beklentilerini fazlasıyla karşılayan Türkiye’nin neden hedef tahtasında olduğunu sorgulamak gerekiyor. Hatta bu sorgulama, 1923’den bu yana bekasına karşı girişilen en büyük saldırının yapıldığı 15 Temmuz gecesi ve sonrasında Batılı başkentlerin büründüğü sessizlikle birleşince çok daha hayati bir boyut kazanıyor.
Nitekim, “Tam Bağımsızlık” ve “Hâkimiyet-i Milliye” gibi Cumhuriyetin iki temel kuruluş felsefesine sahip çıkmak uğruna hayatını kaybeden 250 den fazla masum sivil ve güvenlik görevlisinin anısına hürmeten, Batı ittifakına mensup devlet başkanlarından neredeyse hiç destek ve başsağlığı mesajı gelmedi.
Buna mukabil, Türkiye en yakın ve en hızlı desteği, 70 yıldır bağlı kaldığı batı ittifakı yerine ittifak dışından, Rusya’dan, İran’dan ve Çin’den gördü. Tüm bu gelişmeler ve reaksiyonlar Batı’da Türkiye’nin varlığına karşı sistematik bir tutum ve çaba olduğuna ilişkin izlenimlerini – inkâr edilemez biçimde - pekiştiriyor. ABD ile Türkiye arasından çatışma veya belki de NATO’dan kopuş sürecine taşıyabilecek bu kampanyanın asimetrik psikolojik harp tekniklerini andıran yapısı, ABD’nin politika yapıcılarının da benzer bir gündemi olduğuna dair şüpheleri artırıyor. Görevi 150 gün sonra devredecek Başkan Obama’nın yardımcısı Joe Biden’ın 24 Ağustos’da yapmış olduğu resmi ziyaret ve bu ziyaret sırasındaki teatral performansı, diplomasi dilinde bir özür diplomasisi olarak tanımlansa da akıllardaki gerçek soruları tam anlamıyla cevaplamaktan hayli uzak kalıyor. O halde sormak gerek: Neden?
Neden, Dünya ekonomisinin hala yüzde 50’sini üreten ve askeri harcamalar itibarı ile yüzde 70’ini meydana getiren Batı ekonomileri ve onların başını çektiği işbirliği ve güvenlik yapıları, Dünya ekonomisinden yüzde 1.5-2 oranında pay alan Türkiye’yi hedef tahtasına koyuyor?
Neden örneğin ABD, Türkiye’nin 15 Temmuz da yaşamak zorunda kaldığı bu kalkışma, ihanet çemberi, işgal - veya adına ne derseniz deyin- bu aleni düşmanlığının arkasında olduğu malum suçluyu iade etmek konusunda imtina ediyor?
Ezcümle, ABD Türkiye’den ne istiyor?
Bu sorunun cevabını arayan çoğu uzman bugüne kadar konuyu sadece bölgesel ve sınır güvenliği ekseninde değerlendirdi. Türkiye’nin zor bir eşikten atlamaya çalıştığı malum. O nedenle doğal refleksin bölgesel güvenlik ekseninde konuyu değerlendirmek olması anlaşılabilir.
Ancak içinden geçmekte olduğumuz durumun bir de rakamlar ile izah edilen kısmı var ki, o bizlere tüm bu yaşadığımız tecrübenin aslında çok daha büyük bir resme ait olduğunu ve o resmin sadece Türkiye’nin değil çok daha geniş bir coğrafyanın hatta tüm küresel sistemin akıbetiyle ile alakalı olduğunu fısıldıyor. Bu fısıltılardan yakaladığımız gerçekler ise bize tarihin derinliklerinden gelen unutulmuş, göz ardı edilmiş veya hiç bilinmeyen gerçeklerin, günümüze düşürdüğü izleri takip etmemizi söylüyor.
Bu izleri takip ettiğimizde ABD’nin Türkiye’den ne istediğini anlamak çok daha kolaylaşıyor.
Her şey “zenginlik ve güç” için…
Devletler “Parasal güç”leri nispetinde güç sahibi olurlar. Eğer sağlıklı bir ekonomik yapıya ve finansal sisteme sahip değilseniz, parasal gücünüz de sınırlıdır.
Diğer ifade ile parasal gücünüz yoksa veya sınırlıysa, başka devletlerin veya aktörlerin normal koşullarda yapmayacağınız şeyleri size yaptırmalarına veya almayacağınız kararları aldırtmalarına engel olamazsınız.
ABD’nin kuruluşu da tam da böyle bir arayışın sonucudur.
ABD’nin kuruluş hikâyesi eşitlik, özgürlük, adalet mücadelesi diye anlatıldıysa da, 4 Temmuz 1776 bağımsızlık bildirgesine giden yolun taşları Amerikalıların İngiliz ve İskoç tütün lordlarına aşırı borçlanmasıyla döşenmişti. Amerikalılar için ezici borç yükünden kurtulmanın en kolay yolu, İngiliz hâkimiyetine karşı toptan ayaklanmak ve savaşın yarattığı borç erteleme ve borcun kaldırılması çaresine sığınmaktı. Nitekim öyle de yaptılar. Bir borçtan kaçmak için girişilen bağımsızlık mücadelesini yine başka bir borç sarmalıyla finanse ettiler. Amerika’nın kurucu babalarından biri ve 2. ABD Başkanı olan John Adams tüm savaş sürecini Hollanda’daki para tüccarlarının kapılarını çalmakla geçirmişti. Böyle bakıldığında ABD’nin gerçek kurucu babası paranın gücüydü ve kurulan devlet ise tam anlamıyla piyasanın önceliklerini zımnen savunan bir “Piyasa Devleti”ydi.
Amerikan Piyasa Devleti, kadim Doğu’nun; bireyci ve mülkiyetçi zihne sahip olmayan Türkiye, Çin ve İran gibi devlet yapılarının aksine, “açgözlülüğün toplumları ileri taşıyacağını” düşünen, piyasacı yaklaşımla biçimlendirilmiş ve parasal güçle inşa edilmişti.
Bu yapısal ve zihinsel farkın soğuk savaş sonrası tek kutuplu dünyanın görece barışçıl dönemlerinde uyuşmazlık veya çatışma doğurmamış olması farklılıkların var olmadığı anlamına gelmiyordu. Ne var ki bu farklılıkların açığa çıkacağı eşitler arası diyalog 2008 yılındaki mali krize kadar kurulamadı.
ABD ise bu zaman zarfında IMF, Dünya Bankası gibi yapısal güç araçları ile küresel ticari ilişkiler ve parasal döngülerin üzerinde tam ve sorgulanmaz bir hâkimiyet inşa etti.
Bu ise ABD’ye “süper güç” olma statüsü kazandırdı. Amerikan’ın bu statüsü aynı zamanda, kuruluşundan bu yana varlığının bir parçası olmuş olan borçlanma alışkanlığını ve 1980’lerin başından itibaren tüm dünyaya yaygınlaştırdıkları aşırı tüketimin finansmanını “ikiz açık” oluşturma pahasına temin edebildi.
1980’ler boyunca “ikiz açık” durumu ABD’yi dünyanın en büyük net borç veren pozisyonundan, Dünya’nın en büyük borçlusu konumuna getirdi. 1997 Asya Krizine kadar Amerikan’ın aşırı borçlanması ve tüketiminin finansmanını başta Japonya olmak üzere Avrupa Birliği karşılamıştı. Ancak 2000’li yıllardan itibaren bu görevi Çin üstlendi. Çin komünist rejiminin birikimleri, Batı kapitalizminin en büyük Piyasa Devleti olan ABD’nin tüketimini finanse ediyordu.
ABD, kuruluşunun da baş mimarı olan borçlanma sarmalı tehdidini, Doların ayrıcalıklı uluslararası rezerv para statüsü ile bertaraf ediyordu. Doları basma yetkisine sahip olan ABD için ulusal güvenlik riski aşırı ve karşılığı olmayan borçlanmadan çok, Doların küresel sistemdeki etkinliğinin yitirilmesi ihtimaline dayanıyordu. O nedenle finansal liberalizasyon dönemi boyunca küresel ölçekli ve doların dolaşımda kalmasını olabildiğince artıran türev finansal araçlar meydana geldi. Niall Ferguson’un çalışmasına göre 2008’deki küresel mali kriz öncesinde dünyanın hesaplanabilen ekonomik büyüklüğü yaklaşık 2006 yılı için 50 trilyon dolar iken, aynı dönemde sermaye piyasalarında işlem gören borçlanma araçlarının 70 trilyon ve menkul kıymetleştirilmiş türev finansal araçlarının toplamı ise 400 trilyona ulaşmıştı. Diğer bir ifade ile Amerikan hegemonyasının ana direği olan Dolar sadece 50 trilyon dolarlık üretim ekonomisinde değil, onun 20 katı büyüklüğündeki parasal sistemde de hâkimiyet kurmuştu.
Finansal piyasaların küreselleşmesi ile birlikte karmaşıklaşan ve uluslararası düzenleyici ve denetleyici otoritelerin kontrol sağlayamadığı piyasalarda meydana gelen sistemik riskler en sonunda 2008’de büyük bir mali krize kapı araladı. Lehman Brothers adlı yatırım bankasının batışı ile sembolleşen kriz, Nobel ödüllü ekonomist Stiglitz’in deyimiyle “Kapitalizmin Berlin Duvarı”nı andırıyordu. Stiglitz 2008 Eylül’de New York Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, “Serbest Piyasa öldü. Bu neo-liberal fikirlerin sahtekârca olduğunu zaten biliyorduk. Bugünler bunu sadece teyit etti. Amerika uzun bir süredir bu işe yaramayan serbest piyasa ideolojisi üzerinden piyasanın menfaatlerini kollamayı tercih etti. Temelden sakat bir fikrin üzerinde başka ekonomileri biçimlendirdik. Bugün Amerika’nın itibarı sıfırlanmıştır” demişti. Amerikan düşün dünyasının en önemli temsilcilerinden ve Thomas Jefferson ekolünün ikon isimlerinden Gore Vidal ise, 2010’da BBC Radyosu’na verdiği demeçte, Amerika’nın fikri olarak öldüğünü, Roma’nın bile M.S. 4. yy’da çöküşün eşiğindeyken bu kadar kötü durumda olmadığını söylemişti.
2008 Küresel Mali Krizi adeta bir katalizör görevi gördü. Tüm siyasi ve ekonomik dengeleri bozacak gelişmelere kapı araladı. Uluslararası parasal gücü elinde bulunduran ABD’nin hegemonyasına karşı, Batı dışı ekonomilerin temsilcilerinden yeniden yapılandırma talepleri yükselmeye başladı.
Kriz aynı zamanda ABD için doların statüsünü tehdit eden öngörülmeyen ulusal güvenlik açıkları da meydana getirmişti. ABD Doları’na olan güvenin esası Amerikan ekonomisinin kontrol ve denetim mekanizmalarına sahip olduğu varsayımıydı. Ancak açığa çıkan gerçekler, Amerikan ekonomisinin aslında ne kadar zaaf içinde olduğunu gösterdi. Ve aslında batan bankalardan, tepetaklak olan ekonomik parametrelerden çok daha vahim olanı uluslararası parasal sistemde ABD dolarına olan güvenin sarsılmasıydı.
Dolara ve Amerikan ekonomisine duyulan güven bunalımı, 21.yy ilk çeyreğinde muazzam bir ekonomik büyüme hamlesi yapan Çin gibi Batı dışı ekonomilerin küresel güç dağılımının etkinliklerinin artmasına gerekçe oluşturdu. Küresel sistem Batı’dan Doğu’ya, Atlantik’ten, Pasifik’e doğru kayarken, siyasi dengelerde de büyük ve geriye dönülemez ölçüde dönüşümler gerçekleşmeye başladı. Ne tesadüftür ki, Ortadoğu’da sınırların değişmesine neden olan iç savaş silsilesinin başlangıcı olan Arap Baharı bu radikal paradigmal değişimler ile eş zamanlı ortaya çıkmıştır.
Ancak bu paradigmal dönüşümün asıl itici kuvveti, 2008 krizine kadar geçen süreyi iyi değerlendiren Çin ve diğer Doğu Asya ekonomilerinin ekonomik bağımsızlık boyutunda güçlenmiş olmalıdır. Ekonomik yapılarını doğru biçimde örgütleyen çoğu Doğu Asya ülkesi dışarıdan gelebilecek muhtemel baskılara karşı kendilerini izole etmeyi başarabildi ve Çin gibi çok az sayıda ülke ise daha büyük bir otonomi/özerklik elde ederek kendi bölgelerinde ve yakın coğrafyalarında olayları ve sonuçlarını değiştirebilecek yetkinliğe sahip olmaya başladı. Bu durum devletler sistemindeki ABD’nin soğuk savaşın sona ermesinden bu yana üstlendiği hegemonyal statünün sarsıldığı hatta önemli ölçüde sona erdiği anlamına geliyordu.
Batı merkezcil küresel ekonomik sistemin ilk önemli yapısal depremine neden olan 2008 krizi en dramatik dönüşümü ise uluslararası parasal sistemde meydana getirdi. Çin ulusal para birimini uluslararası rezerv para statüsüne yükselterek bölgesel ticarette dolaşımını yaygınlaştırmaya başladı. Bununla da yetinmeyerek batı dışındaki yükselen ekonomiler küresel ticaretin yönetişiminde daha fazla söz sahibi olmaya başladı. 19 Nisan 2016’da Çin’in ulusal para birimi ile fiyatlandırılan altın sabitlemesine geçilmesi ve ulusal rezervlerindeki Amerikan varlıklarının her geçen yıl azaltılması politikası parasal özerklik ve gücün artırılması yönündeki en belirgin hamlelerdi. Amerika’nın parasal gücünün ulusal güvenliğin baş parametresi olduğunu kabul eden Washington’da küresel ticaretin Çin ve diğer batı dışı ekonomilerin inisiyatifine geçme ihtimali endişeli tepkileri açığa çıkardı. Çin’in Avrasya ticari havzasında yeni bir ticari alan oluşturma arayışlarına ise ABD’nin tepkisi gecikmedi.
Obama yönetimi 2012 yılından itibaren büyük ölçüde Çin ve diğer yükselen ekonomilerin güdümüne girmeye başlayan Dünya Ticaret Anlaşması’nı ikame etmesi için Trans-Atlantik ve Trans-Pasific Ticaret ve Yatırım Anlaşmalarını ABD’nin ulusal finansal ve ekonomik güvenliğini garanti altına almak için harekete geçirmişti. Bu çabalar Amerikan kamuoyunda sınırlı destek almasına rağmen, Washington, hegemonyal gücünün azaldığı dünya ticaretinde yeni yüzyılın ticari kurallarını belirlemek, dolayısı ile küresel ticarette ABD Dolarının kullanımının devamını sağlamak konusunda çok kararlı politikalar yürütüyor. Hem Pasifik’teki 12 ülkeyi hem de AB’yi, Çin başta olmak üzere Batı dışındaki ekonomilerin ticari yayılmacılığından ve muhtemel parasal güç mücadelelerinden korunaklı bir bölgeye hapsederek, ABD’nin ekonomik hegemonyal alanını yaratma konusunda istekli ve kararlı.
Ama ne var ki ABD, NATO şemsiyesi altındaki İngiltere, Fransa ve Almanya gibi büyük ekonomiler dahi Washington’un itirazlarına rağmen, Çin’in Avrasya ticari havza açılım projelerine destek vermelerine engel olamadı. Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” ya da kısa adıyla OBOR projesinin kadim İpek Yolu üzerindeki bütünleşmiş altyapı projelerinin finansman yükünü karşılamak üzere kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası – AIIB’nin guvernör ülkeleri arasında yerlerini aldılar. 25 Haziran 2016’da ilk toplantısını yapan AIIB ilk etapta, Bangladeş, Endonezya, Pakistan’daki altyapı projeleri ile Tacikistan-Özbekistan arasındaki otoyol iyileştirme projesine toplamda 509 milyon kaynak aktarıyor.
Çin, deniz yolları üzerinde de kritik hamleler yapıyor. Geçtiğimiz yıllarda Karachi limanına yatırım yaparak, petrol sevk hatları üzerinde stratejik bir ticari üs meydana getirmişti. Çin’in hammadde ve enerji sevk koridorlarında yapmış olduğu liman yatırımlarına yakın tarihte güvenlik boyutu da eklenmiş oldu. 19 Ağustos tarihli Wall Street Journal haberine göre Çin Jibuti’de bir askeri üs kurdu.
Peki Tüm bunlar, Türkiye’yi ve Türk ABD ilişkilerini neden etkiliyor? Sorunun cevabı Avrasya haritasında gizli.
OBOR projesinin karasal bacağı kadim ipek yolundan geçiyor. Türkiye ve Çin arasındaki İpek Yolu’nu demiryollarından oluşan üç koridor üzerinden canlandırmak isteyen Çin, Türkiye’nin de dâhil olduğu “Orta Koridor”a 8 trilyon dolar yatırım yapacak. Çin’in (Doğu Türkistan) Uygur Özerk bölgesinin başkenti Urumçi’den, Orta Asya’daki Türk devletlerini yani Batı Türkistan’ı da içine alarak, Azerbaycan Türk toplumunun yaşadığı İran’ın kuzeyinden Hakkâri merkez olmak üzere Doğu Anadolu havzasından Türkiye’ye giriş yapıp İstanbul’a bağlanacak bir ticari hat kurma projesi var. Bu ticari hat, aynı zamanda yaklaşık 7 bin kilometrelik bir güzergâh boyunca Türkçe konuşan coğrafyayı birbirine bağlıyor. Bu coğrafya aynı zamanda ileri teknoloji üretiminde kullanılan ender madenlerin, lityum, petrol, doğal gaz ile altın gibi gelecek dünya ekonomisinin temel hammaddelerini de topraklarının altında barındırıyor. Çin dünyaya açılmak ve Obama’nın geleceğin ticari standartlarını belirlemesinden korktuğu için toplam değeri 21 trilyon doları bulan ve Türkistan (Doğu ve Batı Türkistan) coğrafyası ile Türkiye’yi içine alan 65 ülkeyi ilgilendiren üçayaklı “Bir Kuşak Bir Yol” projesini 2020 ile 2050 yılları arasında tamamlanmayı planlanıyor.
- Olası tüm senaryolar, ABD’nin Türkiye’yi bu büyük denklemde devreden çıkarmak isteyebileceği ihtimalini güçlendiriyor. Türkiye, Çin’in altına endekslenmiş Yuan’ın dolaşımda olduğu güvenilir ve spekülatif balonların olduğu finansal yapılara müsaade etmeyen yeni çağ ticari dengelerinde kilit taşı niteliğinde bir role sahip olabilir.
Bunun en büyük nedeni ise Çin’in, OBOR projesinin fiziki, ekonomik ve sosyokültürel eksende başarısı için olası istikrarsızlıklara karşı Türkiye’nin bölgesel ağırlığını kullanmak istemesidir.
Zira Çin’in bu bütünleşmiş çıkar perspektifinde ele aldığı OBOR projesinin karşısındaki en büyük tehdit Avrasya’nın istikrarsızlaştırılması ihtimalidir. Afganistan, Pakistan ve Kafkasya’da meydana gelen Selefi radikal yapılanmaların Türkistan coğrafyasında da istikrarsızlığın bir kaynağı olarak kullanılmaya başlanma ihtimali, Çin’in ekonomik çıkarlarına, küresel planlarına tehdit olacaktır.
Bu tehdidin en büyük panzehiri ise, Anadolu İslam kültürünün de kaynağı olan Yesevi kökten beslenen kadim kültürel kodlardır. Bu coğrafya ile Türkiye’nin fiziki, kültürel ve sosyolojik bağları kopmadığı hatta ticaretin ortaya çıkardığı zenginlikle beslendiği sürece, bu stratejik işbirliği Çin’in de ulusal çıkarlarına hizmet edecek, bölgesel ve küresel işbirliği ve güvenlik ağlarını besleyecektir.
Ancak böyle bir ihtimalin Amerikan piyasa devletinin ve parasal gücünün hilafına gerçekleşeceği de malumdur. O nedenle, Amerikan çıkarları için orta ve uzun vadede Türkiye’nin bu büyük Çin ticari ve parasal genişleme stratejisinin kilit rolünden uzaklaştırılması gerekir. Çin açısından ise, Türkiye Yesevi kökten beslenen kadim kodlarının çağdaş normlarla yükseldiği en önemli rol modeli olarak, hem Doğu Türkistan’daki CIA destekli selefi yapılanmaların önünü kesmek için hem de tüm Türkistan ile Rusya’yı da içine alan geniş Avrasya coğrafyasındaki Türkçe konuşan toplulukların istikrarlı bir geleceğin refahından ortak pay alma idealine hizmet etmeleri için çok önemli bir ülke konumundadır.
Çünkü yıllardır manipüle edilen algıların aksine, Türkiye Doğu ile Batı arasında bir köprü değil, Doğu’nun ve Batı’nın, yani Avrasya’nın Kilit Taşıdır. Kilit taşı, yapıyı tamam eden “sina qua non” dur Yani Türkiye Avrasya için olmazsa olmazdır dolayısı ile Çin’in Avrasya Ticari havza planları Türkiye olmazsa gerçekleşemez.
Bugün Türkiye’ye Doğu ve Güneydoğu coğrafyasını Anadolu’dan istikrarsızlaştırmak ve gerektiğinde kopartmak için taşeron terör örgütleri ile saldıran, Devlet yapısını işlevsiz hale getirmek işini devşirme bir örgüte ihale eden ve 15 Temmuz’un acı tecrübeleri ile Türk Milletini sınayan küresel aklın niyeti açıktır. Türkiye’ye dönük bu saldırılar, ABD’nin gelecekteki rolünü garanti altına alma gayretiyle Türkiye ile Çin’in Avrasya Ticari havzası arasındaki güvenlik ve işbirliği bağlarını kopartma hatta Türkiye’yi bu geniş Avrasya denkleminden tamamen çıkartma girişimidir. O nedenle, Türkiye’ye yapılan saldırılar aslında sadece Türk milletine değil, Avrasya’daki tüm kadim kavimlerin refahına, barışına yapılmış bir saldırıdır.
Bu eksende, Türkiye’nin kendisini ve haklı mücadelesini Batı’da keskin önyargıları yıkmak için harcamak yerine, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve Avrasya’nın diğer ülkelerindeki entelektüel çevrelerinde vakit geçirmesi ve ortak güvenlik ve işbirliğinin daha da derinleştirecek formülleri üzerinde durmalıdır.
Ama özellikle Türk-Çin ilişkileri, unutulmuş ortak tarihin iki bin yıllık temelleri üzerinden yeniden inkişaf etmeli ve Türkiye İpek Yolunu yeniden keşfetmelidir.
Atamdan öğrendiğim şu Türkistan Atasözünde bahsedilen kadim yol..
“Kâinatta iki kadim yol vardır. Gökyüzünde Samanyolu, Yeryüzünde İpek Yolu”