Amerikan oligarkların seçim yarışı
Amerika Birleşik Devletleri Anayasa Mahkemesi’nin, 2010 yılında, şirketlerin de insanlar gibi ifade özgürlüğüne sahip olduğunu öne sürerek, seçilecek adaylara sınırsız para yardımı yapabilmesinin önünü açan bir karara hükmetmesi, 2016 başkanlık seçimine de damgasını vurdu. Kararın, Cumhuriyetçilerin başvurusu üzerine 5’e 4 oyla alınması, ABD’de yargı vesayeti ve oligarkların hakimiyeti tartışmasını tetikledi. Hillary Clinton’un ve Donald Trump’ın arkasındaki sermaye grupları ise Amerikan rüyasının bilinçaltına ışık tutuyor.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) seçim sistemine göre seçmenlerin istedikleri adaylara para yardımı yapması yasal bir hak. Ancak, 100 yıldan uzun bir süredir sadece insanlar için geçerli olan bu hak ABD Anayasa Mahkemesinin, 2010’da verdiği bir yargı kararıyla artık şirketler için de geçerli hale geldi. 2012’de iki başkan adayı, Barack Obama ve Mitt Romney, ABD seçim tarihinde o güne kadar toplanmış tüm para yardımlarından daha fazla bir meblağı, 2.4 milyar doları, tek seçimde toplamıştı. Milyar dolarlara hükmeden şirketlerin, kasalarından yüz milyonlarca dolara varan paraları adaylara sınırsız şekilde akıtabilmesinin önünü açan AYM kararı, şimdi Kasım 2016 seçimlerinin de en alevli konusu. Mahkemenin, beyazların ve en zenginlerin temsilcisi olarak bilinen Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının başvurusu üzerine böyle bir hüküm vermesi, mahkeme üyelerinden ikisinin ülkenin en büyük ikinci zengin ailesi olan Cumhuriyetçi Koch Kardeşlerin finanse ettiği etkinliğe katıldıklarının iddia edilmesi, üstelik kararın 5’e 4 bir bıçak sırtı oylamayla alındığıyla birlikte düşünüldüğünde mesele çoktan komplo teorisi boyutuna ulaşmış oluyor.
ABD oligarşik bir rejime doğru mu gidiyor tartışmasını başlatan bu sürecin başlangıcı, ABD’li ünlü eleştirmen ve yönetmen Michael Moore’un, 2004 yılında yayınladığı, Cumhuriyetçi ABD Başkanı George W. Bush’u yerden yere vuran, sinema tarihinde izlenme rekorları kırmış Fahrenheit 9/11 isimli belgesele dayanıyor. Benzer türde karşıt belgeseller çekmek için harekete geçen Cumhuriyetçi partinin eski yöneticilerinden David Bossie, 2001 yılından bu yana başkanı olduğu Citizens United isimli kar amacı gütmeyen organizasyon aracılığıyla Demokrat parti adaylarına karşı sinema filmleri çekmek, karşıt reklam kampanyaları yürütmek gibi faaliyetler yürütmeye başladı. Citizens United, 2008 başkanlık seçimleri öncesinde Demokrat partiden aday adayı olan Hillary Clinton’a karşı çektiği “Hillary:The Movie” filmini seçime 1 ay kala reklam etmek isteyince yerel bir mahkeme buna izin vermedi. Dava ABD Anayasa Mahkemesine böyle taşındı.
Citizens United derneğine ve David Bossie’ye biraz daha yakından bakmakta yarar var. 90’larda Cumhuriyetçi partide yöneticiyken Clinton’ların finansal açıklarını yakalamaya çalışan bir ekibi yönetmiş olan Citizens United’ın Başkanı David N. Bossie, partili bağışçılardan sağladığı yüklü bir para desteğiyle kısa sürede 21 karşıt kampanya filmi çekti. İçlerinde, bütçesi 12 milyon dolara ulaşan filmler vardı. ABD’de 500 bin üyesi olan Citizens United derneğine bağlı Citizens United Vakfının misyonunda, geleneksel Amerikan değerlerini korumak, aileye önem vermek gibi ifadelerin yanı sıra ‘Judeo (Yahudi)-Hristiyan değerlerin yaşam tarzımızın temel dayanağı olduğuna inanmak’ cümlesi dikkat çekiyor. Başkan Bossie aynı zamanda sıkı bir Filistin karşıtı. 2002 yılında Washington Times’ta yayınlanan yazısının başlığı şöyle: “Yaser Arafat: Terörün Mimarı”.
Seçimlere hükmeden 158 aile!
Gelir dağılımının feci şekilde bozulduğu bir ülke ABD. Ülkedeki finansal varlığın yüzde 38’i nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesimine ait. Nüfusun yüzde 60’ı ise varlıkların sadece yüzde 2.3’üne sahip. New York Times’a göre seçimlerde harcanan milyarlarca doların yarısını sadece 158 aile, diğer yarısını da 120 milyon seçmen ailesi ödüyor! Aralarında finans baronları Rothschild, Soros, Buffet, kumar patronu Adelson, Walmart’ın sahibi Waltonlar, petrol ve kimya devi Koch Kardeşler, Goldman Sachs ve JP Morgan gibi Wall Street bankalarının bulunduğu 158 ultra zengin aile ve grup hem cumuhriyetçi hem de demokrat adayların en büyük destekçileri arasında yer alıyor. Bu oligarşik zengin grubun 138’i Cumhuriyetçilere, 20’si ise Demokratlara daha yakın duruyor. Yaklaşan seçimin iki kesin adayı Hillary Rodham Clinton’un ve Donald Trump’ın geçmişteki büyük sermaye grupları ve bankalarla olan ilişkileri madalyonun öteki yüzünü yansıtır türden. Seçime 5 ay kala adayların topladığı toplam bağış tutarı şimdiden 1,5 milyar dolara yaklaştı. Yarış kızıştıkça bu miktarın ikiye hatta üçe katlanma ihtimali yüksek. Başkanlık yarışından kısa süre önce düşen demokrat aday Bernie Sanders’a göre, eğer bu gidişat durdurulamazsa, ABD yakın gelecekte zengin bir azınlığın hükmettiği oligarşik bir rejime dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya. Amerika’da oligarşinin hükümran olduğu diğer bir sektör ise medya. Ülkede halen sesli, görüntülü ve yazılı medyanın yüzde 90’ı sadece 6 grup (General Electric, Newscorp, Disney, Viacom, Time Warner, CBS) tarafından kontrol ediliyor. Oysa 1983’te o yüzde 90’ın sahibi 50 farklı şirket veya gruptu. Amerikan medyası kartelleşirken Amerikan rüyası da çok seslilikten tek sesliliğe doğru gidiyor..
Çobanın oyu ile şirketin oyu eşit midir?
ABD Anayasa Mahkemesi Cumhuriyetçilere hizmet etmekle suçlanıyor. Mahkemenin, büyük sermayenin siyasete ve sandığa müdahale etmesinin önünü açan, Citizens United vs. Federal Election adıyla nam salan kararı; şirketlerin, kurumların ve sendikaların da insanlar gibi ifade özgürlüğüne sahip olduğunu öngörüyor, dolayısıyla onların da düşüncelerini ifade etmek amacıyla sınırsız şekilde para harcama hakları bulunduğuna hükmediyor. Demokrat cepheyse, şirketlerin insanlarla aynı hakka sahip olamayacağını, çünkü şirket sahiplerinin ellerindeki para gücüyle seçimleri kolayca manipüle edebileceğini savunuyor. Hillary Clinton’u zorlayan rakip Demokrat aday Bernie Sanders, seçim kampanyasının neredeyse tamamını bu söylem üzerine oturtmuştu. Clinton ise, Citizens United kararını yarım ağızla eleştiriyor. Çünkü, onun Amerikan finans çevreleriyle arası çok iyi. Amerikan seçimlerine son 200 yıldır etki etmeleriyle bilinen Rothschild ailesinin medyatik simalarından, İngiliz The Economist dergisinin de sahipleri olan Sir Evelyn Robert Rothschild ve hanımı Lynn Forrester Rothshild, Clinton ailesiyle yakın dost. 90’larda Bill Clinton’a danışmanlık da yapmış olan Lynn Rothschild 2008 seçimlerinde Hillary’ye milyon dolarlar mertebesinde bağış yapmıştı. Ancak Obama adaylık yarışında Hillary’yi alt edince, çıktığı televizyon programlarında Obama’yı elitist (!) olmakla suçlayarak para desteğinin yönünü Cumhuriyetçi John MacCain’e çevirmişti. Lynn Rothshild, Kasım 2016 seçimlerinde yakın dostu Hillary için çok aktif çalışıyor. 12 Mayıs 2016 Perşembe akşamı kendi malikanesinde Hillary Clinton’a yardım kampanyası düzenledi. O toplantıya bir sandalyenin bedeli 100 bin dolardı! Clinton’un dış işleri bakanlığı yaptığı döneme ait e-mail kayıtları Wikileaks’e sızdığında iki dost arasındaki ilişkinin derecesi daha anlaşılır olmuştu.. E-postanın başlığı büyük harflerle şöyleydi: MISS YOU (seni özledim).
Demokrat aday Bernie Sanders, Hillary Clinton ile yarışırken onun finans çevreleriyle ilişkisini eleştiriyordu. Hillary’nin 2016 Başkanlık seçimleri öncesindeki iki yıllık sürede Goldman Sachs gibi Wall Street bankerleriyle, kapalı kapılar ardında yaptığı bir dizi toplantı karşılığında onlardan 4.1 milyon dolar konuşma ücreti kazandığını söylüyordu. Washington Post’a göre ise Hillary Clinton eşi Bill, Ocak 2014- Mart 2015 döneminde finans çevrelerinde katıldıkları 104 konuşma karşılığında 25 milyon dolar kazanmışlardı. Ünlü spekülatör George Soros da Clinton’un sıkı destekçilerinden biri. Açık Toplum Vakfı aracılığıyla devrimler yapan Soros, 2016 seçimleri için Hillary Clinton’a 8 milyon dolar bağışladı. Bu yardım, ABD Anayasa Mahkemesi'nin kararı kapsamında, adayların şirketlerden ve patronlardan sınırsız para toplama hakkına sahip olduğu, Super PAC (Süper Politik Aksiyon Komitesi) adı verilen kampanya kapsamında Ocak 2016 tarihinde gerçekleşti. Adaylar ilk kez 2012 seçimlerinde uygulanan Super PAC’lerdeki şirketlerden ve büyük sermaye sahiplerinden doğrudan gelen sınırsız bağışlardan 15 milyon dolar toplamıştı. 2016 sürecindeyse sınırsız bağışların tutarı şimdiden 200 milyon doların üzerine çıkmış durumda.
Bernıe Sanders: Oligarşı savaşı sadece Rusya'da var sanırdık
ABD Kasım 2016 Başkanlık aday adaylığı sürecinde Hillary Clinton’un zorlu rakibi olduktan sonra yarıştan düşen, 75 yaşındaki sosyal demokrat aday Bernie Sanders kitlelerde büyük yankı uyandırdı. “Amerikan Anayasa Mahkemesi Citizens United kararıyla politikacıların alınıp satılmasına izin verdi. Milyonlerler ve milyarderler seçimleri satın almak için milyonlarca dolar harcıyor ve istediği adayı seçtiriyor. Amerika demokratik bir toplumdan uzaklaşarak oligarşik bir yönetime doğru evriliyor. İnsanlar oligarşinin sadece Rusya’da var olduğunu zannediyordu. Amerikaya da gelirse ne olacak? Başkan olursam ilk işim Citizens United kararını iptal etmek, sadece ‘halk finansmanı’na dayalı seçim yardımı sisteminin geri getirmek olacak” dedi. Sanders ABD’nin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkesi haline geldiği örneğini verirken, küresel ilaç şirketi Pfizer’den emekli olurken 100 milyon dolar tazminat alan yöneticinin hikayesini anlatıyor.
En çok eleştirdiği patronlardan biri de 100 milyar dolarlık bir serveti yöneten Koch kardeşler. Grup, servetlerini petrol, kağıt, ormancılık, kimya, madencilik gibi çevreyi kirleten sektörlere borçlu olduğu için ABD’de en fazla tepki gören gruplardan biri. Koch kardeşler eleştirileri azaltmak için her onlarca vakıf ve sivil toplum kuruluşuna yüzmilyonlarca dolar bağış yapıyor. ABD’li seçim gözetleme kuruluşu Centers for Responsive Politics’e göre Koch Kardeşler, 2012 seçim kampanyasında Obama’yı yenebilmesi için Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’e 86 milyon dolar yardım yaptı.
Mecidiyeköy'e ikiz kule konduran ABD başkanı
Kasım 2016 başkanlık yarışının Cumhuriyetçi adayı Donald Trump bir seçim konuşmasında kendisini tanımlarken, “Ben Tanrı’nın şimdiye kadar yarattığı en büyük patron olacağım” diyor. Ancak 1990’ların başında neredeyse sıfırlanmış haldeyken bazı büyük bankalar tarafından borç verilerek kurtarıldığı herkesin malumu. Gazino ve kumar işinde 4 kez battığı biliniyor. Trump markasını et ürünlerinden kozmetiğe, içkiden üniversite ve kolej okullarına kadar heryerde kullanıyor. 1995’te banka kredisiyle satın alarak Trump Building adını verdiği Wall Street 40 numaradaki bina ile pek çok finans şirketinin mülk sahibi olmaya başladı. Trump başkasının yaptığı binalara kendi isim hakkını kullandırmayı da seviyor. İstanbul Mecidiyeköy’de 2011’de dikilen iki kuleye Trump Towers adı verilmesi böyle bir ticari anlaşmanın ürünü. İkiz kuleleri medya patronu Aydın Doğan’ın şirketi Ortadoğu Otomotiv firması inşa etmişti. Doğan, Trump Marks Istanbul II LLC şirketi üzerinden Donald Trump ile yaptığı anlaşmayla Trump Towers adının kullanım lisansını satın aldı. Aydın Doğan böylece geleceğin muhtemel ABD başkanı ile ortak olmuş oldu. Doğan Grubu ile Trump’ın iş ilişkisinin başlangıcı 2007’ye dayanıyor. ABD başkanlığına ilk kez 1999’da bağımsız aday olarak katılacağını duyuran Trump’ın adaylık hikayesi 2006’da da gündeme geliyor. O zaman bir röportajında kendisine eyalet valisi olması gerektiğiyle ilgili sorulan soruyu küçümseyerek ABD başkanlığına aday olması gerektiği yönünde çevresinden teklifler geldiğini ima ediyor.
ABD’ye göç eden Meksikalılar için “tecavüzcü, dolandırıcı” ifadelerini kullandığı için eleştirilen, beyazların su katılmamış temsilcisi Trump, Müslümanlara için de birçok defa ayrımcı ve nefret söylemi içeren ifadeler kullandı. Öfkesi işine de yansıyor. Örneğin, ABD’nin en çok izlenen tv kanallarından biri olan NBC’de, 2004-2015 döneminde yaptığı, The Apprentice (Çırak) televizyon programı ülkede en çok izlenen tv programlarından biriydi. O sayede ekran yüzü oldu. Programa katılan 16 girişimci adayı yıl boyunca Trump’ın verdiği işleri başarmaya çalışıyor, başaramadıklarında onun kaba bir tonda söylediği ‘you’re fired’ (kovuldun!) cümlesiyle programa veda ediyordu. Bu şov bir taraftan Trump’ın hayalindeki Başkan adaylığının imaj çalışması olarak kullanılırken bir taraftan da gayrimenkulden kozmetiğe kadar pek çok alanda faaliyet gösteren Trump markalı ürünlerin tanıtımı için bir araç olarak kullanılıyordu.