15 Temmuz darbesini okumak: ABD'nin jeopolitik çıkarları ve Gülen mesianizminin işbirliği
Türkiye’nin demokrasi tarihi aynı zamanda darbeler tarihidir.
Her bir darbenin kendine özgü siyasi bir hikayesi ve sosyo-ekonomik dinamikleri olduğu gibi, jeopolitik ve stratejik bir arka planı da vardır. Zira Türkiye gibi tarihi, kültürel ve jeopolitik derinliği olan bir ülkedeki siyasi gelişmelerin uluslararası sistemdeki dengelerden, dönüşümlerden ve kırılmalardan bağımsız olarak analiz edilmesi mümkün değildir. Örneğin toplumsal hafızamızda 27 Mayıs, Başbakan Menderes’in DP iktidarının son yıllarında büyük kalkınma projelerinin finansmanı için Sovyetlerle yakınlaşma politikasına karşı ABD’nin karşı hamlesi olarak yer etmiştir. 1980 darbesi, İran’da gerçekleşen İslam devrimi ve Sovyetlerin Afganistan işgaline karşı NATO’nun güney kanadının konsolidasyonuna yönelik stratejinin bir parçası olarak okunur. 28 Şubat post-modern darbesi ise soğuk savaş sonrası dönemde küresel düzlemde oluşan özgürlük ve demokrasi ortamından faydalanarak kendilerine alan açmaya çalışan İslami referanslı siyasi grupların alanını daraltmak için İslami siyasetin Türkiye örneğini ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Aralara sıkışan 1971 muhtırasını 27 Mayıs’ın devamı, 27 Nisan e-muhtırasını da 28 Şubat’ın artçı dalgası olarak görmek mümkündür.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi ise jeopolitik boyutuyla 1980 darbesine benzerken, bazı yönleri ile de 28 Şubat’ı andırmaktadır. 12 Eylül’e benzeyen tarafı, Türkiye’nin son yıllarda Batı merkezli hegemonik sistemden görece daha bağımsız hareket etmeye başlaması karşısında Anglo-Sakson dünyasının Türkiye’yi NATO kontrolünde tutmak için ordu içindeki uzantıları vasıtasıyla darbeye yeşil ışık yakmasıdır. Şu kadar var ki, 1980 darbesini yapanlar önce ülkedeki siyasi şartları olgunlaştırmışlar ve ardından da emir komuta zinciri içinde bir darbe planını eyleme koymuşlardır. 15 Temmuz girişiminde ise en çok eksik olan şey darbenin hem kullanılan yöntem olarak hem de ulaşılması hedeflenen siyasi amaçları bakımından toplumsal meşruiyet yokluğudur. Bu cümleyi biraz açmak gerekiyor. Silah kullanarak milli iradeyi rehin almak ve belli bir siyasi rejimi halka zorla dayatmak olan darbelerin halk tarafından kabullenilebilmesi için en azından toplumda ciddi bir siyasi kutuplaşmanın bulunması, kamu düzeninin çökmesi, ekonominin bozulması, siyasi liderliğin zaafa uğraması ve dolayısıyla medeni bir yaşamın mümkün olmaması gibi şartlar gerekir. Bu tür ortamlarda halkta radikal ve otoriter çözüm arayışları had safhaya çıkar. Kenan Evren’in anılarında değindiği gibi, şartlar olgunlaşınca da darbe oyunu sahneye konulur.
Ülkede darbenin iç şartları yok
15 Temmuz 2016 Türkiye’sinde ise darbe şartları yoktur. Demokratik hukuk sistemi işlemektedir. Ülkede son iki yılda uluslararası gözetim altında, dört kez özgür ve adil seçimler yapılmıştır. Parlamentonun çok yüksek bir siyasi meşruluk zemini ve hükümetin de güçlü bir toplumsal desteği vardır. Ekonomi eskiye göre kısmen yavaşlasa da, pek çok ülkeyle karşılaştırıldığında görece yüksek sayılabilecek bir büyüme performansı sergilemektedir. Büyük yatırımlar devam etmektedir. Bu şartlar altında klasik yöntemlerle, yani uçak, tank ve helikopter kullanarak darbe yapmaya kalkmak yöntem olarak son derece anakronik, siyasi olarak ise çılgınlıktır. Böyle demokratik bir ortamda dış güçler adına askeri yöntemlere başvurarak darbe girişiminde bulunacak olan bir grubun ancak ve ancak ideolojik olarak mesianik/apokaliptik bir inanca mensup olması gerekir. Gerçekten 15 Temmuz darbe girişimine katılanların ana kitlesini oluşturan FETÖ yapılanması tam da böyle kör bir fanatizmden beslenmektedir. Gülen hareketi Türkiye’nin kurumlarını ele geçirerek ülkeyi topyekun teslim alma planını 50 yıldır uygulamaktadır ve kendisini engelleyenlere karşı son derece acımasızca ve sinsice saldırmaktadır.
Erdoğan düşmanlığı Batıyı ve FETÖ'yü birleştirdi
15 Temmuz darbesinde FETO ile Anglo-Sakson dünyasını buluşturan şey her ikisinin de ortak düşman olarak gördüğü Erdoğan’ın ortadan kaldırılmasıdır. Gerçekten de 2012 yılındaki FETÖ savcılarının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişiminin Erdoğan tarafından savuşturulması; yolsuzluk görünümlü 17-25 Aralık hukuk darbesi girişimlerinin ardından Erdoğan’ın FETÖ’ye karşı çoğu zaman tek başına yürüttüğü mücadele süreci bu yapının mensuplarını giderek radikalleştirdi. Okulları kapanan, gazete ve TV’leri tasfiye edilen, emniyet ve bürokrasideki elemanları deşifre edilen FETÖ’nun müntesiplerinin ümitlerini dinç tutan tek şey ordu içindeki uzantılarının son koz olarak kullanılabilecek olmasıydı. Yüksek Askeri Şura’nın Ağustos toplantısında çok ciddi bir temizlik yapılacağının öngörülmesi ve casusluk soruşturması dosyasında yüzlerce rütbeli askerin tutuklanma ihtimali eldeki son kozun da gitmek üzere olduğunu gösteriyordu. Gülen bu kozu mutlaka kullanmak istiyordu ve zaman daralıyordu. FETÖ, vuruşarak çekilecekti ve bu nedenle de ömrü boyunca bağlılarını darbe korkusuyla motive eden Gülen bu kez kendisi hayatta kalmak adına son çare olarak askerlerini toplu intihara sürüklüyordu. “Kılıç kuşananalar kılıcın hakkını versin” deyip, son aylardaki vaazlarını F-16 ve helikopter maketlerinin görselliğiyle süsleyen Gülen’in mesajı açıktı. Mesianik bir bakışla beklenen gün gelmişti ve harekete geçme zamanıydı. Ama ilginç olan bu fedailere bir hami bulmaktı ve o da ABD olacaktı.
Stratejik amaç Türkiye'yi kontrol etmek
ABD ve derin NATO da Erdoğan’ın Türkiye’yi bölgede bağımsız bir aktör haline getirmesinden son derece rahatsızdı. Batı, Ukrayna krizi nedeniyle Rusya’ya ambargo uygulamaya başlamıştı ama Türkiye buna katılmıyordu. İki ülkenin arasını bozmak için uçak düşürme mizanseni sahneye konuldu ama Putin ve Erdoğan yedi ay geçmeden sorunu çözüp yeniden yakınlaştılar. Üstelik de İsrail ile normalleşmenin yaşandığı gün ilan edildi. İngiltere’nin AB’den çıkmasına götüren süreçte önemli rol oynayan mülteci krizini de Batı yine Türkiye’ye bağlıyordu. Üstelik Suriye’de ABD’nin PYD ile açıktan yürüttüğü işbirliği Erdoğan tarafından her fırsatta dünya kamuyu önünde eleştiriliyordu. En son olarak Bahoz Erdal gibi üst düzey bir PKK yöneticisinin PYD bölgesinde öldürülmesi de ABD’yi çok zor durumda bırakmıştı. İşte ABD’nin, FETÖ’nün darbe planına yeşil ışık yakmasını böyle bir konjonktürde değerlendirmek gerekir. Darbe ile Gülen yeniden Türkiye’deki varlığını garanti altına almayı umarken, ABD ise küresel sistemdeki Batı hegemonyasının sürmesi adına bölgedeki jeopolitik dengeleri etkileyecek en kritik aktörlerden biri olan Türkiye’yi dizginlemek ve kontrolüne almak istiyordu. Amaç soğuk savaş döneminde olduğu gibi, Türkiye’nin iç ve dış politikasının Washington ve Brüksel ile eşgüdümlü hale getirilmesiydi.
Ancak hem Gülen hem de ABD kaybetti. Darbe başarısız oldu. Şimdilik en büyük hasar Türkiye’nin savaş gücünün ana unsurunu oluşturan yetişmiş insan gücündeki zayiattır. En büyük kazanım ise dışarıya karşı, halkın kendi aralarındaki her türlü ideolojik farklılıkları bir kenara bırakarak sağcısı ve solcusuyla, Sünni’si ve Alevi’siyle topyekun bir dayanışma içine girmesidir. O gece Ankara ve İstanbul sokaklarında Kuvayi Milliye ruhu dirilmişti. O nedenle darbenin verdiği hasarın hızla atlatılacağından hiç şüphemiz yok. Gülen deşifre olmuş, amaçları ortaya çıkmış ve artık ABD açısından da en azından Türkiye bağlamında kullanışlı bir enstrüman olmaktan çıkmıştır. ABD ise 70 yıllık müttefiki olan Türkiye’yi kazanmak için en başta Gülen’i Türkiye’ye iade etmek ve ardından da ülkenin meşru aktörleri ile oturup siyaseten ikili ilişkilerin geleceğini samimice konuşmak durumundadır. Bir millet yeniden uyanmıştır; darbe oyunları ve güç gösterileri ile iradesini asla teslim etmeyecektir.