"Tercih, terk edişleri hak etmeli"
Naif bir doktor, kalemi kuvvetli bir yazar ve televizyon programcısı olan Senai Demirci; doktorluğu neden bıraktığını, 21. yüzyıl insanını, duanın hayatımızdaki yerini, aile yaşantımızda dikkat edilmesi gerekenleri ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Hekimliğe giden yolda yazarlığa geçiş nasıl oldu? Bu kararı nasıl verdiniz? İnsan genelde kendini tanıyamıyor ki, hala tanıyabildiğimi söyleyemem. İnsan, tohumlar gibi içinde sürpriz cevherler saklıyor. Mesela bir tohum içinde nasıl bir ağacı sakladığını bilmez. Zaman içinde kabuğunu çatlattıkça ortaya çıkar. Galiba insan da böyle bir şey, doğrusunun, kendisini mutlu edenin, yeteneğinin ne olduğunu yaşadıkça, nefes aldıkça fark ediyor. Yoksa böyle bir kariyer planım olamazdı. Tıp fakültesinde okuyayım, sonra tıp fakültesi mezunu olarak yazı yazarım, demiş olamam. Bizim tahsilden anladığımızın doğru olmadığını gösteriyor. Lisans eğitimi insanı hayata hazırlayan, onu evrensel yapan sırdır. İnsan hukuk mezunu olabilir ama esnaflık yapabilir. Tıp fakültesi mezunu olabilir sonra şairlik, yönetmenlik yapabilir. Sinema eğitimi alır sonra matematik öğretmeni olabilir. Bunun kötü olduğunu sanmıyorum. Bu uyumsuzluk gibi gözükmemeli, insanın kendisine de sürpriz olduğunu, bu sürprizle her zaman karşılaşmaya hazır olması gerektiğini anlıyorum buradan.
Hekimliği bıraktıktan sonra ne zaman “iyi ki bu yoldan gitmişim” dediniz? Aslında hekimliği bıraktığımı söyleyemem. Çünkü hekimlik bırakılamaz bir şey ama doktorluğu yapmıyorum. O zaman “Doktorluk ile hekimlik farklı şeyler mi?” diyeceksin. Evet, farklı şeyler. “Hekim” kelimesi “Hâkim” isminden gelir. Hikmetli iş yapan, hikmetli söz söyleyen demektir. Bir insanın gövdesine, tenine müdahale etmekte böyle bir donanımı gerektiriyor. Çünkü insan etten kemikten ibaret değil. Bu anlamda hikmetli işler yapıyorsan, sözlerin hikmetliyse, yaptıkların derde deva ise hala hekim olduğuma inanıyorum. Bu klasik doktorluğu da yapıyorum diyemem. Onu benden iyi yapan çok sevgili kardeşlerim var. Onlara bıraktım onu, iyi ki de bıraktım. Onlar bundan memnun, “Abi iyi ki siz varsınız, iyi ki doktorluk yapmıyorsunuz” diyorlar.
21. yüzyıl insanı şükür ve sabrı doğru anlıyor ve yaşıyor mu? Bütün insanlar sabır ve şükür konusunda şaşkındırlar zaten. Sabır ve şükür aktif bir eylemdir. Sabretmek ve şükür andan ana değişir. 20. ve 21. yüzyıl insanının biraz tedirgin, biraz kolaycılığa alışmış, biraz da fazlasıyla determinist zihin altyapısı taşıdığını düşünüyorum. Determinist olmak neden-sonuç ilişkisini, tamamen bana ikram edilen şeylerin açıklamasını yapmak demektir. Determinizm, bu anlamda şükretmeyi engelliyor. Çünkü bizi aldıklarımızın sürpriz olduğunu, lütuf olduğunu fark etmez hale getiriyor. Şuanda benim yüzümde iki tane kuvvetli ışık var. Bu belirsizliğin bize yabancılaşması aslında bizim kendimize yabancılaşmamız anlamına geliyor. Kâinatın içinde bir diyalekt vardır. Dua titreşimi, yakarış heyecanı burada kendini gösterir. Şuanda benim yüzümde iki tane kuvvetli ışık var. Biri çekim yaparken, iki de objektifler diyelim. Bunların gerçek yapısına baktığımızda bütün fotonların düğmeye bastığımızda bana doğru yönelmesi garanti değildir. Fizikçilerin “Quantal” dediği o düzeyde her şey ihtimaldir. O da zaten kâinatın yaratıcısının bize ikramını hissettirmek, biz bunu anladığımızda lütufla karşı karşıya kaldığımızı o zaman fark ederiz. Bize Neden-sonuç ilişkisini determinist bir anlayışla, bir zincire dönüştürmek, bizim ikram gördüğümüzü, sürpriz lütuflarla karşılaştığımızı inkar ettiriyor. Geçenlerde fark ettim.
Mesela Üstad Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi vardır. Neden-sonuç ilişkisini, doğa yapıyor, kendi kendine oluyor tezlerini çürüten bir çalışmadır. Bu risalenin sonunda yakın zamana kadar niye orada diye sorduğum bir soru vardır. Namazı terk edenlerin, namaza ilgi göstermeyenlerin bir sorusu var.
Namazı terk edenler sadece namaz kılmayanlar değil, bizde namazı gönülden terk ediyoruz bazen, zoraki yapıyoruz.
Duada ne istenmelidir ve nasıl dua etmeliyiz? Dua aslında sandığımız gibi avucumuzu açtığımızda yaptığımız bir dini eylem değil. Hayatta her şey dinidir, bu ayrı bir bahistir. Dua çıplak anlamıyla, net, kök anlamıyla istemektir. O halde bütün istemeler dua kapsamındadır. Peki, kimler ne istiyor?
Bir bitki, bir tohum neşvünema bulmak istiyor
Bir bulut yağmur olup toprağa dokunmak istiyor
İnsanlar kariyerini istiyor, üniversite kazanmak istiyor, evlenmek istiyor, kısmet istiyor, hastaysa şifa bekliyor, fukaraysa servet bekliyor, borçluysa edasını bekliyor. Peki, canlılar dünyasından ilerleyelim. Bir bitki, bir tohum neşvünema bulmak istiyor. İçinde kabuğunu çatlatacak bir cevher var, potansiyel var. Bir filiz dal, budak salmak istiyor. Bir bulut yağmur olup toprağa dokunmak istiyor. Güneş ufukta yükselip ışıl ışıl selam vermek istiyor. Canlılar, cansızlar, hayvanlar, bitkiler bir hareket halindedir.
Hareket halinde olmak şu demeye gelir. A noktasından B noktasına giden bir elektron var diyelim. Bu elektron A noktasındayken B noktasında olmayı istiyor. B noktasındayken C noktasında olmayı istiyor. O halde bütün bu varoluşta, kâinatta bir hareket var mı? Var. Duran bir şey var mı? Sadece duvarlar duruyormuş gibi gözüküyor ama atom müthiş bir uğultuyla vızır vızır dönüyor. Hareketin olduğu yerde, devinimin olduğu her halde bir isteme vardır, dua vardır.
İstemek, istediğin kişiyi önemsemek demektir
Öyleyse bütün bu varoluş duadan, istemekten ibarettir. Rabbimiz, "Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz olurdu" diyor. Duanız olmasa siz niye var olasınız. Çünkü hareketi çektiğimiz zaman evrenden, varoluştan her şey çöküyor. Biranda her şey yokluğa düşüyor. Demek ki, dua varoluş şeklimizin ya da varoluşumuzun, bütün varlığın gerekçesidir. Dua istemekten ibarettir. Herkes ve her şey ister. İstemek, istediğin kişiyi önemsemek demektir. Siz benimle röportaj yapmak, söyleşi yapmak istediniz. Demek ki, beni önemsiyor arkadaşlar. Yoksa bu talepte bulunmazlardı. O halde biz birisinden bir şey istiyorsak, istediğimiz şeyden bağımsız olarak o kişiyi önemsiyoruz demektir.
Allah’tan istemek, Allah’ı önemsemek demektir.
O halde ayeti şöyle de okuyabiliriz; “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var" yani siz benden bir şey isteyecek kadar önemsemeseydiniz, sizin ne öneminiz kalacaktı. Demek ki dua, Allah’ı önemsemektir. Kadir-i Rahim’i öncelemektir. Verirsen sen verirsin demektir. Aslında dua süreci itibariyle bir ödüldür. Çünkü dua Allah’la konuşmaktır.
Allah’la konuşmak cenneti bile unutturacak bir muhteşem cennettir.
Zekâtın hayatımızda olmayışının nedenleri nelerdir? Zekât, neden hayatımızda yok. Bunun açık bir nedeni var. Zekât aslında insan olarak bize namazla birlikte farz edilen daha büyük bir eylemin parçasıdır. Zekât, sadaka, fitre bu eylemin alt başlıklarıdır. Zekâtı gönüllü olarak verdirecek asıl motor gücünü, asıl iradeyi kaybetmişiz. O nedir? İnfak. İnfak, bize beş vakit namazla birlikte emredilir. Der ki; "İman edenler şunlardır ki; gaybı ikame ederler, salatı ayakta utarlar ve ‘mimmâ razaknâhum yunfikûn’ biz onlara ne verdiysek ondan verirler."
İnfak, Allah’tan aldığını sadece diliyle değil, eylemiyle, eliyle doğrulamak için Allah’ın ver dediğine Allah ver dedi diye, Allah’ın ver dediğince Allah verir mi bir daha demeden verebilmektir.
Bize gelir, bizden gider. Bu bizi akışkan bir tünel haline getirir. Bize gelir, bizden geçer.
Namaz beş vakittir, infak her vakittir.
Namaz beş vakittir, infak her vakittir. İnfak sadece malla yapılmaz. Vaktin vardır, ondan verirsin. Uykundan azaltırsın, tebessümünden verirsin, huzurundan verirsin. Allah para, mal, mülk olarak verdiklerimizden verin demiyor. Size ne rızık verdiysek ondan verin diyor. Işıkta rızıktır, sözde rızıktır, nefeste rızıktır. Bunu sürekli yapın diyor. Bizim eğitimimiz vermeyi zekâta indirgemiş. O da yılda bir, o da kırkta bir.
Şimdi bizim din bilgisi kitaplarında zekâtın kimlere farz olduğu yazar. Kimlere farz olduğu lise ve üniversite sınavlarında sorulsa doğru seçenek şudur; “Zengin Müslümanlara” bu külliyen yalandır. Bir defa hiç kimse kendisini zengin sayamaz. Ben artık zenginim diyemezsin. Herkes zengindir. Allah Resulünün infak tarifi; yarım hurmada olsa da ver şeklindedir.
Vermenin büyüklüğü önemlidir, verdiğimizin büyüklüğü değil.
Bir insanın yarım hurmayı kardeşine vermesi için ne kadar servetinin olması gerekiyor. Hep bir hurma diyorlar. Hayır, yarım hurma yeter. Vermenin büyüklüğü önemlidir, verdiğimizin büyüklüğü değil. Bu yüzden hiç kimse kendini zengin saymıyor ve Allah’tan aldığını Allah’ın ver dediğine gönüllü bir eylem olarak göremiyor. Biz içimizdeki akışı tıkamışız. Bu nerede nasıl oldu, bunu bilmiyoruz. Veren olmak, Allah’ın vermek için seni seçmiş olması demektir. Bu verene ödüldür, verilene değil.
İnfak, infak edenin şerefidir.
Ben veren olmakla şereflenirim. Çünkü anlıyorum ki Allah fukarasının, yetiminin, öksüzünün rızkını benim üzerimden veriyor. Ben o akışı, verişi tıkarsam. Allah bunu benim üzerimden alır, başkası üzerinden verir. İnfak, infak edenin şerefidir. Zekâtta anlamını buradan alır. Zekât, tezkiye kökünden gelir. Arındırmak, temizlemek demektir.
İnsanı kirleten en büyük şey sahip olduklarıdır.
Ölüm üzerine konuşmayı pek sevmeyen bir toplum olarak, bu gerçekle yüzleşemememizin sebebi nedir? Aslında ölüm hayatın ta kendisidir. Biz şu ayeti yazarız kabirlerin başına, mezarlıkların girişine, tabutların üzerine “Külli nefsin zâikatü'l-mevt” deriz. Bunu da şöyle meallendirirler; ‘Her nefis ölümü tadacaktır.’ Yanlış. Ayette gelecek zaman kipi yoktur. Her nefis, her kişi ölüm tadıcısıdır. Biz bu sabah uyandığımızda taze bir güne uyandık. Güneş yeni doğdu. Belki zindeydik, yeni bir heyecanla başladık. Neden? Dün öldüğü için. Her günün sabahında biz ölümü tadıyoruz. Bütün anlar ölüyor bir sonraki anda yeni bir tat duyuyoruz. İnsan ölüm tadıcısıdır. Yediklerimiz ölüdür. Hayatın en temel gerçeğidir. Muhtemelen ahirete iman ederek yaşamanın ne olduğunu unuttuğumuz için olmuş olsa gerek.
Ahirete iman etmek, ahireti bekleyerek yaşamak değil, ahiretle yaşamaktır.
Çünkü biz şuanda sözlerimizle, bakışımızla, sesimizle, sessizliğimizle kendi ahiretimizi inşa ediyoruz. Rabbimiz diyecek ki; Senai, sen şu anın içinde var ol. Tercihlerin üzerine kurduğun anı sonsuzlaştırıyorum. Koyabiliyorsan kendini oraya koy. O anın içinde ben riyakârsam, yalancıysam, samimi değilsem. Bunu sen istedin, der. Zannettim ki ben yalanla kurtarırım, riyakârlıkla itibar değiştirerek kurtarırım.
Ölüm, bu dünyadan ahirete doğmaktır.
Riyakâr olduğun o sahnenin içine kendini koyabiliyor musun? O yüzden, ölüm bu dünyadan ahirete doğmaktır. Ölüm dünyayı terk etmek değil. Biz bu dünyaya da ölerek geldik. Her birimiz ana rahminin ölüsüyüz. Göbeğimizi kestiler, bizi dünyanın beşiğine koydular. Bizi rahmin darlığından çıkaran, dünyanın darlığından da çıkaracak. Bizi rahmin darlığından çıkaran deseydi ki, ‘yürüyeceğin çok yollar var, bu eller, bu gözler neler tadacak, görecek, yürüyecek, tutacak’ deseydi inanmazdık ve rahatımızı bozmak istemezdik. Rahmin içinden baktığımızda ölmekten korkardık. Şimdi de doğmaktan korkuyoruz. Ölümden korkmanın sebebi yaşamanın bir sınav olduğunu unutmamız. Buranın bize dar geldiğini inkâr etmemiz. İnsanın kalbi dünyaya sığmıyor. Bunu bize rabbimiz en azından Hz. İbrahim’in çığlığı üzerinden öğretiyor. Diyor ki; “lâ uhıbbul âfilîn” batan şeyleri sevmem. Yani Hz.İbrahim üzerinden ‘sakın buraya fit olmayın. Sonrası var, fazlası var.’ O sesi duysak bu derece korkunç olmayacağız, korkutucu gelmeyecek bize ölüm. Ölümü çok düşününce hayat elimizden kaçar mı? Tam aksine daha da derinleşir, inceleşir, zarifleşir. Çünkü ölümlü olduğunu bilen hayatı daha derinden sorumlulukla yaşar.
Evlilik aşkı öldürür mü? Evliliğimize anlam ve aşk kazandırmak için ne yapmalıyız? İnsanlar tanışıp evlendiklerini zannederler. Oysa gerçek, insanlar evlenip tanışırlar. Evlenmek tanışmak içindir. Birinin karşısında sansürsüz, maskesiz, kurgusuz var olma deneyimidir. Hayatınızda size olduğu gibi görünen biri varsa, bu eşindir. Hayatında zaaflarınla, kusurlarınla görünmekten çekinmeyeceğin bir kişi varsa o da eşindir. Nikâhın bize vaadi budur. Birbirinizi kusurunuzla sevmeyi öğrenin çünkü insan kusurludur, kusursuz değildir. Evlenmeden, flört ederken, belki nişanlıyken veya sözlüyken biraz kusurlarımızı saklarız. Kusursuzmuş gibi severiz ama kusurlar insan halidir açığa çıkar. Hasta olur, öksürür, burnu akar, neşesizdir. İnsanoğluyuz hepsine uğrayacağız. Evlilik, buna rağmen seviyor musun demektir. Kusursuz diye sevmek, bir kusurlu sevmedir. Kusurlu olduğu halde sevmektir, asıl kusursuz sevmek. Birbirimize emek verdiğimiz anlamına gelir. Nikâh akdine elimizle değil, kalbimizle imza atmak.
Rabbim, biz birbirimizi sevdik. Ömür boyu değil, ahirette içinde sonsuza kadar beraber olmak istiyoruz. Kalplerimizi birbirine ısındır. Biz sana söz veriyoruz. Belediyeye değil, devlete değil. Çünkü yasalara dayanarak belediyeye söz verenler, sözlerinden dönerler.
Çünkü sizin kalbinizin sahibi değildirler. Öyleyse, biz birbirimize razı olduk. Ben eşimi eş diye seçtiğimde bütün kadınları terk ettim. O seni eş diye seçtiğinde bütün erkekleri terk etti. O halde bundan sonra hanımefendinin kendisi uğrunda terk edilen bütün kadınların hakkını sana verme borcu var. Senin de ona uğrunda terk ettiği erkeklerin hakkını verme borcu var. Çünkü biz bir tercihte bulunduğumuzda bin terk edişte bulunuyoruz. Tercih, terk edişleri hak etmeli. Alışveriş yapmışız, bir bedel ödemişiz.
Tercih, terk edişleri hak etmeli.
Aldığımız ürünün muadili olabilecek bir sürü ürün varken birini tercih ettiğimde, bana diğerlerini unutturmuyorsa o şey kaliteli değil demektir. Aidiyeti gerçekleştirdik. Ben senin eşinim, sen benim eşimsin.
Aidiyetin başladığı yerde adanmışlık başlar. Adanmışlık aşkla yürür.
İnsan gençken seçim yapmaktan korkuyor. Büyüklerimizden biri bizi seçse 'şu kız sana uygun, bu oğlan sana uygun' bu işimize geliyor. Onlar ne kadar seçerse seçsin, bizi birbirimize helal eden Rabbimizdir. Beni senin için Allah seçti, seni benim için Allah seçti. Seçene bak. İşte aşk oradan doğar. Unutmayalım ki, Allah bana secde edin deseydi. İblis secde ederdi. Allah, Âdem üzerinden İblis’i sınadı. İyi ki sınamış, İblis olduğunu o zaman anladık. Bizde birbirimizin âdemiyiz. Allah’a itaatimizi yanımıza, önümüze koyduğu eşimizde bizimle verecek. Yok öyle, ben Allah’a sadık, takvalı bir kulum ama gündelik hayatta, ailemde kabayım. Ben secdemi Allah için yapıyorum. Sadece kendisine secde etmemi isteyen Allah, beni âdemler üzerinden sınıyor. Bir göreyim bakayım, eşinin kaprisini çekebiliyor musun? Bütün bu olumsuzluklara rağmen secdeni Allah için, insanlar üzerinden gerçekleştirebiliyor musun?
Hz. Âdem’in secde sahnesi tarih değil. O bir nüve, bir çekirdek sahne. Biz hep o sahnenin içindeyiz.
Çocuklarımız için yapacağımız en büyük yatırım nedir? Çocuklarımız için yapacağımız en büyük yatırım, içinde pişmanlıkları olan bir adam olarak söylüyorum. Rahmetli babamı her eleştirdiğimde, ‘Oğlum ben kimin için çalışıyorum. Sizin için çalışıyorum.’ derdi. Sonra fark ettim ki, doğru cümle şu olmalıymış: “Oğlum ben sizin için yaşıyorum.” Bu cümle sizinle yaşıyorum sonucunu getirir. Ne yazık ki, sonra kendimi aynısını yaparken buldum. Seyahatler, söyleşiler yüzünden çocuklarımın çocukluğunu kaçırmışım. Derin bir pişmanlık benim yaşadığım.
Belki de insanların dedeliği sevmesinin bir nedeni bu olsa gerek. Çocuklarında kaçırdığı fırsatı orada yakalamak istiyor. Bir özür koyuyor çocukları adına.
Ben buna babalık edeyim diyor. Hazır siz gençken bu ağır pişmanlığı ve bedeli ödenmiş bu nasihati iyi değerlendirin. Mutlaka çocukla çocuk olmak gerekiyor. Onunla hesapsız var olalım. Buna nitelikle beraberlik diyorlar, bizim böyle bir tabire ihtiyacımız yok. Müminin bütün beraberlikleri niteliklidir, kalitelidir zaten. Allah Resulü, birisiyle konuşurken bütün bedeniyle ona dönerdi. Bunu sadece gövdesel bir eylem olarak görmeyelim. Bedensel eylem değildir bu. Bir iş yapıyorsanız, ona bütün gövdenizle dönün. İki elinizle ona sarılın.
Bak adını Cihan koydum, seni onaylıyorum, kayda geçirdim, iyi ki varsın. Biz birbirimize hep trafik polisliği yaparız. Trafik polisleri hep hata arar. Oysa bizim birbirimize borcumuz; bugün hangi arkadaşımı küçük olumlu bir davranışı üzerinden tebrik etsem acaba. Çocuk olsak biz bunu ebeveynimizden isterdik. Ebeveyn olduğumuzda da çocuklarımız bizden istiyor olacak. Olumlu bir davranış, ne kadar küçük olursa olsun takdir edilmeli. Olumsuz davranışta ise suskun kalınmalı. Biz olumsuz davranışta sesimizi yükseltiyoruz. Sadece çocuklarımız için değil, eşimiz için, arkadaşımız için, dostlarımız için ama olumlu davranışını görmüyoruz. Hani sarraf terazisi gibi çok hafif şeyler bizim kefemizi ağdırmalı. Fakat daha çok tır terazisine benziyoruz. Tekmeleseler bizi hissetmiyoruz. Küçük şeyleri iyi tartıyor olmamız bizi de mutlu eder, çevremizdeki insanları da hayra ve iyiliğe yöneltir.