Sivas'ta saati olan tek çocuk bendim, bütün maçlara beni götürüyorlardı
Yavuz Bülent Bakiler, dedelerinin Azerbaycan'dan Osmanlı'ya geliş süreçlerini, 2. Dünya Savaşının en şiddetli günlerine denk gelen çocukluğunu, yaşadığı acıların şiirine ne ölçüde yansıdığını, devlet memuru olarak bulunduğu görevlerde gördüğü siyasi baskıları ve dahi tecrübelerle dolu ömrünün tüm yönlerini Doğduğum Ev için anlattı.
1936 yılında Sivas’ta dünyaya geliyorsunuz. Dünyaya geldiğiniz bu ev nasıl bir evdi?
Annemin bana anlattığına göre, 1936 yılının 23 Nisan’ında davullar zurnalar çalarken dünyaya gelmişim. Dünyaya geldiğim ve yaşadığım evi bugünkü gibi hatırlıyorum. Sivas’ta Bezirci mahallesinde iki katlı ahşap bir ev. Evimizin birinci katında aynı zamanda bir tandır bulunuyordu. Rahmetli annem ekmeklerimizi çok uzun yıllar o tandırda pişirdi. Ben çocukluk yıllarımı o evde, mahalledeki diğer arkadaşlarımla birlikte geçirdim. Şimdi o evin ne olduğunu doğrusu bilmiyorum.
Dedeleriniz Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinden Türkiye’ye gelmişler. Hangi sebeplerle ve hangi şartlar altında geldiklerine dair malumatınız var mı?
Evet. Bunu babamdan birkaç defa dinledim. Dedelerim Azerbaycan’ın Karabağ şehrinin Ağdam köyünde yaşamışlar. Azerbaycan nüfusunun yarısından biraz fazlası Şii’dir. Diğeri Sünni’dir. Türkiye’de olduğu gibi tamamen cehalet yüzünden Şiilerle Sünniler arasında zaman zaman gerginlikler meydana gelmiş. Bundan iki yüzyıl kadar önce de Azerbaycan’da böyle bir durum ortaya çıkmış. Böyle bir gerginlik olunca da Sünniler, İmparatorluğa sığınmışlar. O münasebetle dedelerim de torlanmışlar toparlanmışlar ilk defa Maraş şehrine gelip yerleşmişler. Maraş’ta, Maraş Mezarlığı’nda bir dedem yatıyor. İsmi Mehemmet Sabir. Dedemin şair olduğunu, birtakım naatları ve münacatları bulunduğunu babamdan dinlemiştim.
Dedem Ruslarla çarpışırken şehit düştü
Ben her Maraş’a gidişimde mutlaka Maraş Kabristanı’na uğruyor, orada bir Fatiha okuduktan sonra şehre geçiyordum. Günün birinde Maraş Mezarlıklar Müdürü bana dedemin ismini sordu. Ben de kendisine söyledim. İki yüzyıl önce ölen ve orada yatan dedemin mezar taşını buldular, bana gösterdiler. Ayak taşı tamamen kaybolmuş, baş taşı biraz eğilmiş vaziyette. Dedemin mezar taşının başına oturarak hıçkıra hıçkıra ağladım. Sanki dizi dibinde büyümüşüm gibi bir halet-i ruhiye içerisindeydim. Mehemmet Sabir’in oğlu Hacı Ali Murat, Sivas’ın Gürün ilçesine yerleşmiş. Babam onun mezarını bana gösterdi. Ben de o dedemin mezarını yaptırdım. Onun çocukları Türkiye’nin çeşitli yerlerine yayılmışlar. Babamın babası da Erzurum Savunması’nda Ruslarla çarpışırken şehit düşmüş ama nerede yattığını bilmiyoruz. Öyle bir aileye mensubuz.
Bizim aile lakabımız, Karabağ’dan gelmiş olmaları münasebetiyle Karabağiylerdir. Zamanla “Kara” kelimesi düşmüş “Bağiyler”e gelmiş. Bağiyler de ‘eşkıyalar’ karşılığında bir kelime. Bizim soyumuzda sopumuzda da benden başka eşkıyalık yapan kimse yok. O bakımdan babam, aile soyadımızı Bakiler şeklinde nüfusa tescil ettirmiş. Bakiler, Karabağiyler’den geliyor. Dedelerimin Karabağ’da yattığını babamdan dinledim. Karabağ’a gittim Rus itirazına rağmen. Ve anlatılmaz derecede heyecanlar yaşadım Karabağ’da. Şimdi o topraklar maalesef Ermeni işgali altında bulunuyor.
Pantolonumdaki delikler görünmesin diye kolumu kaldıramıyordum
İkinci dünya Savaşının yaşandığı günlere denk gelen bir çocukluğunuz var. Hatırınızda o günlerin zorluklarına dair neler kaldı?
Ah o günleri keşke bana sormasaydınız. Çok büyük zorluklar yaşadık İkinci Dünya Savaşında. Babam Sivas’ta Nüfus Müdürüydü. Annem ev hanımıydı. Babamın maaşının 100 küsur lira olduğunu hatırlıyorum. Ortaokulda okuduğum yıllarda benim pantolonumun arka tarafında kocaman iki delik vardı. Bu, annem tarafında müteaddit defalar yamanmıştı ama yama küçüktü delik büyüktü. O bakımdan şahsen tahtaya kalktığım zaman hocamın vermiş olduğu rakamları veya bilgileri tahtaya yazamıyordum. Bugünkü gibi hatırımda.
Coğrafya hocamız Remziye Hanım beni tahtaya kaldırdı ve bana birtakım göllerin, birtakım dağların yüksekliklerini, derinliklerini yazdırmaya başladı. Ben de aşağıdan yazmaya başladım. Bana ikaz ediyordu, “Oğlum elini yukarıya kaldırsana. Yukarıdan yazsana” diyordu. Ben yine aşağıdan yazmaya yani omuz hizamdan yazmaya devam ediyordum. Bağırdı, hakaret etti bana. “Akılsız adam, meymenetsiz çocuk, aptal, otur yerine” filan dedi. Ona “Hocam elimi özellikle kaldıramıyorum. Çünkü elimi kaldırdığım takdirde ceketim yukarıya çıkıyor ve pantolonumun arkasında iki kocaman delik görünüyor. Arkadaşlarımın bu pantolonumdaki yırtıkları, delikleri görerek bana gülmelerini istemiyorum. O bakımdan elimi kaldıramıyorum.” diyemedim. Geldim yerime oturdum. Çok zor günler geçirdik doğrusu...
Sivas’a şeker gelmişti ve memurlara şeker dağıtılıyordu. Aylarca evimize şeker girmemişti. Gittim 5 kilo şeker aldım ve sokakta dinlenemedim. Korktum birisi alıp kaçar diye.
O yıllarda yoksulluğun dışında imkansızlıklar da vardı değil mi?
Mesela benim çocukluk yıllarımda benim katiyen oyuncaklarım olmadı. Ben hep çamurlarla, çamurdan yapılmış bebeklerle, çamurdan yapılmış meyvelerle meşgul oldum. Yalnız bir dayım vardı benim. Aşk derecesinde sevdiğim bir dayım. Türkçeyi çok güzel konuşan, ses tonu çok mükemmel olan bir dayım vardı. Ankara’dan Sivas’a gelişinde bana bir mızıka getirmişti. Bütün çocukluk yıllarımda elime almış olduğum oyuncak veyahut da küçük ses cihazı işte o mızıkadan ibaretti. Evimizin hemen yanında, duvarların arkasında akan bir ark vardı. Ben o arkın başına oturdum her zamanki gibi, çamurdan kendime bir şeyler yapmaya çalıştım. O esnada mızıkam arkamda duruyordu. Mahalledeki çocuklardan birisi oradan geçerken mızıkayı alıp gitmiş. Günlerce ağladığımı hatırlıyorum.
Bir defasında, yine hiç unutamadığım hadiselerden birisi. Sivas’a şeker gelmişti ve memurlara şeker dağıtılıyordu. Kişi başına veya aile başına 5 kilo şeker. Aylarca evimize şeker girmemişti. Biz çayı üzümle, kişnişle içiyorduk. Babam Sivas’ta bir bakkal ismi verdi bana. Gittim oradan 5 kilo şeker aldım ve sokakta dinlenemedim. Korktum birisi alıp kaçar diye. Eve nefes nefese geldim, yetiştim. Yani çok zor şartlar altında geçen bir çocukluğum oldu.
Ortaokulun son sınıfına kadar bir elbiseyi yıllarca giyindiğim oldu. Ama ortaokulun son sınıfında İstanbul’da Büyükada’daki amcam kendisine küçülen veya modası geçen elbiseleri bana gönderdi. Sivas’ta en iyi giyinen kişilerden birisi ben oldum. Hatta diyebilirim ki o yıllarda, 1950 yılında, Sivas’ta ceketi ve pantolonu beyaz kumaştan yapılan tek kişi bendim, tek çocuk bendim. Kimse öyle beyaz kumaştan yapılan elbiselerle Sivas’ta yaşamadı. Öyle zor bir çocukluk günlerim oldu. Ama bugün katiyen şikayetçi değilim. İyi ki o günleri yaşamışım. Eğer o günleri yaşamış olmasaydım şahsen bu günlerin güzelliğini, önemini pek arzu edilen seviyede değerlendiremezdim.
Sivas’ta saati olan tek çocuk bendim
Bir de bir saat anınız var. Mahallede saati olan tek çocuk sizmişsiniz galiba?
Evet, gerçekten öyle. Saati olan tek kişi bendim. Bütün mahallelerdeki futbol maçlarında beni gelip götürüyorlardı. Çünkü o zamanlar devreler, haftayımlar tahmine göre yapılıyordu. “İşte tamam. Oldu. Haftayım oldu” diyorduk. Karşı taraf “Hayır. Olmadı” diye bir süre daha oynuyorlardı. Bunun önüne geçmek için bir saat gerekiyordu. Benim saatimin olması birdenbire Sivas’ta mahalleler arasında itibarımı yükseltti. Bizim Bezirci Mahallesine çok uzak mahallelerden bile gelip beni alıp götürüyorlardı. “Gel saatinle bizim haftayımlarımızı tespit et” diye. Sonra o saati ben Malatya Lisesi’nde okurken bir subaşında kaybettim. Liseden sonra yeniden saat sahibi oldum.
12 kardeş olarak dünyaya geliyorsunuz. Ancak kardeşleriniz birer birer vefat ediyor. Bunun bir sebebi var mıydı? Ve siz vefatlarına şahit oldunuz mu?
Hayır. Sadece birine şahit oldum. 12 kardeşle dünyaya geldiğimizi annemden öğrendim. Annem hep bir oğlan bir kız, bir oğlan bir kız doğurmuş. Ve doğan çocukları belirli bir zaman sonra toprağa düşmüşler. İlkokulun dördüncü, beşinci sınıfında okurken bir gün anneme yalvarmaya başlamışım. “Anne” demişim. “Mahallede herkesin kardeşi var. Erkek kardeşi var. Kavgalarda erkek kardeşler birbirlerine sahip çıkıyorlar. Ancak benim kardeşim olmadığı için ben hep yalnız kalıyorum. Anne ne olursun bana bir erkek çocuk doğur” demişim. Bu anneme çok tesir etmiş ve annem bir erkek çocuk doğurdu. Böylece dört kişi olduk evde. Ancak benden sonra doğan kız kardeşim Nuran, Malatya’da bir elektrik kazasında vefat etti. Onun ölümüne şahit oldum. Onun dışında biz üç kardeş olarak büyüdük.
İlkokul döneminize ait not ettiğim bir husus var. Şiire olan meyliniz o yıllarda mı başladı?
Evet. Cumhuriyet Üniversitesinde vazifeli bir arkadaşımın tespitlerine göre Sivas toprağında bin halk şairimiz yaşamış. Bu müthiş bir rakam. Türkiye’de hiçbir şehirde halk şairlerimizin bin civarında değil, yüz civarında olduğunu bile şahsen ben bu yaşıma kadar duymadım. Ama Sivas, halk şiiri bakımından çok zengin bir şehirdi. Benim çocukluğum da o halk şairlerini dinleyerek geçti doğrusu.
Bugünkü gibi hatırlıyorum, halk şairlerimiz sazlarını bir siyah torba içerisine koyarlardı. Onları omuzlarına alırlardı ve mahalle mahalle dolaşırlardı. İşte o esnada oğlunu askere gönderen, kızını gelin veren, yakınını kaybeden veya kayınvalidesinden, kayınpederinden yakınlık görmeyen, evde huzursuzluk yaşayan kimseler o halk şairlerine evin kapısından veya penceresinden fazla değil, bir 5 kuruş atarlardı ve “Hadi şair, hadi aşık, benim için, benim niyetime bir türkü çal, söyle” derlerdi. Şairlerimiz de bir taşın üzerine veya münasip bir yere oturarak sazlarını akort ederlerdi. Sonra bir türkü söylemeye başlarlardı. Biz de mahalle çocukları olarak onun başına oturur, çalıp söylediklerine kulak verirdik. O halk şairlerimizin vezinli, kafiyeli sözleri dikkatimi çekerdi.
Sonra akşam evde ben annemin dizi dibinde yatardım. Şunu söyleyeyim, ortaokulu bitirinceye kadar ben Sivas’ta hep yer yatağında yattım. Ortaokulu bitirdikten sonra yatağımı karyola üzerine serebildim. Annemden bana masal söylemesini isterdim. Annem de bana masallar anlatırdı. O masalların türküleri de olurdu. Zaman zaman o türkülü masallara kendimi kaptırırdım. Annemin güzel bir sesi vardı. Ve annemin o masallarında söylemiş olduğu türkülerle sokaklarda dinlemiş olduğum şairlerin çalıp söylediği türkülerde vezin, kafiye benzerliği dikkatimi çekerdi. O türkülerden veya o masallardan ben en çok Boş Beşik isimli masalın tesiri altında kalmışımdır. Katiyen mübalağa etmeden söylüyorum. Ben o Boş Beşik masalını her defasında gözyaşlarıyla dinlerdim. Ama annem benim ağladığımı bilmesin diye başımı hep yastığın altına sokardım. Annem benim ağladığımı bilirdi ama bilmezliğe gelirdi. Ben gözyaşlarıyla uykuya dalardım. İşte hem halk şairlerimizden dinlemiş olduğum o masallar, o türküler hem annemden dinlediğim masallar ve türküler doğrusu beni halk şiirine doğru yaklaştırdı.
Sindirimin yollarında bağırsakların kollarında…
Yine ilkokulda öğretmenleriniz sizden günlük derslerinize dair şiirler yazmanızı istermiş…
Günün birinde sınıf öğretmenimiz Makbule Yurderi dedi ki, “Çocuklar bir duvar gazetesi çıkarmak istiyoruz. İçinizde şiir yazan varsa, hatıralarını yazan varsa, başka konularda kalem tutan varsa yazılarını getirsin”. Heveslendim ben de. Sivas üzerine bir şiir yazdım. Hiç unutmadığım bir hadisedir. Götürdüm, verdim. Sınıf hocamız beğendi. Bu şiiri duvar gazetesine koydu. Fakat sınıf arkadaşlarım bu şiirin babam tarafından yazıldığını iddia ettiler. “Hayır bu şiiri sen yazmadın. Baban yazmıştır. Sen babanın yazdıklarına sahip çıkıyorsun” diye üzerime geldiler. Acayip derecede, anlatılmaz ölçüler içerisinde çok hassas bir çocuktum. Ağlaya ağlaya eve geldim. Babam, “Niye ağlıyorsun oğlum” dedi. Baba dedim “Böyle böyle. Bir şiir yazdım. Arkadaşlarım bunu senin baban yazmıştır diye itiraz ettiler.” “Oğlum buna üzülmemen lazım. Aksine sevinmen gerekir. Çünkü o şiiri benim seviyemde görmüşler. Niye üzülüyorsun? O şiiri sen yazmadın mı?” “Evet.” “Benim haberim bile yok nasıl bir şiir yazdığından. Aksine. Katiyen üzülmemen icap eder.” Babamın o açıklaması sesimi kesti, susturdu beni.
Ama ben o şiir münasebetiyle ‘Sınıfın Şairi’ olarak ilan edildim. Mesela biyoloji dersinde sindirim sistemini okuyacağız. Sınıf öğretmenimiz diyor ki, “Çocuklar yarın biyoloji dersinde, tabiat bilgisi dersimizde sindirim sistemini okuyacağız. Sınıfın Şairi sindirim sistemi üzerine bir şiir yazıp gelsin.” Sindirim sistemi üzerinde şiir yazılır mı? Nasıl bir şiir yazılır? Ama öğretmenim bunu böyle istediği için ve ben de şiir yazmaya heveslendiğim için oturuyordum, vezinli ve kafiyeli ama baştan sona kadar saçma sapan birtakım mısralar, birtakım kıtalar karalıyordum. “Sindirimin yollarında bağırsakların kollarında/ Yağlarında ballarında düşe kalka gideriz biz” diye başlayan saçmalıklar. Sınıf öğretmenimiz önce bana o şiiri okutuyordu sonra arkasından sindirim sistemine geçiyorduk. Derken günün birinde coğrafya dersinde hiç unutmadığım ve hatırladıkça hala güldüğüm bir durum...
Coğrafyada Japonya’yı okuyacağız. Sınıf öğretmeni açıklıyor, “Çocuklar yarın coğrafya dersinde Japonya’yı okuyacağız. Sınıfın Şairi Japonya üzerine bir şiir yazıp gelsin.” Japonya’yı görmemişim. Japonya’ya gitmemişim. Japonya’yı bilmiyorum. Ama öğretmenimiz istediği için oturuyorum Japonya’yla ilgili kısmı coğrafya dersinden gözden geçiriyorum. Ondan sonra yine saçma sapan mısralar yazıyorum. “Japonya Japonya karşımda durup öyle gubarma.” ‘Gubarmak’ kabarmak manasında... “Var mı sende de bir Sivas’la Konya” filan diyorum. Sınıfta okuyorum bunu. O saçma sapan şiirlerimi böyle kenarları güzel güllerle filan süslü bir defterime yazmıştım. Hala anlatılmaz ölçüler içerisinde üzülüyorum o defterimi imha ettiğim için. Keşke yakmasaymışım. Keşke ortadan kaldırmasaymışım. Ve bugün o sıralarda yazdığım şiirlerimi kahkahalarla okuyarak zamanımı güzelleştirseymişim. İşte ilkokulda başlayan bu vezinli ve kafiyeli şiir merakım, ortaokulda ve lisede devam etti.
Lisenin üçüncü sınıfında olan bir kimseye İstanbul’dan, bir dergi sahibinden böyle bir mektup gelmesi çok teşvik edici bir rol oynar. Ve ölüm şiirlerimi İstanbul dergilerinde yayınlamaya başladım.
Yaşadığınız bir acının şiirinizde büyük etkisi olmuş…
Lisede okurken benden küçük kız kardeşim Nuran, bir elektrik kazasında vefat etti. Bizim ailemiz için çok büyük bir yıkım oldu. Ve ben hemen hemen her gün onun mezarı başına giderek oturdum. Onunla ağlayarak konuştum. Onunla zamanımı değerlendirmeye çalıştım. Derken günün birinde, kız kardeşimin mezarı başında ben ilk defa serbest vezinde şiirler yazdım. Bu şiirlerimi, Bir Ölünün Mektubu ismi altında yazdım. Ve o yıllarda yani 1953-1954 yıllarında, İstanbul’da çıkan Türk Sanatı Dergisi’ne gönderdim. Abidin Mümtaz Kısakürek’in çıkarmış olduğu bir dergi.
Hiç unutmuyorum ve beni çok teşvik eden bir durum bu, dergi sahibinden yani Abidin Mümtaz Kısakürek’ten bir mektup geldi. Diyor ki “Seni dergimizin şairleri arasında kabul ediyoruz. Bundan böyle dergimizin her sayısı için bize bir şiir yaz, gönder.” Lisenin üçüncü sınıfında olan bir kimseye İstanbul’dan, bir dergi sahibinden böyle bir mektup gelmesi kabul edersiniz ki çok teşvik edici bir rol oynar. Nitekim o mektup bende şiire karşı daha büyük bir ilgi uyandırdı. Ve ölüm şiirlerimi İstanbul dergilerinde yayınlamaya başladım.
Kısakürek soy ismi geçti. Üstad Necip Fazıl ile bir alakası var mı?
Yakın akrabası olduğunu öğrendim. Galiba amcazadesi Necip Fazıl’ın… Sınıf öğretmenimiz Mustafa Ateş’ti. Çok sevdiğim bir edebiyat öğretmeniydi. Bizim sınıfta söylemedi ama başka sınıflarda demiş ki, “Çocuklar son aylarda İstanbul dergilerinde ölümle ilgili en güzel şiirleri arkadaşınız Yavuz Bülent yazıyor.” Gelip bana söylediler. İnanamadım. Ona sordum, buna sordum. Mustafa Ateş hocamın da bu şekildeki konuşması doğrusu beni şiire daha çok bağladı. Daha sonra şiirlerimi ‘Yalnızlık’ ismi altında bir kitapta toplayınca o ölüm şiirimin ilkini Mustafa Ateş hocama ithaf ettim.
Böylece lisenin üçüncü sınıfında İstanbul dergileriyle tanıştım. 1953 yılından bugünlere kadar yazdıklarım dört ayrı kitap halinde yayınlandı. Yalnızlık, Seninle, Duvak ve Harman. Sonra bunlar Harman ismi altında bir kitap haline getirildi. Ve yayınevinin bana söylediğine göre Harman isimli kitabım, şaşıracaksınız, doğrusu ben de çok şaşırdım, 110 bin tiraj yaptı. Türkiye gibi bir ülkede, batıyla değerlendirirsek devede kulak mesabesindedir ama ciddi bir rakam sayılır.
Bu şiir kitabımdan sonra ben ilk defa 1980’li yıllarda Yugoslavya’ya gittim. Orada yapılan bir şiir matinesine katıldım. Biliyor musunuz, bizim devletimiz zaman zaman büyük yanlışlıklar yapıyor. O yıla kadar Avrupa’da veya başka ülkelerde yapılan şiir matinelerine bizim aziz devletimiz hep Marksist şairleri gönderirdi. Onlar gitsinler de döndükten sonra bize yakınlık duysunlar, hakkımızda kötü düşünmesinler, kötü yazmasınlar diye. Gidenler ve gelenler de katiyen o devrin iktidarının lehinde tek satır yazmazlardı. O yıl nasıl olduysa ve nereden böyle bir rüzgar estiyse Yugoslavya’da yapılan şiir matinesine devletimiz beni göndermeye karar vermiş. Ben Ankara Televizyonu’nda çalışıyordum. Şaban Karataş bizim Genel Müdürümüzdü. Yola çıkmadan önce kendisine söyledim. Dedim ki, “Efendim bizim o topraklarda 5 yüzyıllık bir tarihimiz var. Bana bir kamera verirseniz oradaki Türk eserleri ile ilgili bir televizyon programı hazırlayabilirim.” Elini masanın üzerin vurdu “Tamam” dedi. Gittim. Orada gördüklerimi döndükten sonra bir televizyon programı halinde yayınladım. Tahminlerimin üzerinde bir büyük ilgi gördü. Daha sonra onu ben ‘Üsküp’ten Kosova’ya’ ismi altında bastırdım. Ve Türk Edebiyatı Yayınları arasında çıktı. Yine tahminlerimin fevkinde bir ilgi gördü.
Benim nesrimde biraz şiirin tesiri vardır. Yani kuru bir metin yazmıyorum şiirimin tesiriyle olsa gerek. Doğrusu ilk kitabım Üsküp’ten Kosova’ya çıktıktan ve çok büyük bir ilgi gördükten sonra kendi kendime dedim ki, “Yavuz Bülent, sen bundan böyle sadece şiire bağlı kalmamalısın ve nesirlerle de edebiyatımıza hizmet etmelisin”. Nesir kitaplarım da yayınlanmaya başladı. Bugün şiir ve nesir kitaplarımızın sayısı 25’i bulmuş vaziyettedir. Ve yayınevinin bana söylediğine göre dünyada en az okuyan ülkelerden birisi bulunmamıza rağmen bu kitaplarımın tirajı 1 milyonu bulmuştur. Ciddi bir rakam. Bununla huzur duyduğumu söyleyebilirim. Ve okuyucularıma bu münasebetle binlerce defa teşekkür etmek de en büyük vazifelerimden birisi olması gerekir.
Eğer asker olma konusunda ısrar edersen, sana dört metre ip alırım gidersin Sivas’ta Garipler Pazarı’nda hamallık yaparsın. Memurluktan daha iyidir.
1955 yılında Hukuk Fakültesi’ni kazanıyorsunuz. Avukatlık sizin tercihiniz miydi?
Doğrusu ben askerliği aşk derecesinde seven bir kimseyim. Liseyi bitirdikten sonra Harp Okulu’na gitmeyi ve asker olmayı istedim. Şimdi parantez içerisinde söylüyorum; ben çok yanlış bir aile terbiyesi içerisinde büyüdüm. Babam beş vakit namazında niyazında olan bir adamdı. Ve babamın arkadaşlarının bana söylediğine göre babam herhangi bir şehirde müftülük yapacak kadar dini bilgilere de sahip bir kimseymiş. Fakat ben babamın yanlış terbiye anlayışı yüzünden babamla doğrudan doğruya konuşamadım. Bütün isteklerimi anneme söyledim. Annem, babama götürdü. Babam cevabını anneme verdi. Böyle baba evlat münasebeti olur mu? O bakımdan bundan çok şikayetçi olduğumu bilhassa ifade etmek istiyorum.
Anneme söyledim, “Anne ben askere gitmek istiyorum” diye. Annem babama söylemiş. Babam itiraz etmiş. “Hayır” demiş, “Askere gitmek yok, serbest meslek sahibi olsun.” Annem bunu bana söyleyince ağlamaya başladım. Annem tekrar gitmiş babama rica etmiş. Demiş ki “Çocuk ağlıyor, bırak gitsin” o zaman babam geldi dedi ki, “Bak oğlum. Ben daire amiriyim. Ben birtakım amirlerimin emri altındayım. Bir işi valinin söylediği şekilde yapıyorum. Başka bir vali geliyor bana başka şekilde iş yapmamı emrediyor. O bakımdan ben senin herhangi bir kimsenin emri altında çalışmanı istemiyorum. Serbest meslek sahibi olacaksın. Eğer ısrar edersen asker olma konusunda, sana dört metre ip alırım gidersin Sivas’ta Garipler Pazarı’nda hamallık yaparsın. Memurluktan daha iyidir. Bütün bunlara rağmen ben asker olmak istiyorum, subay olmak istiyorum diyorsan benim oğlum değilsin” dedi. Böyle sert konuşunca babam, ben hukuk fakültesini seçmek mecburiyetinde kaldım.
Sizin de tespit ettiğiniz gibi 1955 yılında fakültenin birinci sınıfında kaydoldum. 1960 yılında mezun oldum. Ve mezun olduktan sonra da avukatlığa başlamadım. Doğrudan doğruya Metal İş Federasyonu’nda Eğitim ve Araştırma Müdürü oldum. 4 ay kadar orada Eğitim Müdürü olarak çalıştım fakat yeni kurulan bir federasyondu, ciddi bir çalışma içerisinde değildik. Ben de almış olduğum parayı helalinden kazandığıma inanmıyordum. Federasyon Başkanı Kaya Özdemiroğlu hemşehrimizdi bizim, Sivaslı’ydı. Ona gidip diyordum ki, “Ya bir şeyler yapmalıyım ben Kaya. Böyle aydan aya hiçbir iş yapmadan maaş almak bana çok zor geliyor. Aldığım maaşı helal etmek istiyorum. Buraları silip süpüreyim. Camları ben temizleyeyim. Bir iş yapayım”... Bana her defasında, “Bekle biraz. Yeni kurulduğumuz için iş yok ama öyle zaman gelecek ki başını kaşıyacak zaman bulamayacaksın” diyordu. Sonra ben dayanamadım 4 ay sonra istifa ettim. 4 ay işsiz kaldım. Tahmin edemezsiniz çekmiş olduğum sıkıntıyı. Sonra Ankara Radyosu’na girdim.
Radyoda aradığınızı bulabildiniz mi?
Ankara Radyosu’nda dehşetli bir olayla karşı karşıya kaldım. Dış Yayınlar bölümünde program hazırlıyordum Avrupa’da bulunan işçilerimiz için. Bir programda Almanya’da yaşayan bir işçimiz bize soruyordu. Diyordu ki, “Türkiye’mizin almış olduğu dış yardıma burada faaliyette bulunan bir radyo durmadan itirazda bulunuyor. Bu yayın Almanya’daki işçiler arasında bir bölünmeye sebebiyet verdi. Bir kısım arkadaşlar diyorlar ki, “Vakti zamanında Rusya da Amerika’dan yardım aldı. Belini doğrulttu ama Türkiye’nin yardım almasına, belini doğrultmasına tahammül edemiyor. Doğrusu nedir?” diye soruyordu.
Ben de bu konuyu bildiğim için soruya cevap verdim. Dedim ki, “1945 yılında Yalta’da, Stalin’le Roosevelt arasında bir görüşme oldu. Rusya, Amerika Birleşik Devletleri’nden yeni bir devlet kuracak kadar nakdi ve ayni yardım aldı. Rusya’nın Amerika’dan nakdi ve ayni yardım alması doğrudur. O radyonun yayınlarına inanmayın. Siz bizi dinlemeye devam edin” diye bir program metni yazdım. Bu program yayın denetiminden geçmedi. Çünkü daire başkanımız devrimci bir Marksist’ti. “Yayınlanamaz” dedi. Ben programımı geri çekmedim.
Konu Turgut Özakman’a intikal etti. Turgut Özakman, “Kaynak gösterilmek suretiyle yayınlanabilir” dedi. Ama o programımdan sonra Ankara Radyosunda bana herhangi bir program yaptırılmadı radyodaki Marksist kişiler yüzünden. 2 yıl radyoda sadece mektup açmakla vazifelendirilmiştim. İki kelimeyi yan yana getirip konuşamayan, yazamayan insanlar programdaydı. Bunu ciddi bir hakaret olarak kabul ettim ve ayrıldım. Sivas’a gittim, Sivas’ta istemeyerek avukatlık mesleğine soyundum.
Siyasete de bu dönemde mi girdiniz?
Sivas’ta 4 defa seçime girdimAdalet Partisi’nden. Önce 1969 yılında seçime girdim. Listede ön seçimde 5. sıradaydım. 4 kazandı, ben kaybettim. Ondan sonraki seçime girdim. 4. sıraya yükseldim. 3 kazandı, ben kaybettim. Ondan sonraki seçime girdim. Hani yenilen pehlivan usanmazmış derler ya… 3. sıraya çıktım. 2 kazandı, ben kaybettim. Sonraki seçime girdim. 2. sıradaydım. 1 kazandı ve ben kaybettim. “Ulan alın abdestinizi verin pabucumu” dedim ve Sivas’tan ayrıldım. Sonra Ankara’ya döndüm. Yeniden devlet memuriyetine girdim.
TRT Ankara Radyosunda da televizyonunda da Marksistlerle karşı karşıya kaldım
TRT Ankara Televizyonu, Kültür Bakanlığı ve Başbakanlık gibi kurumlarda görevler yaptınız. Ancak yapmaya heveslendiğiniz hizmetleri yerine getiremediğinizi ve size müşkülat çıkarıldığını görüyoruz. Neden böyle oldu?
Bununla ilgili hatıralarımı anlatmaya başlasam bitiremem... O bakımdan arkadaşlarımın ısrarı üzerine devlet hayatında yaşadıklarımı ‘Vay Başıma Gelenler’ ismi altında yazıyorum şimdi. Ankara Televizyonu’nda vazifeye başladığım zaman Marksistlerle karşı karşıya kaldım. Sonra Kültür Bakanlığı’na geçtim ve orada da bir takım büyük zorluklarla karşılaştım. Biliyor musunuz? Şimdi biz 2019 yılında yaşıyoruz. Cumhuriyetimiz 1923 yılında ilan edildi. 1923 yılından 2019 yılına kadar aziz devletimiz Milli Mücadele’mize hizmet eden kumandanlarımızdan hiçbirisinin ama hiçbirisinin eserine sahip çıkmamıştır. Sadece Atatürk’ün Büyük Nutuk isimli eserini basmıştır.
Kültür Bakanlığı’nda çalıştığım yıllarda Müsteşar Yardımcısıydım. Atatürk’ün doğumunun 100. yılının kutlanma işi bana verildi. Ben de Atatürk üzerine bir hayli kitap okuyan bir kimseyim. Yani dünden bugüne Atatürk üzerine okuduğum kitapların sayısı tam 100’ü buldu. O bakımdan ben Atatürk’ü tanıyorum. Kültür Bakanlığı’nda çalışmış olduğum yıllarda dedim ki, “Bizim Milli Mücadele’mizin kayıtsız ve şartsız lideri Atatürk’tür. Devlet Atatürk’ün Büyük Nutuk isimli eserini basıyor. Amenna. Bassın. Basalım. Ama Milli Mücadele’mize hizmet eden başka paşalarımız, başka komutanlarımız da var. Bu devlet onlara da sahip çıksın. Milletler kendi kahramanlıklarıyla yaşarlar. Kahramanlarımızın sayısını bire indirmeyelim. Bu yanlış bir politikadır” dedim.
Ve ben ilk defa Kültür Bakanlığı’nda Atatürk’ün dışında bir Milli Mücadele Kahramanımızın kitabını bastırdım. O Milli Mücadele Kahramanımız aynı zamanda Atatürk’ün sınıf arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy’dur. Ali Fuat Cebesoy’un kitabını bastırdım. İki ciltti. Birinci cildi bastırdım, bitti. İkinci cildi matbaaya verdim. İkinci cildinin bitmesine beş forma kalmıştı ki 12 Eylül Darbesi’nde Kenan Evren ve arkadaşları vatanımızı kurtardılar! Ve iktidara el koydular. İktidara el koyduktan sonra ilk iş olarak benim bu kitap meselesine itiraz ettiler. Kitabın ikinci baskısını durdurdular. Ve beni Müsteşar Yardımcılığından Bakanlık Müşavirliği’ne aldılar. Ve biliyor musunuz, 1. dereceden maaş alma hakkına sahiptim. Beni 1. dereceden 5. dereceye indirdiler. İtiraz ettim. 6 ay sonra yeniden beni 3. dereceye çıkardılar. Tekrar itiraz ettim. 6 ay sonra yeniden beni 1. dereceye getirdiler.
Hiçbir şey bilmeyen ama Atatürk’ü çok seven bir adam… Ömrümün en sıkıntılı yıllarını Kenan Evren gibi Atatürk’ü hiç bilmeyen ama çok Atatürkçü geçinen bir kimsenin çok yanlış tasarruflarıyla sıkıntılar altında geçirdim.
Bana göre dünyanın en iptidai, en aptalca, en ahmakça kararlarından birisidir bu. Bir millet kendi kahramanlarını teke indirmez. Millet kahramanlarıyla yaşar. Kahramanlarını aksine çoğaltmak mecburiyetinde. Ben Kültür Bakanlığında vazifeli olduğum yıllarda dedim ki, “Milli Mücadele’ye iştirak eden paşalarımız bir tarafa eğer bizim bir çavuşumuzun veya bir on başımızın Milli Mücadele’yle ilgili bir eseri varsa devlet ona da sahip çıkmalıdır, onu da bastırmalıdır. Niçin biz sadece Atatürk’ün Büyük Nutku’yla baş başa kalıyoruz.”
İşte benim bu davranışım, büyük Atatürkçü olan Kenan Evren tarafından büyük öfkeyle karşılandı. Beni vazifeden aldılar. “Atatürk’ü o kadar çok seven Kenan Evren’in Atatürk’le ilgili bilgisi nedir” diye bana sorarsanız, çeşitli konuşmalarına şahit olduğum için söylüyorum, ona vereceğim numara 0 ile 1 arasında. 0 değil ama 1 de değil. Hiçbir şey bilmeyen ama Atatürk’ü çok seven bir adam… Geldi, Kültür Bakanlığında benim vazifeme mani oldu. Ömrümün en sıkıntılı yıllarını Kenan Evren gibi Atatürk’ü hiç bilmeyen ama çok Atatürkçü geçinen bir kimsenin çok yanlış tasarruflarıyla sıkıntılar altında geçirdim.
Savcı karşısına çıkmak zorunda kaldığınız günler de yaşadınız. Sizi hangi suç ile yargılıyorlardı?
Dehşet verici bir durumdur bu. Ben Turancıyım. Yani Türkiye dışındaki Türklerle, soydaşlarımızla çok yakından ilgiliyim. 1961-1963 yılları arasında yedek subaylığımı Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nda yaptım. Yedek subaylığımın son günlerinde bir suikasta kurban giden Amerika Birleşik Devletleri’nin Cumhurbaşkanı Kennedy’nin bir açıklaması oldu. Kennedy diyordu ki, “Bir Amerikan vatandaşı, dünyanın neresinde yaşıyorsa yaşasın, bilinmelidir ki, bütün Amerikalıların kalbi o kişiyle birlikte çarpmaktadır.” Beni çok duygulandırdı. Bir ciddi devlet başkanı kendi vatandaşına böyle sahip çıkar…
O yıllarda Fransa Cumhurbaşkanı General de Gaulle’ün bir açıklaması oldu. Kennedy’nin açıklamasına çok benziyor. Dedi ki, “Dünyanın neresinde bir Fransız vatandaşı yaşıyorsa, o kişiye yapılan bir haksızlık bütün Fransa Milleti’ne yapılmış gibidir. Onu öyle değerlendiririz.” O da kendi vatandaşına böyle büyük duygularla bağlı olan bir kimseydi.
Babam Turan düşüncesindeydi. Babamın almış olduğu dergilerden Türkiye dışındaki Türklerden haberdar oldum. O dergileri okuyarak, o dergilerdeki yazıları, şiirleri okuyarak onlara karşı çok yakın bir ilgi duydum. O duyguyu, o fikri konuşmalarımda ifade ettim. Ama bizim Milli İstihbarat Teşkilatı’nda… Lütfen bunu çıkarmayınız, lütfen bu kelimeyi olduğu gibi yayında muhafaza ediniz… Çok aptal, çok ahmak insanlar yaşıyor. Onlar Türkiye dışında yaşayan soydaşlarımıza bir ilgi duymayı çok büyük bir suçmuş gibi görüyorlar ve gösteriyorlar. O bakımdan benimle ilgili Milli İstihbarat Raporu’nda benim Türkiye dışındaki Türklere çok yakın bir ilgi duyduğumu, Turancı olduğumu belirtmişler. Doğru. Moskova’da da benim bir dosyamın olduğunu Azerbaycan’a gittiğim zaman öğrendim. Ruslar da bunu böyle tutmuşlar. Bu yakınlık çeşitli makamlarda büyük bir suç gibi görülüyordu bir zamanlar. O bakımdan Milli İstihbaratın tutmuş olduğu rapor bazı yetkili kişilerin mesela Kenan Evren’in önüne konulduğu zaman onları çok korkutuyordu. Ve beni geri hizmete çekmeye çalışıyorlardı.
Bundan aşağı yukarı bir ay kadar önce Kırgızistan’a gittim. Kırgızistan’da bizim devletimizin açmış olduğu üniversiteler var. Milyonlarca dolar harcamışlar. Kırgızistan’da bizim çeşitli kuruluşlarımızın yapmış oldukları yatırımlar var. Yani ben bunları yıllarca önce dikkate aldığım için, yazdığım için suç mu işledim. Milli İstihrabat’a göre suç işledim. O bakımdan beni devlet hizmetinde geri hizmetlere çektiler ve beni cezalandırmak yoluna gittiler. Bugün Türkiye, sınırlarımızın dışında bulunan yeni Türk Cumhuriyetleriyle çok ciddi münasebetler içerisindedir. Ve benim tespitlerime göre Türkiye’nin kalkınması, çağdaş medeniyet seviyesine yükselmesi, Batı dünyasından katiyen kopmamak kaydıyla yeni kurulan Türk Cumhuriyetleri’yle siyasi, iktisadi ve kültür münasebetleri kurmasına bağlıdır.
Atatürk yobazları din yobazlarından tehlikelidir
Buna benzer şekilde yakın bir tarihte, 28 Şubat sürecinde Şile’de çok enteresan bir durum yaşıyorsunuz değil mi?
Evet. Dehşet verici birtakım cehaletlerle karşı karşıya kaldım. Bunları söylemek çok büyük bir suçtur ama söylemek durumundayız. Artık bunları konuşmaya başlamalıyız… Bizim yurdumuzda iki ayrı yobaz tipi vardır. Bunlardan birisi; din yobazlarıdır. Bunlar İslam’ı katiyen bilmezler ama söyleyeceğiniz bir cümle için veya içerisinde bulunmuş olduğunuz bir durum münasebetiyle “Neüzübillah, kafir oldun” diye ağızlarını açarlar. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki, “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız. Nefret ettirmeyiniz, sevdiriniz.” Bu din yobazları aksine sevdirmekten ziyade nefret ettirmeye, kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırmaya gidiyorlar.
Bu din yobazlarının yanında bir de Atatürk yobazlarımız vardır. Bunlar çok dehşetli adamlardır. Ve bunlar çok tehlikeli insanlardır. Bunlar Atatürk’ü katiyen okumamışlardır, katiyen bilmemektedirler. Okumadıkları, bilmedikleri halde siz Atatürk’le ilgili yüzde yüz doğru bir fikri ortaya koyduğunuz zaman derhal sizi ‘Atatürk düşmanı’ diye suçlamaktadırlar. Biliyor musunuz, Türkiye’de bu Atatürk yobazları, din yobazlarından çok daha fazla tehlikelidir. Atatürk yobazları hakkında söyleyeceğiniz söz adeta yoktur. Yapacağınız hareket adeta yoktur. Susmak ve suçlu olmak durumunda bulunursunuz…
Şile’de, Şile Belediye Başkanı’nın daveti üzerine bir sohbet toplantısına katıldım. Bir salona aldılar beni. Dikkatimi çekti; salonun koltuklarının önünde iki koltuk daha var. O iki koltukta baktım bizim bir deprem profesörümüz vardı. İsmi Ahmet Ercan. Oturuyor karısıyla birlikte. Orada Türkçeyle ilgili tespitlerimi anlatmaya çalıştım. Benim Türkçe üzerine çok uzun çalışmalarım oldu. Türkçe üzerine yayınlanmış iki kitabım var. Tükçeye yapmış olduğum hizmetler münasebetiyle bana çeşitli kuruluşlar tarafından takdirnameler verildi. Bahsi diğer…
Orada da dilimizin birtakım kimseler tarafından bazı çıkmazlara sokulmak istendiğini anlattım ve örnekler verdim. Dedim ki, “Üniversitede okuduğum yıllarda bize bazı kaideler ezberletildi. Mesela Anayasa Hukuku dersinde şöyle bir kaide ezberletildi bize; “Tarik-i âm üzerinde nasın müsellah olarak tecemmû memnudur. Kezalik nasın tarik-i âm üzerinde gayr-i müsellah olarak tecemmû memnudur.” “Sonra” dedim, “Yine o yıllarda aklımda kalan bir başka tarif var; Mütesaviyen mudalla bir müsellesin, re'sinden gaidesine indirilen hat-ı müstakim gaideyi iki müsavî parçaya taksim eyler”.
Ben bunları açıklar açıklamaz en ön sırada oturan o deprem profesörü birdenbire ayağa kalktı ve sesinin en yüksek tonuyla bağırmaya başladı. “Burası Atatürk Türkiye’sidir” dedi. “Sen orada birtakım ayetler okuyarak Atatürk Türkiye’sini geri gösteremezsin. Laikliği ihlal edemezsin. Seni protesto ediyorum” diye bağırmaya başladı. Şaşırdım kaldım. Önce bu adamın şaka yaptığını filan düşündüm. Fakat karısı kocasının koluna girdi zorla dışarıya çıkarmaya çalıştı. Dışarıya çıkarken bağırmaya devam ediyordu. Salonda dinleyicilerle karşı karşıya kalınca dedim ki, “İçerisinde bulunmuş olduğumuz dehşetli cehaleti görüyorsunuz. Ben burada bir ayet-i kerime filan okumadım. Kaldı ki ben burada bir ayet-i kerime okusam da bu laikliği ihlal manasına gelmez. Burada size fakülte yıllarında bize öğretilen bir tarifi tekrarlamak istedim. Yani Anayasa Hukuku dersinde Bülent Nuri Esen bu tarifiyle bize demek istiyordu ki, “Umumi yollar üzerinde halkın silahlı olarak toplanması yasaktır aynı şekilde umumi yollar üzerinde halkın silahsız olarak toplanması da yasaktır”. Bunu böyle öğretmek varken ‘Tarik-i âm üzerinde nasın müsellah tecemmû memnudur’ şeklindeki kelimelerle ortaya koymanın, öğretmenin bir faydası yok. Bunun doğru bir ifade tarzı olduğunu kabul etmiyorum” dedim.
En ön sırada oturan o deprem profesörü birden bire ayağa kalktı ve sesinin en yüksek tonuyla bağırmaya başladı. “Burası Atatürk Türkiye’sidir. Sen orada bir takım ayetler okuyarak Atatürk Türkiye’sini geri gösteremezsin. Laikliği ihlal edemezsin” diye bağırmaya başladı.
Birkaç gün sonra oturduğum evin kapısı çalındı, gittim kapıyı açtım. Baktım bir polis karşımda. “Şile Cumhuriyet Savcılığı tarafından davet ediliyorsunuz, Şile’ye gideceksiniz” dedi. Davetnameyi aldım, gittim Şile’ye. Öğrendim ki, o deprem profesörümüz benim konuşmamı dinledikten sonra Şile Cumhuriyet Halk Partisi İlçe Başkanı’na gitmiş. Demiş ki “Siz burada böyle oturuyorsunuz, Yavuz Bülent salonda bir takım ayet-i kerimeler okuyarak laikliği ihlal ediyor. Ne biçim tavır bu?” Kadın da hemen adamcağızı almış yanına Garnizon Kumandanına çıkarmış. “Siz burada oturuyorsunuz albayım ama Yavuz Bülent orada laikliği ihlal eden konuşmalar yapıyor” diye şikayette bulunmuş. Albay da ikisini yanına alarak savcılığa gelmiş. O da yine savcıya aynı şekilde tarizde bulunmuş. “Savcı bey, siz burada böyle oturuyorsunuz, Yavuz Bülent konuşmasıyla bir takım ayet-i kerimeler okuyarak laikliği ihlal eder şekilde beyanlarda bulunmuş” diye şikayette bulunmuş. Savcı da demiş ki, ben bunları savcıdan dinledim, “Efendim Türkiye’de herkesin suç işleme hakkı vardır, hürriyeti vardır. Şu adam bu adam suç işleyecek diye ben arkasına takılamam. Varsa suç işleyen bir kimse ve siz onlardan şikayetçiyseniz, bildirin bana. Ben gerekeni yaparım.” “Şikayetçiyiz” demişler. “Kimden?” “Yavuz Bülent’ten.” “Niçin?” “Laikliği ihlal eder şekilde konuştu. Atatürk ilke ve inkılaplarının aleyhinde beyanda bulundu diye.” Savcı diyor ki “Bana böyle şikayette bulundular. Ben de dedim ki ‘Hay hay. Memnuniyetle bunu takip etmeye başlarım.’ Takibe başladım.”
Dikkat edin hanımefendi çok mühim, “Adalet Bakanlığı’ndan ‘Şile’de laikliği ihlal eden, Atatürk ilke ve inkılaplarının aleyhinde konuşan Yavuz Bülent hakkında derhal takibata başlayacaksınız’ diye telefonda emir geldi. Ben de dedim ki, ‘Şikayet var efendim, takip ediyorum’ sonra onların gösterdiği şahitleri dinledim. Hiçbirisi sizin laikliği ihlal eder şekilde konuşmadığınızı, katiyen bu konuda bir beyanda bulunmadığınızı söylediler. Ben de konuşmanızı baştan sona kadar dikkatle dinledim.”
Şile Belediyesi benim Şile’de yapmış olduğum konuşmayı banta almış. Hangi münasebetle banta almış bilmiyorum ama iyi ki banta almış. “Konuşmanızı baştan sona kadar dinledim, gördüm ki katiyen böyle bir durum yok. Ama bir şikayet var. Ben sizin de ifadenizi almak durumundayım” dedi. İfademi verdim. “Ne diyorsunuz?” dedi. “Utanıyorum” dedim. “Bu cehaletten, bu yobazlıktan, bu modern yobazlıktan utanıyorum ve iğreniyorum” dedim. Cumhuriyet Savcısı takipsizlik kararı verdi.
Yaşamak için neden İstanbul’u tercih ettiniz ve emeklilik günlerinizi nasıl değerlendirdiniz?
Adama sormuşlar, “Memleketin neresi?” demişler. “Sen evli misin?” demiş soru soran. “Evet, evliyim.” “Sen bilirsin o zaman” demiş. “Evlenince insan hanım memleketli oluyor”. Emekliye ayrıldıktan sonra karımın annesi ve babası İstanbul’da yerleştikleri için İstanbul’a geldim. Benim kayınpederim, kayınvalidem çok müthiş insanlardı, çok mükemmel insanlardı.
Türk Edebiyatı’nda kayınvalidesi üzerine ilk şiir yazan adam benim. Ve bunu çok büyük bir açıklıkla söylüyorum. Ben kayınvalidemin ayaklarını öptüm, ayağını öptüm. Neden biliyor musunuz? Hiçbir zaman beni karımın yanında müşkül durumda bırakmadı da ondan. Karımla zaman zaman Türkçe konusunda aramızda münakaşalar oldu. O münakaşalarda ben karımın haklı olduğunu gördüm ama garip bir halet-i ruhiye ile hatamda ısrar ettim. “Hayır benim söylediğim doğru” diye. “O zaman anneme soralım” dedi. Peki, anneme soralım deyince ben itiraz etmedim. Geldi annesine sordu. “Anne, Bülent şu şiirde şöyle bir mısra yazmış” veya “Şu yazısında şöyle bir cümlesi var. Ne diyorsun anne? Bu cümle doğru mu? Bu mısra doğru mu?” diye sordu annesine. Kayınvalidem edebiyat öğretmeni, benim yanlış yazdığımı bildiği halde dedi ki, “Kızım bu bir üslup meselesidir. Sen onu yazsaydın dediğin gibi yazardın ama Bülent de kendi üslubuyla onu yazmış, öyle yazmış. Yazdığı katiyen yanlış değil. Doğru.” demiştir ve ben eğilip kayınvalidemin ayağını öpmüşümdür. Beni karımın yanında müşkül duruma sokmadığı için. O bakımdan ben de kayınvalidemi ve kayınpederimi çok sevdim. Dolayısıyla Sivas’a yerleşmedik. Dolayısıyla Ankara’da kalmadık. Çıkıp İstanbul’a geldik. İstanbul’a yerleştik.
Bizim annelerimiz evlendikleri zaman babalarının evinden kocalarının evine sadece bir tek kitapla gelirler. O da Kur’an-ı Kerim’dir. Onun da hamdolsun okumasını bilmezler. Öylece orada durur.
Sizi hitabetinizin güzelliği ve Türkçeye olan hakimiyetinizle tanıyoruz. Ancak hatıralarınızda gençliğinizde topluluk önünde konuşmakta zorlandığınızı ifade ediyorsunuz.
Bu, bence Türkiye’nin çok mühim meselelerinden birisidir. Bu münasebetle önce kendi tespitimi ifade etmek istiyorum. Biz evlerimizde güdük insanlar olarak yetişiriz. Annelerimiz ve babalarımız bizi güdük insanlar olarak yetiştirirler. Neden? Çünkü bizim evlerimizde kitap yoktur, kütüphane yoktur. Bizim annelerimiz evlendikleri zaman babalarının evinden kocalarının evine sadece bir tek kitapla gelirler, iki kitap yoktur. Bir kitap. O da Kur’an-ı Kerim’dir. Onun da hamdolsun okumasını bilmezler. Onu güzel bir muhafaza içerisine alırlar, getirirler, tavana yakın bir yere asarlar. Öylece orada durur.
Evde kitap yoktur, kütüphane yoktur. Çocuklar sadece ders kitaplarıyla beraberdirler. Ders kitaplarımızdaki kelime sayısı da mahduttur. O bakımdan çocuklarımız evde ders kitaplarının dışında başka bir kitapla meşgul oldukları zaman anne ve baba derhal itiraz eder. Halbuki annenin ve babanın çocuklarını teşvik etmesi lazım. Ben de böyle büyüdüm üniversiteye kadar. Üniversitede okumanın önemini gördüm. Ben üniversiteye gittiğim zaman, katiyen ama katiyen abartmadan söylüyorum, bir topluluk önünde irticalen benim beş dakika konuşma kabiliyetim yoktu. Neden? Çünkü ben üniversiteye Türk olarak ve Müslüman olarak gittim de ondan konuşma kabiliyetim yoktu. “Ne demek?” diye içinizden geçireceksiniz. Şu demek; Türk ve Müslüman okumaz. Okumadığı için hafızasında yeterli miktarda kelime yoktur. Hafızasında yeterli miktarda kelime olmayan kimseler rahat konuşamazlar, konuşulanları anlayamazlar, önlerine konulan bir kitabı gözden geçiremezler. Niye? Kelime dünyaları çok zayıftır.
O bakımdan fakültenin birinci sınıfında ben de bir topluluk önünde beş dakika irticalen konuşma kabiliyetine sahip değildim. Hatta o kadar ki sonra siyasi hayatımızda, çeşitli bakanlıklarda, üst kademelerde bakan olan yani bakanlık yapan arkadaşlarım oldu. Onlardan birisiyle bir gün Cebeci Camii önünde ezan okunmasını beklerken bana içinden geçenleri ifade etti, anlattı. Dedi ki “Yavuz Bülent, Allah bize bir topluluk önünde kitaba, kağıda bakmadan beş dakika konuşma kabiliyeti verseydi...” Müthiş bir şey. Beş dakika kitaba, kağıda bakmadan konuşacağız… Hiç abartmadan söylüyorum bunu, bu neye benzerdi biliyor musunuz o yıllarda; Boğaz’ın sularını hiç nefes almadan, su üstüne çıkmadan bir kıyıdan öteki kıyıya kadar yüzerek geçmeye benzerdi. O ne kadar imkansız bir hadise ise bizim o yıllarda bir topluluk önünde beş dakika irticalen konuşmamız da o kadar zor bir işti.
Otobüs duraklarında beklerken bile kitap okudum
Bunu nasıl başardınız?
Ben neden bu konuda zavallı bir durumda olduğumuzu Namık Kemal’in bir yazısını okuduktan sonra gördüm ve dünyam değişti benim. Namık Kemal o yazısında diyor ki “Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Hafızasında yeterli miktarda kelime olmayan kimse önce karşısında konuşan kimsenin konuştuklarını anlayamaz.”
Ben bunları çok yaşadım Türkiye’de. “Ne diyor bu adam yav? Ne diyor?” anlayamaz. Çünkü hafızasında kelime yoktur. Söylenenleri o bakımdan kavrayamaz. Önüne konulan bir kitabı okuyup, anlayamaz. “Aa çok ağır bir kitap bu ya. Kelimeler bana çok ters geliyor” diye kitabı kapatır. Veya kendisini ifade etmek mecburiyetinde kaldığı zaman çok sık “şey” der, “ııı” der, “aaa” der, “yani” der, “tamam mı?” der, “atıyorum” der, “hani” der… Buna benzer birtakım çirkinliklere bulaşır. Niye? Çünkü okumadığı için hafızasında yeterli miktarda kelime yoktur da ondan.
Ben Namık Kemal’in o yazısını okuduktan sonra neden bir topluluk önünde beş dakika konuşamadığımı anladım ve okumaya başladım. Çok okumaya başladım. Bizim hukuk fakültesinin karşısında iki kıraathane vardı. Hiçbir arkadaşım beni o kıraathanelerde göremedi. Ben otobüs duraklarında otobüs beklerken bile zamanımı okuyarak geçirdim. Okudukça çok cahil bir insan olduğumu gördüm. Cehaletimden utandım. Daha çok okumaya başladım. Okudukça hafızamda birtakım kelimeler boy vermeye başladılar. Günün birinde yeterli miktarda kelimeye sahip olduktan sonra ben de birtakım hatiplerimiz gibi bir topluluk önünde üç dakika-beş dakika değil, bir saat-iki saat değil çok yerlerde olmuştur; üç saat- dört saat hiç durmadan ama bu süre içerisinde “şey, yani, ııı, aaa” demeden konuşma imkanlarına sahip oldum.
Kim okursa, kim hafızasındaki kelime dünyasını geliştirirse kayıtsız ve şartsız bu imkanlara sahip olacaktır. İngiltere’de eğitim sistemlerinde 71 bin kelime bulunuyor. Yani ilkokuldan üniversiteye kadar okuyan çocukların ders kitaplarında 71 bin kelime var. Kültür Bakanlığı’nda çalışmış olduğun yıllarda önüme konulan dosyalardan, bilgilerden aklımda kalanları size söylüyorum. Japonya’da 40 bin kelime var. İtalya’da 32 bin kelime var çocukların okul kitaplarında. Türkiye Cumhuriyeti’nde okul kitaplarında sadece 6-7 bin kelime bulunuyor. Ve bizim sevgili çocuklarımız da bu 6-7 bin kelimenin sadece yüzde 10’uyla düşünüp, konuşuyorlar. Gittim, geldim, baktım, gördüm, ağladım, acıktım, doydum gibi kelimeler. Bunlar Sokak Türkçesi. Bu kelimelerin dışına çıkmadıkları için çocuklarımız konuşamıyorlar ve konuşulanları anlayamıyorlar.
Evimde 5 bin ciltlik bir kütüphanem vardı
Büyük bir kütüphaneye sahip olmalısınız. Değil mi?
Benim 5 bin kitaptan ibaret bir kütüphanem oldu evimde. Bir kızım, bir oğlum var. Pırlanta gibi çocuklar. Bugüne kadar annesini ve beni ima yoluyla olsun kırmadılar ve üzmediler. Ama benim bu iki güzel yavrularım bugüne kadar bu benim 5 bin ciltlik kütüphaneme mübarek ellerini uzatarak bir tek kitap alıp okumadılar. Biliyor musunuz, dünyanın en büyük çilelerinden, facialarından birisidir. Ben tabii kendilerine tarizde bulundum. “Ya çocuklar, kimin evinde 5 bin kitaptan ibaret bir kütüphane var. Ben bu kütüphaneyi aynı zamanda sizin için kurdum. Niye buradan kitap alıp okumuyorsunuz? Neden bu kadar bu kitaplardan uzaksınız?” diye tarizde bulundum. Kızımın da oğlumun da bana verdiği cevabı bütün annelerin, babaların, bütün Milli Eğitim Bakanlarımızın, bütün Başbakanlarımızın, bütün Cumhurbaşkanlarımızın çok büyük bir dikkatle ele almaları gerekir. Bana dediler ki, “Babacığım o kütüphanede bulunan kitapların dili bize çok ağır geliyor, dilini anlayamıyoruz.”
Türkçe… Sizin ‘Öz Türkçe’ üzerine sert eleştirileriniz var…
Bizde her nesil kendisinden önceki neslin edebiyatından mahrum büyüyor. Çünkü dil durmadan zayıflıyor. Bundan büyük facia olamaz. Ben bir ara İngiltere’de bulundum ve bir deniz gezisinde kaptana sordum, çok önemli ama çok önemli bir sorudur ve çok önemli bir cevaptır. Dedim ki, “İngiltere’de Shakespeare’i okuyor musunuz? Anlıyor musunuz?” Bu sohbeti yaptığımız zaman Shakespeare 400 yıl önce ölmüştü. Bütün mukaddesatım üzerine yeminle söylüyorum, kaptan bana dedi ki, “İngiltere’de Shakespeare’i okumayan ve anlamayan kimseye biz aydın nazarıyla bakamayız. Elbette okuyoruz” dedi. “Peki” dedim “Az önce bana bu sene üniversiteye gidecek olan kızınızdan bahsettiniz. Kızınız Shakespeare İngilizcesini biliyor mu?” Saatine baktı dedi ki “Şu anda tutmuş olduğum bir hoca kızıma evimizde Shakespeare İngilizcesini öğretmektedir.” Şimdi İngiltere devleti 400 yıl önce ölen bir edebinin eserini çocuklarına okutuyor. Biz, bırakınız 400 yılı, 40 yıl önce ölen, 20 yıl önce ölen bir edebiyatçımızın eserini çocuklarımıza okutamıyoruz. Niye? Çünkü dil daima gücünden kaybediyor.
Öz Türkçe safsatasıyla bin yıldan beri dilimize giren birtakım kelimeler daima tasfiye ediliyor. Öyle olduğu için çocuklarımız dünkü edebiyatımızdan habersiz büyüyorlar. Benim evimde de kütüphanem böyle sessiz sedasız kalınca onları kamyonlara yükleyerek Sivas İl Halk Kütüphanesi’ne gönderdim. Şimdi Sivas’ta Şemsi Sivasi Kütüphanesi’nde benim 5 bin ciltlik kütüphanem duruyor. Dehşet verici bir acıdır… Keşke evimizde olsaydı. Keşke çocuklarım o kitapları okuyabilseydi. Şimdi yine evimde aşağı yukarı bin ciltten ibaret bir kütüphanem var. Sanıyorum ki, ben öldükten sonra karım ve çocuklarım o kitapları ya sahaflara verecekler veya bir kütüphaneye bağışlayacaklardır. Bütün evlerde durum böyledir.
25 kitabınız yayınlandı. Yüzlerce programda da konuşmalar yaptınız. Bu gayretlerinizin, bu emeklerinizin hedefi ve amacı neydi?
Bu çalışmalarımın maksadı, gayesi, hem gördüklerimi yazmak hem de Türk dünyasıyla Türkiye arasında bir kültür birliği meydana getirebilmek. Ben Türkistan coğrafyasıyla ilgili kitaplar yazdım. Önce Türkistan Türkistan çıktı. Bütün üniversitelerimize tavsiye etti YÖK. Sonra Üsküp’ten Kosova’ya aynı şekilde. Sonra ‘Azerbaycan Yüreğimde Bir Şah Damardır’.
İlk defa 1980 yılında Türkistan coğrafyasına adım attım. Kültür Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı’ydım. Oraya gittiğim zaman çok büyük gerçeklerle burun buruna kaldım. Ve hiçbir şey bilmediğimi dehşet duyarak gördüm. Gördüm ki, bizim kültürümüzün esası, kökü, kaynağı o topraklarda. Türkistan’a gitmeden önce sanıyordum ki, Köroğlu Türkiye’de yaşayan bizim bir Halk Kahramanımızdır. Gördüm ki, Köroğlu Türkistan’da yaşamış. Ve Köroğlu’nun ismi orada Goroğlu. Gor, Doğu Anadolu’da ve Orta Anadolu’da mezar karşılığında bir kelime. Goroğlu, mezarda doğmuş, büyümüş, çok uzun bir hikaye. Sonra arkadaşı, Eyvaz’la birlikte Çandibil Dağı’nda annesinin, babasının, milletinin düşmanlarına karşı savaş açmış. Şimdi dikkat ettim, Türkiye’de Köroğlu Çamlıbel Dağı’nda yaşamış, Türkistan’da Çandibil Dağı’nda. Türkiye’deki Köroğlu’nun arkadaşının ismi Ayvaz, orada Eyvaz. Dolayısıyla Köroğlu Destanı oradan gelmiş.
Ben sanıyordum ki, Nasreddin Hoca bizim topraklarımızda yaşayan bir halk filozofumuzdur. Orada ‘Efendi’ ismi altında Nasreddin Hoca karşıma çıktı. Ve onunla ilgili fıkralar dinledim, kahkahalarla gülmeye başladım. Anladım ki, Nasreddin Hoca o topraklarda doğmuş büyümüş. Biz Nasreddin Hoca fıkralarını veya esprilerini oralardan getirmişiz Anadolu’ya. Bu ve bunun gibi dilimizin, tarihimizin, geleneklerimizin, göreneklerimizin o topraklar olduğunu gördüm. O bakımdan onlarla ilgili kitaplar yazdım. Kitaplarımın tirajının bir milyon olduğunu bana yayınevi söyledi. Kitaplarımı okuyan kimseler oradaki soydaşlarımıza ve kültür değerlerimize karşı yakın bir ilgi duymaya çalıştılar. Benim de maksadım budur.
Millet, bir kültür beraberliğinden ibarettir. Biz öyle Anadolu’da büyüyen bir millet değiliz. Bizim bin yıllık - beş bin yıllık geçmişimiz, tarihimiz var. Türkistan topraklarından başlayarak Anadolu’ya geliyor. Benim vazifem de dünle bugün arasında kendi imkanlarım içerisinde küçük çapta bir köprü kurmaktır.
Arif Nihat’ın şiirleri katiyen Nazım Hikmet’in şiirlerinden geride değil. Ama Türkiye’de bir Nazım Hikmet efsanesi var. Türkiye’de Arif Nihat Asya yok. Niye? Birisi Komünist birisi Milliyetçi olduğu için.
‘Anne’ üzerine en çok şiir yazan şairlerimizden birisi sizsiniz. Müstakil bir eseriniz de var. ‘Babalar’la ilgili veya babanızla ilgili bir eseriniz oldu mu?
Benim çok büyük bir acıma parmak basıyorsunuz. Hayır, benim babamla ilgili bir tek şiirim olmadı. Çünkü babam İslami bilgiler bakımından çok zengin bir muhtevaya sahip olmasına rağmen İslam’ın emrettiği bir sistem içerisinde değildi. Yani babam benimle konuşmuyordu, terbiyem bozulmasın diye. Bu dünyanın en yanlış terbiye sistemidir. Benim yaşımda olan kimseler de aşağı yukarı bu terbiye sistemi içerisinden geçmişlerdir. Babam bizim evimizde bir general hüviyetindeydi. Biz de onbaşı seviyesindeydik. Ben herhangi bir meselemi doğrudan doğruya babama anlatamazdım. Anneme söylerdim, annem babama söylerdi, babam cevabını anneme verirdi. Böyle terbiye sistemi olmaz. Böyle baba-evlat münasebeti olmaz.
Belki şaşıracaksınız ama bütün mukaddesatım üzerine yeminle söylüyorum; benim televizyon konuşmalarım oldu, benim radyo konuşmalarım oldu, Sivas’ta siyasi hayata atıldım, meydan konuşmalarım oldu. Babam bütün bu konuşmalarıma şahit oldu. Ama bu konuşmalardan bir teki hakkında bana bir tek cümle söylemedi. Niçin? Terbiyem bozulurmuş babam bu konuda kanaatlerini bana söyleyince. Bu yerle gök arasını dolduracak kadar yanlış bir düşünce sistemidir. Ben lise sıralarında serbest vezinle şiirler yazdım, gönderdim. Babam aruz vezniyle, hece vezniyle yazılan şiirleri okuyan bir kimseydi. O şiirlerimi dergilerde görünce getirip masamın üzerine çarpıyordu. “Nedir bu saçma sapan yazdıkların. Yakışıyor mu? Yazma. Yazacaksan Mehmed Akif gibi yaz. Yazacaksan Cenap Şahabettin gibi yaz. Yazacaksan Namık Kemal gibi yaz” diye itiraz ediyordu. “Baba” diyordum “Ben ayrı bir devirde yaşıyorum. Benim serbest vezinle yazmış olduğum şiirler elbette onların şiirleriyle mukayese edilemez.”
Korkuyordum, şiirlerimin babam tarafından görülmesinden. O bakımdan benim ilk şiirim Yalnızlık ismi altında çıktı. Ve ben ilk şiirimi Büyükada’da hakim olarak çalışan amcam İbrahim Bakiler’e ithaf ettim. Korktum babama bu kitabımı ithaf etmekten çünkü babamın beni suçlandıracağını, gelip bu şiirlerle ilgili bir takım öfkeli cümlelerle beni yaralayacağını düşündüm. O bakımdan doğrusu babam üzerine şiir yazmadım. Daha çok ‘anneler’ üzerine, annem üzerine şiir yazdım. Çünkü benim çocukluk yıllarımda hayatımı güzelleştiren annem oldu. O bakımdan sizin de ifade buyurduğunuz gibi Türk Edebiyatında ‘analar’ üzerine en çok şiir yazan kimselerden birisi benim. İlk sırada Arif Nihat Asya Üstadımız bulunuyor. Anlatılmaz ölçüler içerisinde çok değerli bir şairimizdir. Hem nesri hem şiiri çok güzeldir. Ama Arif Nihat Asya Türk olduğu için, Müslüman olduğu için, Anti-Sovyet olduğu için yani Komünist olmadığı için Türkiye’de yeteri kadar tanınan bir edibimiz değil. Ama muhteşem üstü muhteşem bir kimsedir.
Parantez içerisinde söylüyorum; ben Nazım Hikmet’in bütün şiir kitaplarını, Nazım Hikmetin kitapları Türkiye’de yasaklı olduğu yıllarda Bulgaristan’dan getirerek okudum. Türkiye Türkçesi’yle yazılan kitaplardı. Ve Nazım Hikmet’in romanlarını da okudum. Nazım Hikmet’in Türkçesi benim Türkçemdir. Ona on üzerinden on veriyorum. Yaşayan canlı bir Türkçedir. Ama Arif Nihat Asya’nın Türkçesi on üzerinden on defa yıldızlı ondur. Nazım Hikmet’in bütün şiirlerini okudum. Arif Nihat Asya’nın da şiirlerini okudum. Katiyen abartmadan söylüyorum; Arif Nihat’ın şiirleri katiyen Nazım Hikmet’in şiirlerinden geride değil. Ama Türkiye’de bir Nazım Hikmet efsanesi var. Türkiye’de Arif Nihat Asya yok. Niye? Birisi Komünist birisi Milliyetçi olduğu için.