"Sanatta başarı takdirle değil, taklitle olur."
Ebru sanatını farklı bir boyuta taşıyan, ebru sanatının dünyaca ünlü ismi Hikmet Barutçugil; ebru sanatıyla tanışma hikâyesini, barut ebrusunun sırrını, geleneksel sanatlar üzerine düşüncelerini, Ebristan’ı kurma sebebini ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Hat sanatını öğrenmek için gittiğiniz Süleymaniye Camisinde ebru sanatına âşık olma hikâyenizi sizden dinleyebilir miyiz? 1973 yılında Süleymaniye Kütüphanesi Devlet Güzel Sanatlar Akademi’sinde eğitime başladım. O yıl tanışıp öğrencisi olduğum Emin Barın hocam bize yazı dersleri veriyordu.
Latin alfabesini öğretiyordu. Aynı zamanda kendisi Arap alfabesinin de büyük bir ustasıydı. Hattın büyük bir sanat olduğunu söylüyordu. Şimdilerde de zaten hattın sanatların sultanı olduğunu kabul ediyoruz. Ayrıca bizim öz sanatlarımıza olan ilgi o yıllarda şimdiki kadar yoğun değildi. Yakın tarihte bu sanatlarımızla ilgili şuur kaybettirme politikası uygulandı. Kültür ve sanatta özümüzden uzaklaştık. Hatta bunu size bir örnekle izah edeyim. O yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde bulunan saatli kapının kitabesi tamir edilmek istenmiştir. Ama Türkiye’de bu kitabeyi restore edecek bir usta bulunamamıştır. İspanya’dan bir uzman getirilmiştir. İspanya’dan getirilen bu uzman kitabeyi tamir etmiştir. Fakat bu yazı sevdalısı biri için çok ağır bir durum değil midir? Bu kadar birikmiş kültür mirası var ve kimse sahiplenmiyor. Başkaları geliyor ve size kendi sanatlarınızı öğretiyor. Hocamız bizi kendi sanatlarımıza özendirmek için eski üstatlardan menkıbeler anlatırdı. Mesela meşhur Hafız Osman’ın Vav hikâyesini ben ilk kez hocamdan duymuştum.
Hafız Osman fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya, “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım, bunu sahaflara götür karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır.Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar kayıkçı. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır.Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Hafız Osman da yol ücretini uzatır kayıkçıya. Kayıkçı “Efendi para istemez, sen bir “vav” yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek der ki; “Efendi o “vav” her zaman yazılmaz.” Sen dua et para kesemi yine evde unutayım' der.
Bende hocamın bu duygularına canı gönülden iştirak ettim. Daha sonra hocama dedim ki; bu işin öğrenme yolu nedir? Bu işi nasıl yapabilirim? Hocam da; Süleymaniye Kütüphanesine git ve Muharrem Ülker’e selamımı söyle. Sana yapılan bazı hatları göstersin dedi. Duvarlarda asılı çok güzel eserler vardı. Hatları incelerken fark ettim ki bazılarının zeminlerinde, pervazlarında boyalı kâğıtlar var. Benim de açıkçası akademik eğitim gibi bir beklentim yoktu. Tesadüfler beni oraya götürdü. Ayrıca konusu geçmişken şunu da belirtmek isterim ki “tesadüf” yanlış kullandığımız bir kelimedir. Tesadüf, Arapça bir kelimeydi ama Türkçeleştirdiler. Rastlantı olarak kullanmaya başladılar. Rast kelimesinin sözlükteki karşılığı ise dosdoğrudur. Olması gerekenin en iyisi anlamına gelir. Mesela, balığa çıkana rastgele derler. Evden çıkarken annem işin rast gelsin oğlum der. Bu tabiki de rastlantı gitsin anlamında değildir. Tesadüfün bir alt kademedeki manası ise kaderdir. O kader beni akademik eğitime götürdü. Hatları incelerken gördüğüm renkli görüntülerin ne olduğunu çözememiştim. Herhangi bir fırça izi de yoktu. Geldim hocama dedim ki; hocam bazı yazıların zeminlerinde boyalı kâğıtlar var. Bu boyalı olan kâğıtlar nedir? Hocamda bana o boyalı kâğıtların ebru olduğunu söyledi.
O anda gönlüme bir aşk düştü. Maalesef o yıllarda bu sanat kaybolmak üzereydi. Bu sanatın hocası Necmeddin Okyay vardı. O zamanlarda adı duyulan tek kişiydi. O da haklı olarak kırgın ve küskün bir marifet gösteriyordu. O zamanlarda Sanay-i Nefise Mektebi vardı. (Şuan ki Güzel Sanatlar Akademisi) Kendisi orada 1948 yılına kadar dersler vermiştir. Fakat bunlar dersten çok tanıtma faaliyetleriydi. Kurs ve ders vermek gibi bir olay yoktu. Maalesef Türkçe yazılmış olan kaynaklarda yoktu. Çok sonra fark ettim ki ilk kaynak 1608’de yazılmıştır. Tertib-i Risale-i Ebri diye bir el yazması kitapta iki buçuk sayfalık bir bilgi vardı. Ondan sonra gelen ustalar maalesef yazılı kaynak bırakmamışlardır. Belki de haklı tarafları vardı. Çünkü ebru sanatı kendine önemli yazışmalarda zeminlerin üzerindeki yazıların tahrifat girişimini engellemek için kullanılan bir alan bulmuştur. Osmanlı’da önemli yazışmalar, evlilik akitleri, savaş ve barış yazıları gibi alanlarda kullanımı olmuştur.Belki de saklanması gereken sırlar olduğu için bu şekilde kullanıldı. Benimde içimdeki o aşk sönmedi.
İlk gördüğüm andan itibaren bu sanatın içerisinde büyük bir dinamizm olduğunu hissettim.
Kendi kendime denemeye başladım. Nasıl oluyor bu sanat? Suyun üzerinde oluyor ama bu su nasıldır? Boya nedir? Ancak o yıllarda akademide okumanın çok avantajını gördüm. Desen bilgisini, renk bilgisini, estetik bilgisini öğrendim. Bu öğrendiğim bilgilerin yardımıyla elime geçen her boyayı elime geçen her çeşit suyun üzerinde yüzdürmeye çalıştım. Bu arayışlar içinde daha sonra Barut ebrusu adı verilen ebrular ortaya çıktı. Bu da tabiatta var olan kesitlerin su üzerinde yansıması demektir.
Rüyalarınızdan esinlenerek yaptığınız Barut ebrusu 1988'de dünya literatürüne girdi. Barut ebrusunun sırrını anlamanın çalışmakla çözüleceğini söylediniz. Barut ebrusunu bulma sürecinizi ve barut ebrusunun diğer ebrulardan farkını sizden dinleyebilir miyiz?
Ebru ile ilgili kaynak bulamamanın verdiği sıkıntılarla sürekli düşünür hale geldim. O yıllarda ne yaptığımın çokta farkında değildim. Bazı şeyleri daha yeni yeni anlıyorum. Sonradan öğrendim ki ilham sadece yüksek konsantrasyonda gelen bir şeydir. Ben oturayım ilham gelsin bu işi yapayım gibi bir durum söz konusu olmuyor.
Bütün benliğinizle, dimağınızla bir işe konsantre olduğunuz zaman o bilgiler size bir şekilde ulaşıyor.
Bunun bir yöntemi de şudur; uykuya geçmeden önceki o kısa süre içerisinde aklınızda sürekli düşündüğünüz bir şey varsa uykuya geçtiğiniz anda o rüya olarak devam ediyor. Rüyada geniş ve sınırsız bir hürriyet var. Bazı şeyler sizi kısıtlamıyor. O ne der, bu ne yapar gibi düşüncelerden arınıyorsunuz. Ben bazı gerçekleri rüyalarımda gördüm. Onları gördükten sonra unutmamaya, uygulamaya çalıştım. Sanatımda da bu sayede bir çeşitlenme oldu. Barut Ebrusu ismi 1988 yılında verilen bir isimdir. Daha evvel bir adı yoktu. Ebru, Farsça isim tamlaması olan abrudan gelmektedir. (Abru - su yüzü) Bu tekniğin adıdır. Ebru deyince akla sadece boyalı bir kâğıt ya da lale gelmemelidir. Bu kâğıt sanat olarak tarihin içinde gelişti. Doğru malzeme, doğru boyar madde ve doğru yöntemi bulursak bunu kumaşa neden almayalım? Ben tekstil eğitimi aldım. Okuldaki eğitimim ile ebru denemelerimdeki tecrübelerimi birleştirdim. Geniş bir şekilde kumaşlara uygular hale geldim. Mesela seramik boyası kullanarak bunu seramiğe alabilirsiniz. Resim demek sadece tuvale yapılır demek değildir. Duvara da yaparsınız ve adı fresko olur ya da heykel sadece mermerden yapılır diyemeyiz değil mi? Tahtadan, plastik ve ahşaptan da yapılır. Ebruyu da bu şekilde düşünüp onun sınırlarını genişletmeye gayret ettim. Bu da ilgi ve itibar gördü.
Sanatta başarı takdirle değil, taklitle olur.
Eğer biri sizi taklit ediyorsa doğru bir şey yapmışsınız demektir. Birilerin tenkit ya da övgüleri sizin başarınızı göstermez. Şimdilerde görüyorum ki Türkiye’de ebru ile uğraşanların sayısı 10 bini aştı. Biz ilk bu sanata başladığımızda ebru malzemelerini bulmak için ciddi sıkıntılar çekerdik. Öd, en çok kullandığımız malzemeydi. Yüzey gerilimini sağlayan bir boyaydı. Bu boyaya ulaşmak için tek çare mezbahaya gitmekti. Orada da sanırım bu tarz isteklerle gelen insanlara alışkın değillerdi. Çünkü bize büyü yapmayacaksınız dimi diye yemin ettirirlerdi. O zamanlarda ticari alışveriş gibi bir durumda yoktu. Oradaki ciğercilere sigara hediye ederdik. Onlar da bize öd verirlerdi. Aramızda böyle bir alışveriş vardı. Boyaları saatlerce ezerdik. Onları inceltirdik. Şimdi bu gelişim ile beraber ebru malzemelerini üreten birçok firmalar oluştu. Bu ebrunun yapımını da oldukça kolaylaştırdı. Buna bağlı olarak da ebruya gelen yeniliklerle bu sanat günlük kullanım alanımızın içine girdi. Sanat eseri üretmek güzel bir şeydir ama müzedeki ya da bazı özel koleksiyonlardaki sanat eserinin kaç kişiye faydası var? Biz onları eğer günlük kullanım alanları içinde yaşarsak, küçük ucuz bir şey alıp evimize koyabilecek duruma gelirsek o zaman bu sanatı yaşamış ve yaşatmış oluruz. Çok şükür şuanda da onu yaşıyoruz.
Geçtiğimiz aylarda dünyada ilk kez geleneksel sanatlar alanında bir bienal gerçekleştirildi. Siz de "Mekândan Taşanlar" sergisine "Gezegenler" adlı eseriyle katıldınız. Ülkemizde geleneksel sanatların yakaladığı ivmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Bizim sanatlarımız yakın tarihte çok dar kalıplar içine sokuldu. Belli formlar, belli şekiller dışında bir şey yapılamaz diyen eğitimcilerimiz vardı. Tabi bu işe zanaat açısından baktığımızda doğru bir yöntemdir. Eskiden yapılmışı aynen tekrar etmek işin zanaatıdır ama bu işin bir de sanat tarafı var. O da eskiden yapılmış şeyleri tekâmül ettirmektir. Kuran-ı Kerim’de çok sık geçen bir söz var, tefekkür diye. Bu sözü sadece düşünme olarak görmemeliyiz. Onun manası düşünerek fikir üretmektir. Zaten bu yüzden fikir adamlarına mütefekkir denir. Bir hadisi şerif var; iki günü eşit olan ziyandadır diye. Battal ebrusu da 200 senedir yapılıyor. Bu durumda iki günü eşit olanın iki yüz senesi eşit olursa ne yaparız? O zaman yandık demektir. Hz. Mevlana diyor ki; söylenen söylendi cancağızım bugün yeni şeyler söylemek lazım.
Cenab-ı Hak, hepimizde farklı şekilde tecelli etmiştir.
Tekâmül bence yaratılışın sırrıdır.
Düşünen insan böyle bir yöntem, böyle bir taklit var ama ben bunu farklı olarak ne yapabilirim diye kendisine sorar. Bunu engellemek bence sanata ihanet olur. Çünkü Cenab-ı Hak hepimizde farklı şekilde tecelli etmiştir. Hepimizin yaratılış esması farklıdır. Sanatında bir tarifi vardır. Sanatçının yaptığı işi, iç dünyasını açığa vurması çok önemlidir. Sanatçı ebru, resim, heykel, müzik bunlardan birini açığa çıkarırsa o zaman bir tekâmül olur. Tekâmül bence yaratılışın sırrıdır, iyi ki de öyledir. Yoksa insanoğlu taş devrinden çıkamayacaktı. Türkiye’de de ilk defa İslam Sanatları Bienali gerçekleşti. Yeditepe Bienali insandaki değişimi fark etti. Dünyanın her yerinde de çok fazla sergiler oldu. Arap ülkelerinde olanlardan birkaç tanesine ben de katıldım. Çok dâhiyane fikirlerin sergilendiği çılgınca sergiler oldu. Bunlar aslında bir kapı açtı. Daha doğrusu bu kapıları açanlar olmuştu ama ağır eleştiriler altında kaldıkları için kendilerini ifade edemiyorlardı. Bu insanlar gelenek adı altında kozalarını örmüşler ve içinde sıkışıp kalmışlardı. Bunların kozalarından çıkıp kelebek olmasına müsaade edilmiyordu. Hâlbuki dışarı çıkıp kelebek olsalar kendileri gibi bir sürü kelebekler üremesine sebep olacaklardı. Bu bienal sırasında Türkiye’de ciddi bir sanat rüzgârı esti. Hatta sanat rüzgârı demek hafif kalır. İstanbul’da bir sanat fırtınası oldu. Bu şiddetli rüzgâr bazı şeylerin de yıkılmasına neden oldu. İnsanlar var olan şeylerin dışında da estetik değeri olan, beğenilen eserler olduğunu görmüş oldular. Mesela benim bu ürettiğim barut ebruları uzaydan gelen fotoğraflara çok benziyor. Venüs’le ve diğer birçok gezegenle benzeyen ebrular ortaya çıktı. Benim aklıma da bu gezegenleri yapmak geldi. Bienal yetkilileri de bunu kabul ettiler. Nuruosmaniye Camii'ndeki mahzende bu sergiyi gerçekleştirdik. Ancak şunu da söylemeliyim ki; bu ilk olduğu için bazı deneyimsizliklerden oluşan sıkıntılar oldu. Mesela gezegenler sadece lazer ışığı ile tek nokta olarak aydınlatılacaktı ve arkası karanlık olacaktı. Bu eserleri gezerken bazılarını hilal bazılarını yarım ay şeklinde görecektik. Yerleri de farklı olacaktı. Biraz aceleye geldiği için istediğimiz gibi olmadı. Fakat 630 kişilik yoğun bir katılımcı kitlesi vardı. Bu da bizi mutlu eden bir gelişmeydi. Burada hem yeni eserler hem de eski eserler sergilendi. Bu bir geçiş dönemi olduğu için eski eserler ve yeni eserler bir aradaydı. Bakın sanat tarihi diye bir bilim var. Bu bilimin öğretisine göre her dönemin kendine has bir tavrı ve şekli var. Mesela Fatih devri tezhipleri çok güzeldir. Onlar bir zirvedir. Ama başka bir yanardağ daha patlayıp farklı bir zirve oluşturabilir. Eğer biz tek bir şeye takılıp kalırsak bu yanardağın patlamasına engel oluruz. Yeditepe Bienal ekibi hakikaten çok özverili çalıştı. Fatih Belediyesi ve Klasik Türk Sanatları Vakfı’nın desteğine teşekkür ediyorum.
Dua şöyle; Bismillahirrahmanirrahim, İlâhi yâ Rabbi! Ezel’deki Hükm’üne uygun olarak bu teknede zuhur edecek olan nakışların, Hilkat’in nakışlarında meknuz olan Hikmet’ini idrâkden âciz olan bu fakirin nefsini teshir edip de enâniyetini azdırmasına izin verme! Nefsimi, senin gibi bir Hâlık olma vehminden de, bu vehmin tevlid edeceği bir şirk-i hafîden de, hubb-ı riyasetten de koru, yâ Hâfız! Fakiri “Lâ fâile illallah” sırrının edebiyle techiz et! Bu tekne başındaki mesaiyi senin zikrinle taltif ve sana olan kulluğumun bir nişanesi olarak kabul et! Destûr yâ Hakk!
Duamız bu şekildedir. Kısa kısa bahsetmek gerekirse, ilk satırda bahsedilen Ezel'deki Hükm'üne uygun olarak cümlesi bize burada güçlü bir kader imanının varlığından bahsetmektedir. Örneğin, Mikelanj dünyanın en önemli heykeltıraşlarından biriydi. En meşhur eseri de Meryem ve İsa heykelidir. Bu eseri yapmayı bitirdiğinde etrafında onu tanıyan insanlar bu nasıl bir güzellik diyerek dehşete düşmüşlerdir. Mikelanj da, “Taşın içinde saklıydı fakat siz görmüyordunuz. Ben onu görünür hala getirdim.” demiştir. Bakın ezeldeki hükmüne uygun olarak cümlesinde kastettiğimiz şey budur. Bu eser şuan da Vatikan’dadır. Ben hatta Mikelanj’ın mezarını da ziyaret ettim. O bu duyguyu gerçekten belirttiyse güçlü bir inancı olduğu kanaatindeydim. Bu teknede zuhur edecek olan nakışların, Hilkat'in nakışlarında meknuz olan Hikmet'ini idrâkden âciz olan bu fakirin diye devam eden cümlede yaratılışın sırlarını anlamaktan aciz olduğumuz anlamı üzerinde durulmuştur. Asıl verilen mesaj nefsini azdırıp bunun benliğini ve egonu azdırmasına izin vermedir. Nefsimi senin gibi bir Hâlık olma vehminden cümlesinde ise kastedilen şey senin gibi bir yaratıcı olma vehmidir. Batı ve doğu sanatları arasında çok önemli bir nokta vardır. Batılı derki; ‘Bunu ben yaptım ben yarattım.’ Doğulu derki; ‘Nefsimi sakın azdırıp da yarattığını zannetme. “Lâ fâile illallah” sırrının edebiyle teçhiz et. Bunu Allah’tan başka yapan kimse yoktur. Onun sırrını anlamamıza yardım et demektir. Bu yaratıcılık duyusunun verdiği his aslında bize göre şirktir. Şirk-i hafîden de, hubb-ıriyasetten de koru. Yani gizli şirke girmekten, böbürlenmekten koru anlamına gelir. Bunu ben yaptım, ben yarattım demek gizli şirktir. Tabi ki bu sanatları biz yapıyoruz fakat o duyguyu Yaradan’a atfetmemiz gerekiyor. Çünkü ondan gelen ilham ve enerji ile bu işi yapıyoruz. Ben yaptım, en iyisi benim başkası yok gibi lafları etrafımızda maalesef çok duyuyoruz. Hubb-ıriyasetten koru derken aslında bundan bahsediyoruz. Bu tekne başındaki mesaiyi senin zikrinle taltif ve sana olan kulluğumun bir nişanesi olarak kabul et. Aslında dememiz gerekende budur. Bu duygularla ebru yapmaya başlarsak ya da başka bir sanatla uğraşırsak ibadet olarak kabul edilir.
Teknolojinin geleneksel sanatının tasarımlarında kullanılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sanatı bir kenara bırakalım yaşamımızın içine bile ne kadar çok şey dâhil oldu değil mi? Ben buradan okula deveyle gitmiyorum, araba ile gidiyorum. Yapılan birçok yeni ulaşım yollarını kullanıyorum. Bu teknolojileri biz kullanmak zorundayız. Çünkü bunlar bize faydası olan gelişmelerdir. Endüstriyel olarak boyaları makineler eziyor. Tabi ki ben de oturup onları saatlerce ezmeyi tercih ederdim. Çünkü bir boyayı saatlerce eziyorsunuz, göz göze bakıyorsunuz. Aranızda bir muhabbet oluyor, enerjinizden bir şeyler yükleniyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan mucizeleri görünce farklı bir haz duyuyorsunuz ama artık zaman hızlandı. Zaman bereketi ortadan kalktı ve bizler zaman fakiri olduk. Yapacağımız çok şey var ve hızlanmamız gerekiyor. Bunun için teknolojiden yararlanmamız çok doğaldır. İşin otantikliğini koruduğumuz sürece teknolojiden yararlanmayı faydalı buluyorum. Mesela guaj boya, akrilik boya, poster boya bunlar hazır olan boyalardır. Bunların aslında boyar madde değildir. Bizim ebru da kullandığımız aşı boya, akrilikte ve guajda da vardır. Bunlar hazırlanış şekilleri açısından farklılık gösterir. 3000 sene dayanır fakat hazırlanışta daha kolay olsun, daha iyi ezilmiş olsun, içindeki katı maddeleri ile daha kalıcı olsun gibi özelliklere ayrılır. Bunları kullanmamak doğru mu bilemiyorum. Bana sorulursa kullanmanın doğru olduğunu düşünüyorum. Açıkçası kimse artık mum ışığında oturup da hat yazmıyor. Bu yüzden biraz geniş açıdan bakmakta fayda var.
Ebru sanatının bütün inceliklerini, yapım ve uygulama tekniklerinin eğitimini verdiğiniz Ebristan’ın kuruluş sürecinden ve faaliyetlerinden bahseder misiniz?
1992 yılında California San Francisco’da uluslararası ebru toplantısına davet edildim. İngilizce bildiğim ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde de hocalık yaptığım için toplantının açılış konuşmasını yapmam üzere davet ettiler. Yaklaşık 1 sene önce bana haber verdiler. Bende 6 ay kadar düşündüm. Orada ne anlatmalıyım, ne anlatmam lazım diye. Çünkü Türk ebrusu, battal ebrusu gibi konularda detaylı bilgiye sahipler. O yıllarda da ebru sanatı bizde şimdiki kadar gelişmemişti. Fakat ebru sanatı Türk kökenlidir. Orta Asya’da başlamıştır. İlk adı da Çağatayca ‘ebre’ demektir. Daha sonra İran’a ve oradan da Anadolu’ya gelmiştir. 1608’de de ilk defa Avrupa’ya gitmiştir. Türk kâğıdı adı ile Avrupa’ya gidiyor ve ebru ile uğraşanlar da bu sanatın Türk kökenli olduğunu biliyorlar. Daha sonrada tüm dünyaya yayılıyor. Mesela oligami sanatı deyince akla nasıl ilk Japonya geliyorsa ebru sanatı deyince de akla ilk Türkiye gelir. Bende bu konulara hâkim oldukları için farklı bir şeylerden bahsetmek istedim. Daha sonra İslam sanatlarının estetik ilkeleri diye bir konuşma hazırladım. 302 kişinin katıldığı uluslararası bir toplantı oldu. Orada maalesef tek Türk bendim. Fark ettim ki ebru hakikatten bir Türk sanatıdır ama bizde hak ettiği değeri görememiştir. Orada yaptığım konuşmayı da ney ve su sesi eşliğinde sundum. Bunun sonucunda ağlayanlar oldu. Bana oradaki insanlar, ‘biz evet bir şeyler hissediyorduk ama adını koyamıyorduk’ dediler. Yaptığım konuşma o yıllarda Amerika’da yayınlanan “ink and gall” (mürekkep ve öd) adlı bir ebru dergisinde yayınlandı. Çok büyük bir ilgi odağı haline geldi. Sonraki toplantı da İstanbul’da gerçekleşti. O anda fark ettim artık bu sanat bizde yok olmaya başlamış. Bu sanatımızın devam edebilmesi için kalıcı bir mekân olmalı diye düşündük. O yıllarda 1830’lardan kalma tarihi bir konak satın almıştık. Buranın bir ebru evi, yaşayan, yaşatan, öğreten insanların sergilerinin açıldığı bir mekân olabilmesi için projeler üretmeye başladık. Bunu da başardık çünkü şuan burada eğitim faaliyetleri devam ediyor ve zaman zaman sergilerde oluyor. Burayı bu işin üretiminin korunması, süslenmesi, çerçevelenmesi yanında cilt, tezhip, minyatür gibi sanatlarımızın da yaşatıldığı bir mekân haline getirdik. Bu şekilde de devam ediyoruz.