“Sanatkârın farklı bir sözü yoksa sanat işinden vazgeçmeli”
Uzun süren suskunluğunu “Aklıma Düşünce...” albümüyle bozan, duruşu ve tarzıyla gençlerin örnek aldığı, özgün müziğin en önemli sanatçılarından Uğur Işılak; Üstat Necip Fazıl’ı, hayata bakış açısını, kendimize nasıl döneceğimizi, şiiri, sanatı, sosyal medyayı ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Yazılarıyla şahsiyetinizi, dilinizi şekillendiren, karakterinizi, hayata bakışınızı etkileyen Necip Fazıl Kısakürek, sizin için ne ifade ediyor? Üstat bir dava adamı, bir şair, bir yazar, bir hikâyeci yani birçok yönüyle özelliği olan bir şahsiyet ve özellikle üstat denildiği zaman şöyle bir hakikat ortaya çıkıyor. Hani üstat beytinde diyor ya:
“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”
Şimdi buna sadece bir beyit olarak bakmıyorsunuz. Hayata bir bakış olarak görüyorsunuz aynı zamanda. Bir beyit olarak deseniz ki, ne kadar güzel anlatmış. Şair İstanbul’u anlatır. İstanbul’u ne kadar güzel tasvir etmiş, der geçersiniz ama o şair gibi olmak istemezsiniz. Necip Fazıl’ın beyitlerini okuduğunuzda hem beyit bir şaheserdir hem de o beytin müellifi gibi, müessir gibi olmaya çalışırsınız. Eseri ortaya koyan gibi olmaya çalışırsınız. Onun bakışı gibi bakmak istersiniz hayata. Onun için Necip Fazıl’ın her beytini okuduğunuzda ne bakmış hayata diyorsunuz.
Eğer herkes aynı kitapları okuyorsa, herkes aynı şeyleri düşünüyor demektir.
Şimdi herkes aynı şeyleri görüyorsa, evet herkes aynı şeyleri düşünüyor demektir. Bizim farklı düşünenlere, farklı bakanlara, farklı okuyanlara, olayları farklı değerlendirenlere, yorumlayanlara ihtiyacımız var. Toplum içerisinde sanatkârlar bir nimettir. Sağcısı olsun, solcusu olsun, inançlısı olsun, inançsızı olsun fark etmez.
Toplum içerisinde sanatkârlar bir nimettir.
Ben burada adam ayırmıyorum. Ben burada ülkenin farklı görüşlere, farklı düşüncelere sahip olması gerektiğinden bahsediyorum. Yani olayı terörize etmeden, olayı bir hakaret boyutuna vardırmadan, insanlar fikirlerini masaya yatırmalı, başkasını zem etmeden konuşmalı. Bunlar bizim zenginliğimiz olmalı. Benim bu hayattaki sorumluluklarımdan bir tanesi de bu. Bu farklı açıyı bir zenginlik olarak kabul etmesi gerekiyor bu toplumun, belki çok aykırı bir şeyler söyleyebiliriz gün gelir. Bundan dolayı yadırganmamalıyız. Bu aykırılık birilerinin yadırgamasına sebebiyet vermemeli. Yeter ki biz hakaret etmemiş olalım. Yeter ki başkasını zem etmemiş olalım. Eğer aykırı bir görüş ortaya koyduysak bunun bir sebebi vardır. Onun için bu değerlendirilir, düşünülür, kabul edilir yahut edilmez. Fikirdir bu ille kabul edilecek diye bir kaide yok. Toplum içerisinde sanatla iştigal eden insanların bu farklılıkları ortaya koymak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Hz. Mevlana ‘yeni şeyler söylemek lazım’ demiş ta bin yıl evvel, bunun gibi sanatkâr da aynı şeyleri tekrarlamamalı, aynı şeyleri söylememeli.
Sanatçı olarak 6 aylık kısa bir siyasi tecrübeniz oldu. Son dönemde herkesin ‘dava adamı olmak’, ‘dava adamı olmamak’, ‘dava adamı olmamakla itham etmek’ gibi dava adamı olmakla ilgili birçok yorumu var. Size göre ‘dava adamı’ kimdir? Ben aslında bunu bir manifesto şeklinde yazıyla cevapladım. Bu son dönemler sizin de buyurduğunuz gibi dava adamlığı çok moda bir tabir haline geldi. Biri birine kızdığı zaman dava adamı olmamakla suçluyor veya kendisi çok önemli işler yaptıysa büyük bir dava adamı olduğunu ifade ederek kendisini ödüllendirmiş oluyor. Ben davamızla ilgili, daha doğrusu Müslüman Türk’ün davasıyla alakalı şunları yazdım;
Makamda kaldığınız sürece içinde ayarınız belli olur aslında. Peki, neden makam sahiplerinin yanına bir süre sonra yaklaşılmaz? Seçilene kadar her şey güzeldir de, seçildikten sonra randevu alamaz hale gelirsiniz, telefonuna ulaşamaz hale gelirsiniz. Dışarıda bir görmek isterseniz, selam vermek isterseniz ama artık öyle bir etten duvar örülmüştür ki etrafına, bir selam alışverişi yapamaz hale gelirsiniz. Bu bir gerçektir. Özellikle doğu topluluklarında daha fazladır bu durum ama batıda daha çok göremezseniz. Orada da yaşamış birisi olarak söylüyorum. Peki, doğuda neden böyledir? Adam durduğu yerde üç senenin, beş senenin içerisinde niye bu hale gelsin? Evet, o adamın bir zaafı var ama bu sadece o adamın zaafı mı? Birde o makam koltuğunun önünde bir sehpa vardır. Serdar’ın masanın iki yanı dediği o zaten. Sehpanın karşı tarafında oturanlar, o makam sahibini biraz o hale getirmiyor mu? Birazda onları yani kendimizi sorgulamamız gerekmiyor mu?
Sürekli konser veren, söyleşilere katılan, halkın içinde olan bir sanatçı olarak, insanlığın gidişatı hakkında neler düşünüyorsunuz? Eskiden daha güzeldik. Eskiler mi daha güzel yoksa eskiden mi daha güzeldik? Bu soruyu sormak lazım. Eskilere bir özlem var da, aslında orada insana özlem var. Çünkü eskiden hakikaten güzeldik. İçimize bu kadar riya karışmamıştı, içimize bu kadar teknoloji karışmamıştı, içimize bu kadar sanallık karışmamıştı.
Birbirimizi anlamak gibi bir derdimiz yok.
Her yönüyle insandık. Bütün kalbimizle hissediyorduk ve karşı tarafa aynen böyle hissettiriyorduk. Şuan bir şey konuştuğumuz zaman, adam 40 şey düşünüyor. ‘Acaba mesaj var mı? Whatsappa’ta ne oldu? Sosyal medyada şu soruma cevap geldi mi?’ diyor. Adam sizi dinlemiyor. Birbirimizi dinlemiyoruz. Çünkü anlamak gibi bir derdimiz yok. Anlamaya çalışmak gibi bir derdimiz yok. Karşıda kendini vererek dinlemeyen olunca bu taraftaki de kendini vererek konuşmuyor. O da ‘yarım ağız’ konuşuyor bizim Anadolu tabiriyle. Konuşanımız ‘yarım ağız’, dinleyenimiz ‘yarım kulak’ dinliyor.
Kendinizi ve eserlerinizi nelerden beslersiniz? Beslenmek için özellikle okumak lazım, her şeyi okumak lazım. Aktüel eserleri de klasik eserleri de okumak lazım. Sebahattin Ali’yi, Peyami Safa’yı okuduğunuz kadar bugünün bir Tarık Tufan’ını da okumak lazım. İbrahim Tenekeci’yi, Serdar Tuncer’i, özellikle Sadettin Ökten’i okumak lazım. Ele geçen, tavsiye edilen her şeyi okumak lazım. Özellikle duygularına, muhakemesine güvendiğiniz, itibar ettiğiniz bir kişinin tavsiye ettiği kitabı okumak sizin için faydalı olur. Böyle onlarca kitap çıkar. Aktüel yazarları da takip etmeye çalışıyorum. Günlük en az 15-20 tane makale okuyorum. Güncelimi en azından onunla besliyorum. Edebi ve antoloji okumalarımı hiç aksatmadan devam ediyorum. Her gün en az 3-5 şiir okurum. ‘Başka bir şey anlayabilecek miyim?’ diye okuduğum şiirleri tekrar okurum. Ruh halim değişik oluyor. Bir beyitten başka bir şey çıkarabiliyorum. Bu okumalarım yine devam ediyor. Bunlar bizim beslendiğimiz şeyler, bunlarla oluyorsunuz, bunlarla kendinize geliyorsunuz. “İnsanın beyni değirmen taşına benzer, yeni bir şey koymadığın zaman kendi kendini öğütür” derler ya, yeni bir şey koymadığınız zaman beyin kendi kendini öğütmeye başlar ve bir bakarsınız zaman içinde mevcut müktesebattan hiçbir şey kalmamış.
Onun için sürekli bir şeyler koymak lazım. Bunlar bizim beslenme kaynaklarımız, bu şekilde en azından beyinin boşalmasını engellemiş oluyoruz. Boş kaldığım zaman müzik dinliyorum ama sözsüz müzik tercih ediyorum. Söz beni yoruyor. Sesli bir müzikte, müzikten ziyade soliste kulak vermem icap ediyor. Orada hataları duyarsın yahut çok iyi okumuşsa, ‘şurada ne güzel nağme yapmış, şurada ne kadar güzel okumuş’ diye oraya konsantre olursun. Yani müzikten biraz koparsın. O yüzden tek başıma kaldığımda daha çok enstrümantal dinlemeyi tercih ediyorum. Batı klasiklerini dinliyorum. Schubert, Bach, Beethoven dinlerim. Çaykovski'yi bilgim olsun diye de değil, haz alarak ve keyifle dinlerim. Bir o kadar Itri’yi, Dede Efendi’yi dinlerim. Bir o kadar halk müziğini dinlerim. Aşık Reyhani’yi, Aşık Mahsuni’yi, Neşet Ertaş’ı dinlerim.
Bunlarda sizin duygunuzu, ufkunuzu besleyen şeyler, bunları ihmal etmemeye başladım. Bütün bunlarla beraber kendinizi dinlemekte önemlidir. Kendinizi dinleyerek, kendinizi geliştirirsiniz. İnsanın içinde bir ses vardır.Biz ona vicdanın sesi deriz.
Kendinizi dinleyerek, kendinizi geliştirirsiniz.
Genelde doğruları değil de, yanlışları yaptığı zaman vicdan devreye girer. Şurada şunu yapmamalıydın, şurada şunu söylememeliydin yahut şurada şu tavrı almalıydın filan diye sana 24 saat bir şeyler söyler. Onu da dinlemek lazım. Ona kulak tıkarsanız, gelişmezsiniz. İşte özeleştiri dediğimiz hadise bu. Vicdan size doğru yolu gösterir.Buna kulak tıkayanları ve onu yokmuş gibi kabul edenleri yirmi sene sonra bile görseniz. Yüzlerce kitap okusa dahi gelişmediğini görürsünüz. İnsanı asıl geliştiren, asıl değiştiren ve olması gerektiği noktaya çeken şey aslında kendi içerisindeki iç sesi dinlemesidir. İlhamdan bahsediyoruz ya, o da daha ulu bir yerden insanın gönlüne ilham edilen bir sestir. O ses tevekkeli bir ses değil, o ses sıradan bir ses değil. O sesi dinlememek yahut dinlemeye tenezzül etmemek, o sesi incitmek demektir. Mümkün mertebe her gün en azından yatmadan evvel, o sese bütün kulağı kabartarak yönelmek lazım ve o sesin söyledikleriyle hareket etmek lazım. Bu da sanatkârı ciddi bir manada geliştirir diye düşünüyorum.