O zaman Palanga sonrası,buradaki üretimle birlikte daha bağımsız bir Kutluğ Ataman göreceğiz.
Tabi idealim Palanga’daki üretimle tamamen bağımsız olabilmek. Gelmişim 56 yaşına. Ben birkaç kişinin vereceği karara göre sinema yapamam. Hep şöyle algılanıyor. Kültür Bakanlığı eşittir devlet. Hayır. Kültür Bakanlığı komitesinde üç tane Kültür Bakanlığı’ndan bürokrat var. Gerisi tamamen meslek birliklerinden insanlar.
Bu çok önemli bir bilgi…
Ama bu bilgi nedense hiç anlatılmıyor. Yani ‘Kültür Bakanlığı şuna destek verdi buna vermedi.’ Senin kendi meslek birliğin destek vermiyor. Bunu “Bana destek verilmedi. Bunu bir madalya olarak taşıyacağım. “ şeklinde anlatma. Taşırsan taşı. (gülüyor)
Yeni filmin tarihi belli mi? Bekliyoruz çünkü.
Valla hiç belli değil. Şu an konstantre olduğum şey Palanga.
Sanat çalışmalarınız…
Sanat dünyasından çekildiğim doğru. Yurtdışında varım. Ama burada çok fazla bir şey yapmak istemiyorum. İstanbul burjuvazisi bununla bir eğlence, hobi olarak takılmaya başladıktan sonra, yüzeysel saçma sapan bir şeye dönüştürdü. İşte o çok “bağımsız” sanatçılar da kendilerini çok güzel sattılar, kullanıldı, atıldı ve bittiler. Sanat dünyası diye bir şey kalmadı. Yok. Buna Vasıf Kortun’la da konuştuğunda yok diyor. Galericilerle de gidip konuşabilirsin. Onlar tabi çok söyleyemez. Birilerini satmaya hala çalışıyorlar ama bu biliniyor. Yurtdışındaki küratörler de yok diyorlar. Dünya sahnesinde yoklar. Ben yurtdışında sanat pratiğime ve üretimime devam ediyorum. Ama çok fazla işim var. Benim için çok önemli çalışmaları yapıyorum. Hali hazırda Trump’ın Amerika ile Meksika arasında yapmaya çalıştığı duvar üzerinde çalışıyorum. Buna karşın bir takım sanatçılar, duvara alternatif üretimlerde bulunuyorlar. Kanada'daki bir üniversite ve sanat merkeziyle beraber buna çalışıyorum. Ondan önce Sabancı Portresini yapmıştık. Venedik Bienali ve Kraliyet Akademisi’nde bu gösterildi ve bitti. Şimdi Trump’ın bu sınır duvarı üzerinde çalışıyorum. Bunu da ilk defa sana söylüyorum.
Çok sevindim. (gülüyorum)
Tuzdan bir duvar. Yağmurlarla eriyip yok olacak. Yine Kanada’dan çok zengin bir iş kadını, hastalıkla mücadele edip yalnız bırakılıp hayatını kaybeden çocuklar üzerine çalışmamı istedi. Bunun üzerine çalışıyorum.

Bir yanlış bilgilendirmenin daha doğrusunu sizden duymuş olacak okuyucular: Kutluğ Ataman, inzivaya çekilmedi.
Türkiye’deki sanat ortamından Gezi’den itibaren, o sanat dünyasından bana herhangi bir sanatçı olarak beslenemeyeceğimi anladım. Buna alternatif olarak kültür ve sanata naif bir yaklaşımı olan muhafazakarlar var. Çok ortada kalıyorsun o zaman. Ben yapacağımı zaten 20 – 25 yıl boyunca Türkiye’de sanat olduğunu dünyaya gösterdim. Benim çalışmalarımdan sonra Türkiye’ye gelen, başka kimler varmış diye görmeye gelen galericiler ve küratörler oldu. Bunun karşılığında bana gelen şey üzerime çullandılar, gördüğün gibi. Tamam sanat dünyanızda ne işiniz varsa görün, şeklinde çekildim. Bir de şöyle bir şey var. 30 yılımı Türkiye dışında yaşamış biriyim. Ben Amerika’da çalıştım, okula gittim ama dünya sahnesine fırlamam Türkiye’ye geri geldikten sonra oldu.
Bu da çok enteresan.
Yani yurtdışına gittim de başarılı oldum diye bir şey kesinlikle doğru değil. Ben yurtdışındayken 33 yaşıma kadar garsonluk yapıyordum. Karanlık Sular filmini beş yıl garsonluk yaparak bitirebildim. Öyle ailesi çok zengin de aman çocuğum sinema okusun. Öyle bir şeyler olmadı. Şu gördüğün her şeyi ben sanat üretimimden kazandım. Aslında Erzincan, benim İstanbul’a geldiğim ilk zamanlardaki gibi. Doğuya gitmek benim için her zaman verimli oldu. Pratiğimde de uzun yıllardır bunu gösteriyorum. Aya Seyahat, Mezopotamya Dramaturjileri ve Kuzu’yu burada çekmişim. Kuzu da biraz fark edildi. Bu şekilde bakir coğrafyalara gitmek taşınmak çok önemli bir şey. Hep kağıt üzerinde ülkemize karşı vazifemizi yerine getirelim diyorlar. Ben Erzincan’a gelmişim. Bunu insanlar görüyorlar. Siz her şeyi bırakıp Erzincan’a gelmişsiniz. Bunun değerini biliyoruz diyorlar. Ama ne yaptığımı bilmiyorlar. Sanatçı, herhalde sahneye çıkıyor diyorlar. En azından bunu görüyorlar. Benim için tabi önemli.
Yurtdışındaki bir üniversitede söyleşinizde; muhafazakar camiada sanatla kaynaşma, yakınlaşmadan bahsetmiştiniz. Hatta bir rönesanstan. Bu konudaki fikrinizi merak ediyorum.
Bu bir süreç her şeyden önce. Üç günde olabilecek bir şey değil. Oyun kurucu, bahçeyi kurucu bu Türkiye’de sınırlı bir haldeydi. Biz buradayız. İstanbul’da iki tane şirket var. Biz izin verdiğimiz ölçüde herkes buranın içine girer. Allah’tan sanat dünyasını fark etmemişler de bazı insanlar girebilmiş. O da periferide. Daha sonra Koç vs. geç fark etti. Daha önce girmiş olsalardı belki ben olamazdım. Ben her zaman Kemalizme karşı oldum. Amerika’dayken de. Hiçbir şekilde Türkiye’de duruşu değişmeyen nadir insanlardan biriyim. Hepsi bir yana savruluyor, biliyorsun. Hala Lola ve Bilidikid’i yapmış bir adam bunları nasıl söyleyebilir diyorlar. Demek ki 20 yıldır Lola ve Bilidikid’i referans gösterebiliyorsan, şu anlama geliyor. 20 yıl öncesinden beri aynı şeyi söylüyor bu adam. Peruk Takan Kadınlar hala Avrupa’da geçerli. Semiha B. Unplugged, Mezopotamya Dramaturjileri… Bütün bu çalışmalar hala geçerli.
Bu eserlere bakan özellikle muhafazkar kesimde, hem sizin eserlerinize hem de diğer sanatsal eserlere yönelik bir kaynaşma, buluşma var mı sizce?
Bence bunun başlangıcı var. Zamanında yanlış kaynamış olan kemiklerimiz daha çok yeni doğru yerlere oturtuldu. Ve şu an şişlik var. Morarmış. İyileşmesini bekliyoruz. Başka yerlere takılmış uzuvlar doğru yerlere takılmaya çalışılıyor. Ağrılar devam ediyor. Bu bir süreç. Bugün kendilerini cinsel azınlıkların haklarının savunucusu olarak görenler, o çok sosyalist ya da hümanist insanlar, kendi çocuklarında bir işaret görmesinler, sanki ben mahallenin muhtarıymışım gibi beni arayıp, “Çocukta böyle bir şey var. Bir şey mi olmuştur.” panik halinde soruyorlar. Onlar daha kendi pozisyonlarını içselleştirememişler. Kendilerini değiştirememişler. Bir yanardağın patlamasını istemezsin. Lavların etrafa saçılıp doğayı, insanları yakmasını istemezsin. Ama hepimiz biliyoruz ki o lavlar kuruduğu vakit gezegen de yok oluyor. Sonuçta Almanya, Hollanda gibi oluyorsun. Yaşamak istemediğin, sıkıcı, sadece para kazanmak üzerine kurulu bir düzenin olduğu, intihar oranlarının son derece yüksek olduğu yere dönüşüyor. İsviçre şehirlerine bakın, dünyada intihar oranlarının en yüksek olduğu yerler. Onun için enerjilerini kaybetmişler. Türkiye’nin sosyolojik anlamda enerjisi var. Bu çatışmalar her zaman negatif sonuçlar doğurmuyor. Burada ortak akla varabilmek gerekiyor. Bunun hali hazırda en doğru pilotluğunu yapan, istedikleri kadar hücum etsinler, şu anki iktidardır. Burası çok aktif, hareketli, heterojen bir coğrafya. Her an her şeyi kontrol edemiyorsunuz. Hayatta her şeyi saat gibi kontrol edebilmeniz mümkün değil. Olunca da Avusturya, İsviçre gibi intihar oranlarınız yüksek oluyor.
O halde bu ‘renkli’ gündemin doğru şekilde değerlendirilirse, iyi sonuçları olacak.
Doğrusu eğrisi de yok bunun. Kendiliğinden gelişiyor. Biz sonradan anlamlandırıyoruz.
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım