Osmanlı tımar geleneğini sürdüren Erzincan’da bir Palanga Bey’i: Kutluğ Ataman

Osmanlı tımar geleneğini sürdüren Erzincan’da bir Palanga Bey’i: Kutluğ Ataman
SanatçıKutluğ Ataman

Son günlerde Erzincan’daki eviyle çok konuşulan çağdaş sanatçı ve yönetmen Kutluğ Ataman; Erzincan’daki yaşamına, sanat üretimine, ulusal ve uluslararası sanat gündemine dair açıklamalarda bulunmak üzere, bir geleneği devam ettiren, evinin kapılarını ilk kez GZT Editörlerinden İzgü Fuhan’a açtı.

Erzincan’a indiğimde bir dram filminin dumanlı, yağmurlu ve hüzünlü sahnesi karşılıyor beni. Havalimanının çıkış kapısından Kutluğ Ataman’ın “Palanga”sına gitmek üzere yola çıkıyorum. Aklımda röportaj için soracağım sorular, kalbimde yıllardır çalışmalarını severek takip ettiğim çok kıymetli bir sanatçıyla tanışacak olmanın heyecanı… Yaklaşık yarım saat sonra, Kutluğ Ataman’ın Palanga’sında müthiş sıcak, gülen bir yüzle karşılanıyorum.

Kutluğ Ataman, yıllardır başarılarına yenisini ekleyen bir sanatçı…

Yaptığı her film, sergilediği her sanat eseri ulusal ve özellikle uluslararası alanda büyük ses getiriyor.

Bu coğrafyanın adını, sanat çalışmalarıyla tüm dünyaya duyuruyor.

“Aya Seyahat” filmiyle başlayan Erzincan macerası, “Kuzu” ile başka bir boyut kazanan Ataman, yaklaşık 600 yıllık bir geçmişi attığı adımla, sandıklardan çıkardığını belirtiyor ve ekliyor. “Erzincan, benim İstanbul’a geldiğim ilk zamanlardaki gibi. Doğuya gitmek benim için her zaman verimli oldu.”

1961 yılında İstanbul‘da doğdu.

Herkes merak ediyor. Erzincan süreci nasıl başladı?

Erzincan süreci aslında belli bir noktada başlamadı. Kuzu filmini yapmaya başladıktan sonra Erzincan’a daha sık gelmeye başladım. Ben İstanbul doğumluyum ama ailem Erzincanlı, o yüzden burada bir film çekmeyi çok istiyordum. Kuzu’dan önce Aya Seyahat’i de Erzincan’da çektim. Mezopotamya Dramaturjileri diye bir seri başlatmıştım, sanat kariyerimin bir parçası olarak, onları da Erzincan’da gerçekleştirdim. Esasen benim Erzincan üretimim epey yoğun olmuştu. Ama burada bir evim, köküm kalmamıştı. Annem ve babamın vefatından sonra buradaki topraklar bana kalınca, kardeşim de ilgilenmeyince ben Erzincan’a daha fazla gelmek zorunda kaldım. Kuzu filminden önce kafamda böyle bir fikir vardı zaten; buradaki toprakları bir şekilde kullanıp sanat ve kültür faaliyetimin içerisine bir şekilde entegre edebilmeyi istiyordum.

Peki Erzincan’daki çalışmaların neticesinde burada bir sanat galerisi mi göreceğiz? Burada gerçekleşecek üretim nasıl olacak?

Yok. Burada sergileme, halka arz gibi bir durum olmayacak. Burada kendi üretimim mutlaka devam eder. İleride Erzincan’da film çekmeyi düşünüyorum. Senaryolar yazıyorum. Hangilerini gerçekleştirebilirim bunu henüz bilmiyorum. Ama şunu söyleyebilirim, çok verimli bir yer benim için. Buradan çıkmış eserler de benim için hep kariyerim açısından başarı getirdi bana. Mezopotamya Dramaturjileri, Aya Seyahat, Kuzu… Bunların her biri dünyada ses getiren işler oldular. O yüzden Erzincan bana çok uğurlu geldi. Şöyle gelişti. İlk önce ben buraya stüdyomu getireyim. Stüdyo deyince bu yanlış anlaşıldı. “Film stüdyosu kuracak” filan…

Film Platosu diye duyuldu hatta…

Plato filan, öyle bir iddiam yok. Öyle bir gücüm de yok, olamaz da zaten. Ama hemen burada şunu söyleyeyim. İlk olarak Erzincan daha sonra bütün Doğu Anadolu’yu kapsayacak bir sinema komisyonu, yerel yönetimlerle geliştirmeyi düşündüğümüz bir projemiz var. Hali hazırda buna çalışıyoruz. Bu ne manaya geliyor? Sadece fabrika kurmak, çevreyi kirletmek vs. değil. Turizm ve kültürün de gelişmesi için, Doğu Anadolu’nun uluslararası eğlence ve kültür sektörüne düzgün şekilde pazarlanması… Bir James Bond filminin sahnelerini rahatlıkla Erzincan’ın dağlarında çekebilirsiniz. Bir Martian filmini, Erzincan’ın değişik mekânlarında çekebilirsiniz. Aynı dağlar, aynı ovalar, aynı kayalıklar veya nehirler burada da var. Dünyanın başka yerlerine daha büyük paralara gideceğinize ya da Türkiye’ye geldiğinizde sadece İstanbul’u kullanacağınıza burayı çok uygun şekilde kullanabilirsiniz. Dizi sektörü, yerli dizi sektörü buraları kullanabilir. Batıda çalıştığından daha rahat ve ekonomik koşullarda çalışabilir.

Galatasaray Lisesinden mezun oldu.
Galatasaray Lisesinden mezun oldu.
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Enstitüsü ve Paris Sorbonne Üniversitesinde sinema öğrenimi üzerine lisans eğitimini, ardından 1988 yılında University of California, Los Angeles (UCLA)’de sinema yüksek lisansını tamamladı.
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Enstitüsü ve Paris Sorbonne Üniversitesinde sinema öğrenimi üzerine lisans eğitimini, ardından 1988 yılında University of California, Los Angeles (UCLA)’de sinema yüksek lisansını tamamladı.

Peki üretim merkezi fikri…

O ayrı ama yerel yönetimlerle birlikte geliştirmeyi düşündüğümüz proje, daha çok başında. Olur mu olmaz mı bilmiyorum. Göreceğiz. Bunun dışında benim kendi projeme gelirsem, şöyle bir şey fark ettim. Çevremdeki insanlar, İstanbul’un ya da diğer büyük şehirlerin harala gürelesi içinde kitaplarını yazamıyorlar. Üretimlerini gerçekleştiremiyorlar. Ben bir grup oluşturmayı düşünüyorum. Seçici kurul gibi… Dünyada ‘Art Residency’ dediğimiz, sanat rezidansı formülünde bu grupta gerek sanatçılar gerekse sosyal bilimciler, ben daha ziyade hukuk ve sosyoloji yer alsın istiyorum. Adalet ve sosyoloji üzerinde çalışan ve kafayı yoran insanların bir araya geldiği, burada sakin bir şekilde iki üç ay çok fazla hayatla da ilişkileri olmadan burada kalıp eserlerini üretebilecekleri bu zamanı onları tanıyan bir mekan sağlamaya çalışacağım. Bunun finansmanını da kendim sağlamayı düşünüyorum. Bunun için de burada bir üretim olacak, bir kültür üretimi olacak. Toprağı işleme değil, aynı zamanda hayvancılık yapıp bunun geliriyle yılda bir veya iki bilim adamı ya da sanatçıyı davet edip burada üretim imkanı sunmak istiyorum. Ayrıca bazı zamanlarda ‘think tank’* gibi düşünebileceğimiz toplantıların da olması gerekiyor. Mesela iki hafta boyunca insanlar, bir araya gelsinler fikirlerini paylaşsınlar. İstanbul’un bilmem ne otelinin lobisinde ya da toplantı salonunda oturup birbirleriyle kavga edeceklerine… Şöyle bir kötü yaklaşım var. Bir panel oluyor mesela bakıyorsunuz, üç konuşmacı çağırmışlar. Atıyorum ‘Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin bir konudaki paneli… Konuşmacıların üçü de partiden. Gelenler de. Dedikodu grubu oturmuş gibi. Böyle olmaz ki bir panel. İnsanların ayrı gruplardan olması lazım. Farklı görüşlerin bir araya gelip fikir alışverişi yapabiliyor olması lazım. Bunun dışına çıkabilmek için, aynı mekanda farklı görüşten insanları bir araya getir ve bunun neticesinde bir konuşma, tartışma olsun. Bunun aynısını İstanbul’da da yapıyorum. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ayrı görüşten insanları çağırıyorum. Bunu yılda iki defa yapıyorum.

‘Art Residency’ dışında yine burada devam eden farklı projeler var mı?

Aslında sadece art değil, sosyal bilimler rezidansı. Bunun tamamen hayata geçmesi iki üç yılı alır. Çünkü bu noktaya gelmesi beş yıl aldı. Bunun yanı sıra benim kendi kişisel ilgi alanım olarak, sinemada gerçek manada bağımsız sinemada post prodüksiyon desteği vermek istiyorum. Filmini bir şekilde yapmış, ama bitiremiyor. Son destek olarak…

İlk uzun metrajlı filmi Karanlık Sular ile ulusal ve uluslararası alanda tanındı.
İlk uzun metrajlı filmi Karanlık Sular ile ulusal ve uluslararası alanda tanındı.

Destek demişken, seyirciye bir destek olarak (gülüyorum :) ) filmlerinize online olarak erişebileceğimiz, dijital bir ortam kanal olacak mı?

Hali hazırda Karaköy’deki Salt Online’dan ulaşılabiliyor. Eskiden gelip araştırma yapmak için bana başvuruyorlardı. Çok zorlanıyordum. Şimdi Salt’a gidip seyredip, çalışmalarını yapabiliyorlar. Ama ‘WITCH’ diye bir şirketimiz var. Cadı manasına geliyor. Shakespeare’ in trajedilerinde ‘Witch’ler vardır ya… WITCH kanalını hayata geçireceğiz, Youtube’da. Bu kanalda sadece benim sanat eserlerim ve sinema eserlerim değil, kamu desteğiyle yapılmış eserler varsa benim durumumda çok fazla yok. Kuzu’da az destek aldım ama… (gülüyor) Bunların internette korsan şekilde kötü kalitede seyredileceğine ya da RTÜK kurallarına göre televizyonda kesilerek yayınlanacağına… Buradan seyredebilecekler. Kanal D’de ‘İki Genç Kız’ı seyrettim. Filmi anlayamadım. O kadar kesilmiş ki film… Yani insanlara doğru şekilde bu eserlerin ulaşmasını istiyorum. Onun için de internet ortamını seçtim.

Bu kanal sanıyorum röportajın müjdesi ama destekle ilgili söylediğiniz dikkatimi çekti. Destekle ilgili şöyle bir algı var. Kutluğ Ataman Kültür Bakanlığı’ndan çok destek alıyor ve yeni filminde de kesinlikle destek alacak. Yeni filminiz için bir başvurunuz oldu mu?

Oldu. Önce bir başvuruda bulundum. Erteleme verdiler. Ardından ikinci başvuru da reddedildi.

O zaman Kutluğ Ataman’ın filmleri de reddedilebiliyormuş.

Benim bu ilk reddedilen filmim değil. Mesela Kuzu’da ilk versiyonunda Ertuğrul Günay döneminde reddedildi. Hatta o versiyon bir Anadolu üçlemesi olacaktı. O zamanlar tamamıyla Erzincan hikayeleri anlatmak istiyordum. İran sineması gibi, buradan çıkan hikayeler… Ertuğrul Günay CHP kafalı bir adam olduğu için sonuçta, kendi arkadaş grubuna ulusalcılara destek verdi. Kuzu reddedildi. Kıbrıs’ta çekeceğim Palto da reddedildi. Üç ya da dört defa başvurdum. Sadece, Kuzu’da bir defa 300 bin lira gibi bir destek aldım. ‘Biz devleti eleştiriyoruz. Biz muhalefetiz.’ diyen tiplerin hiçbir şekilde dünyada gösterilmeyen filmlerine çok daha büyük destekler çıktı.

Ama bunlar hiç konuşulmuyor.

Tabi konuşulmuyor. Mesela benim 28 Şubat konulu filmimde bir tane transseksüel karakter var diye olay oldu. Önce erteleme aldım. Sonra reddedildi. Önce transseksüel karakter var diye reddedildi diye düşündüm. Sonra bir baktım baştan aşağı küfür olan, bir transseksüel komedisi destek almış. Bir şey diyemiyorum. Eleştirmiyorum da. O yapılanmayı çözebilmiş değilim. Merak etmiyorum da artık.

En azından okuyanlar öğrenmiş olacak ki, her filmiyle Kutluğ Ataman destek alacak o artık tam anlamıyla…

Yandaş!

O zaman bunu burada çürütmüş oluyoruz.

Çürütemezsin çünkü tutundukları son dal o. (gülüyor) Onu da kaybederlerse iyice kafaları karışacak. O yüzden bence yok öyle bir şey. Zaten çürük o dal.

Hazır bu yanlış bilgilendirmelerden konuşuyorken, röportajı gerçekleştirdiğimiz bu ev…

Ak Parti genel merkezi miymiş? (gülüyoruz :) )

Bu ev için ‘KA HOUSE’ deniyor.

Mimarlık ve tasarım dergilerinde evin kime ait olduğu söylenmez. İç mimari haberlerinin yer aldığı kadın dergilerinden bahsetmiyorsak. Öne çıkması gereken sanatçıdır. Burada da sanatçı, mimar. Mimarın eserini tanıtıyorsun sonuçta. Burayı dünyaca tanınmış bir fotoğraf sanatçısına fotoğraflattırdılar. Ve kendi profesyonel tanıtımlarını uluslararası mecrada yaptılar. Bu şirket uluslararası çalışan bir Türk şirketi çünkü.

Erzincan’da nasıl duyuldu bilmiyorum ama İstanbul’da ortalık sallandı bu evin haberleriyle :)

(gülüyor) Daha sonra iç dekorasyonu ben yaptım. Evi mimar Hasan Çalışlar yaptı. Ailemin burada 500 – 600 yıllık bir geçmişi var. Bizim bütün konaklarımız yanmış, yağmalanmış. Sadece şu gördüğün tavan Hacı İzzet Paşa’dan kalmış. Edirne valisiyken, orada yaptırıp Erzincan’a getirmiş. 1939’daki Büyük Felaket’ten kalan tek şey. Aileme olan sorumluluğumdan dolayı, her şeyi sandığından çıkarıp tekrardan hayata getirmek için yaptığım bir şey oldu. Aynı zamanda Türkiye’ye ve bu coğrafyaya kültürel ve bilimsel çalışmalara kendimce yararı olup vesile olacağına inanıyorum.

Yani burası ‘KA HOUSE’ değil.

Ben oturuyorum ama KA House falan değil. Buranın adı Palanga.


Palanga nedir?

Palanga, bir çeşit Osmanlı’dan gelen tımar geleneğinin 19. Yüzyılda bu yörede yeniden adlandırılması diyebiliriz. Çok büyük çiftlikler kompleksi demek. Elazığ’dan Gümüşhane’ye kadar yine Elazığ sınırından Otlukbeli’ye kadar bütün bu alan bizim aileye veriliyor. Burada sen eğitimi, sağlığı, adaleti sağlayacaksın. İnsanlara bakacaksın. Başında da Bey var. Bunlar genelde asker kökenli oluyor. Bu aileler içerisinde ticaret o dönem çok ayıp karşılanıyor. Savaş olduğunda gerekli durumlarda kasandaki parayı İstanbul’a gönderiyorsun. Hacı İzzet Paşa vefat ettiğinde mirasını Abdülhamit’e bırakıyor. İngiltere’de kraliçenin sahillerin ve kuğuların sahibesi olduğu durum gibi. Kuğu avlamak ve yemek yasaktır. Kıyılar esasen kraliçenin mi, hayır. Kraliçe orayı satabilir mi, hayır. Ama devlet korumuş oluyor. Burada da palangalar sistemiyle bu bölgeleri idare etmişler. 1888 yılında Mehmet Ali Bey, burada ilk defa ticarete atılıyor. Bu çok ayıp karşılanıyor. Bir şekilde bu sistemi devam ettiriyor. Cumhuriyetin ilerleyen yılları, depremler… Aile İstanbul’da gelişmeye başlıyor. Buralar unutulup gidiyor. Benim buraya geliş nedenim bu Palanga’yı, Mehmet Ali Bey’in kurmuş olduğu bu şirketi bir şekilde hayata geçirmek. O kadar büyük topraklar kalmamış tabi. Yani 1888 yılında kurulan şirketi tekrar hayata geçirdim ‘Mehmet Ali Bey Palangası’ diye… Bu evi de ailenin konaklarından biri gibi düşünebiliriz.

1994 yılında İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen ödülünü kazandı.
1994 yılında İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen ödülünü kazandı.
1999 yılında Lola ve Bilidikid, Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümün açılış filmi oldu.
1999 yılında Lola ve Bilidikid, Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümün açılış filmi oldu.
Ayrıca Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazandı. Lola ve Bilidikid sinemanın yakın tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak yorumlandı.
Ayrıca Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazandı. Lola ve Bilidikid sinemanın yakın tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak yorumlandı.

O zaman Palanga sonrası,buradaki üretimle birlikte daha bağımsız bir Kutluğ Ataman göreceğiz.

Tabi idealim Palanga’daki üretimle tamamen bağımsız olabilmek. Gelmişim 56 yaşına. Ben birkaç kişinin vereceği karara göre sinema yapamam. Hep şöyle algılanıyor. Kültür Bakanlığı eşittir devlet. Hayır. Kültür Bakanlığı komitesinde üç tane Kültür Bakanlığı’ndan bürokrat var. Gerisi tamamen meslek birliklerinden insanlar.

Bu çok önemli bir bilgi…

Ama bu bilgi nedense hiç anlatılmıyor. Yani ‘Kültür Bakanlığı şuna destek verdi buna vermedi.’ Senin kendi meslek birliğin destek vermiyor. Bunu “Bana destek verilmedi. Bunu bir madalya olarak taşıyacağım. “ şeklinde anlatma. Taşırsan taşı. (gülüyor)

Yeni filmin tarihi belli mi? Bekliyoruz çünkü.

Valla hiç belli değil. Şu an konstantre olduğum şey Palanga.

Sanat çalışmalarınız…

Sanat dünyasından çekildiğim doğru. Yurtdışında varım. Ama burada çok fazla bir şey yapmak istemiyorum. İstanbul burjuvazisi bununla bir eğlence, hobi olarak takılmaya başladıktan sonra, yüzeysel saçma sapan bir şeye dönüştürdü. İşte o çok “bağımsız” sanatçılar da kendilerini çok güzel sattılar, kullanıldı, atıldı ve bittiler. Sanat dünyası diye bir şey kalmadı. Yok. Buna Vasıf Kortun’la da konuştuğunda yok diyor. Galericilerle de gidip konuşabilirsin. Onlar tabi çok söyleyemez. Birilerini satmaya hala çalışıyorlar ama bu biliniyor. Yurtdışındaki küratörler de yok diyorlar. Dünya sahnesinde yoklar. Ben yurtdışında sanat pratiğime ve üretimime devam ediyorum. Ama çok fazla işim var. Benim için çok önemli çalışmaları yapıyorum. Hali hazırda Trump’ın Amerika ile Meksika arasında yapmaya çalıştığı duvar üzerinde çalışıyorum. Buna karşın bir takım sanatçılar, duvara alternatif üretimlerde bulunuyorlar. Kanada'daki bir üniversite ve sanat merkeziyle beraber buna çalışıyorum. Ondan önce Sabancı Portresini yapmıştık. Venedik Bienali ve Kraliyet Akademisi’nde bu gösterildi ve bitti. Şimdi Trump’ın bu sınır duvarı üzerinde çalışıyorum. Bunu da ilk defa sana söylüyorum.

Çok sevindim. (gülüyorum)

Tuzdan bir duvar. Yağmurlarla eriyip yok olacak. Yine Kanada’dan çok zengin bir iş kadını, hastalıkla mücadele edip yalnız bırakılıp hayatını kaybeden çocuklar üzerine çalışmamı istedi. Bunun üzerine çalışıyorum.

Ardından İki Genç Kız ve Aya Seyahat ile birçok ulusal ve uluslararası film festivalinde gösterildi ve sayısız ödül kazandı.

Bir yanlış bilgilendirmenin daha doğrusunu sizden duymuş olacak okuyucular: Kutluğ Ataman, inzivaya çekilmedi.

Türkiye’deki sanat ortamından Gezi’den itibaren, o sanat dünyasından bana herhangi bir sanatçı olarak beslenemeyeceğimi anladım. Buna alternatif olarak kültür ve sanata naif bir yaklaşımı olan muhafazakarlar var. Çok ortada kalıyorsun o zaman. Ben yapacağımı zaten 20 – 25 yıl boyunca Türkiye’de sanat olduğunu dünyaya gösterdim. Benim çalışmalarımdan sonra Türkiye’ye gelen, başka kimler varmış diye görmeye gelen galericiler ve küratörler oldu. Bunun karşılığında bana gelen şey üzerime çullandılar, gördüğün gibi. Tamam sanat dünyanızda ne işiniz varsa görün, şeklinde çekildim. Bir de şöyle bir şey var. 30 yılımı Türkiye dışında yaşamış biriyim. Ben Amerika’da çalıştım, okula gittim ama dünya sahnesine fırlamam Türkiye’ye geri geldikten sonra oldu.

Bu da çok enteresan.

Yani yurtdışına gittim de başarılı oldum diye bir şey kesinlikle doğru değil. Ben yurtdışındayken 33 yaşıma kadar garsonluk yapıyordum. Karanlık Sular filmini beş yıl garsonluk yaparak bitirebildim. Öyle ailesi çok zengin de aman çocuğum sinema okusun. Öyle bir şeyler olmadı. Şu gördüğün her şeyi ben sanat üretimimden kazandım. Aslında Erzincan, benim İstanbul’a geldiğim ilk zamanlardaki gibi. Doğuya gitmek benim için her zaman verimli oldu. Pratiğimde de uzun yıllardır bunu gösteriyorum. Aya Seyahat, Mezopotamya Dramaturjileri ve Kuzu’yu burada çekmişim. Kuzu da biraz fark edildi. Bu şekilde bakir coğrafyalara gitmek taşınmak çok önemli bir şey. Hep kağıt üzerinde ülkemize karşı vazifemizi yerine getirelim diyorlar. Ben Erzincan’a gelmişim. Bunu insanlar görüyorlar. Siz her şeyi bırakıp Erzincan’a gelmişsiniz. Bunun değerini biliyoruz diyorlar. Ama ne yaptığımı bilmiyorlar. Sanatçı, herhalde sahneye çıkıyor diyorlar. En azından bunu görüyorlar. Benim için tabi önemli.

Yurtdışındaki bir üniversitede söyleşinizde; muhafazakar camiada sanatla kaynaşma, yakınlaşmadan bahsetmiştiniz. Hatta bir rönesanstan. Bu konudaki fikrinizi merak ediyorum.

Bu bir süreç her şeyden önce. Üç günde olabilecek bir şey değil. Oyun kurucu, bahçeyi kurucu bu Türkiye’de sınırlı bir haldeydi. Biz buradayız. İstanbul’da iki tane şirket var. Biz izin verdiğimiz ölçüde herkes buranın içine girer. Allah’tan sanat dünyasını fark etmemişler de bazı insanlar girebilmiş. O da periferide. Daha sonra Koç vs. geç fark etti. Daha önce girmiş olsalardı belki ben olamazdım. Ben her zaman Kemalizme karşı oldum. Amerika’dayken de. Hiçbir şekilde Türkiye’de duruşu değişmeyen nadir insanlardan biriyim. Hepsi bir yana savruluyor, biliyorsun. Hala Lola ve Bilidikid’i yapmış bir adam bunları nasıl söyleyebilir diyorlar. Demek ki 20 yıldır Lola ve Bilidikid’i referans gösterebiliyorsan, şu anlama geliyor. 20 yıl öncesinden beri aynı şeyi söylüyor bu adam. Peruk Takan Kadınlar hala Avrupa’da geçerli. Semiha B. Unplugged, Mezopotamya Dramaturjileri… Bütün bu çalışmalar hala geçerli.

Bu eserlere bakan özellikle muhafazkar kesimde, hem sizin eserlerinize hem de diğer sanatsal eserlere yönelik bir kaynaşma, buluşma var mı sizce?

Bence bunun başlangıcı var. Zamanında yanlış kaynamış olan kemiklerimiz daha çok yeni doğru yerlere oturtuldu. Ve şu an şişlik var. Morarmış. İyileşmesini bekliyoruz. Başka yerlere takılmış uzuvlar doğru yerlere takılmaya çalışılıyor. Ağrılar devam ediyor. Bu bir süreç. Bugün kendilerini cinsel azınlıkların haklarının savunucusu olarak görenler, o çok sosyalist ya da hümanist insanlar, kendi çocuklarında bir işaret görmesinler, sanki ben mahallenin muhtarıymışım gibi beni arayıp, “Çocukta böyle bir şey var. Bir şey mi olmuştur.” panik halinde soruyorlar. Onlar daha kendi pozisyonlarını içselleştirememişler. Kendilerini değiştirememişler. Bir yanardağın patlamasını istemezsin. Lavların etrafa saçılıp doğayı, insanları yakmasını istemezsin. Ama hepimiz biliyoruz ki o lavlar kuruduğu vakit gezegen de yok oluyor. Sonuçta Almanya, Hollanda gibi oluyorsun. Yaşamak istemediğin, sıkıcı, sadece para kazanmak üzerine kurulu bir düzenin olduğu, intihar oranlarının son derece yüksek olduğu yere dönüşüyor. İsviçre şehirlerine bakın, dünyada intihar oranlarının en yüksek olduğu yerler. Onun için enerjilerini kaybetmişler. Türkiye’nin sosyolojik anlamda enerjisi var. Bu çatışmalar her zaman negatif sonuçlar doğurmuyor. Burada ortak akla varabilmek gerekiyor. Bunun hali hazırda en doğru pilotluğunu yapan, istedikleri kadar hücum etsinler, şu anki iktidardır. Burası çok aktif, hareketli, heterojen bir coğrafya. Her an her şeyi kontrol edemiyorsunuz. Hayatta her şeyi saat gibi kontrol edebilmeniz mümkün değil. Olunca da Avusturya, İsviçre gibi intihar oranlarınız yüksek oluyor.

O halde bu ‘renkli’ gündemin doğru şekilde değerlendirilirse, iyi sonuçları olacak.

Doğrusu eğrisi de yok bunun. Kendiliğinden gelişiyor. Biz sonradan anlamlandırıyoruz.

Sinema kariyerinin yanı sıra çağdaş sanat çalışmalarıyla dünyada büyük ses getiren Kutluğ Ataman’ın eserleri Venedik Bienali ve Royal Academy of Arts ile birlikte dünyanın sayılı sanat galerilerinde sergilendi.
Sinema kariyerinin yanı sıra çağdaş sanat çalışmalarıyla dünyada büyük ses getiren Kutluğ Ataman’ın eserleri Venedik Bienali ve Royal Academy of Arts ile birlikte dünyanın sayılı sanat galerilerinde sergilendi.
Semiha B. Unplugged, Peruk Takan Kadınlar, Mezopotamya Dramaturjileri ve Sabancı Portresi dünyada sanatın taşlarını yerinden oynatan çalışmalarından bazıları…
Semiha B. Unplugged, Peruk Takan Kadınlar, Mezopotamya Dramaturjileri ve Sabancı Portresi dünyada sanatın taşlarını yerinden oynatan çalışmalarından bazıları…

Çok alıştırılmışız o zaman bu kalıp ‘doğrulara’…

Tabi ki. Biz Kemalist formatlandırılmamızdan dolayı, hep şunu zannediyoruz. Siyasetçiler yüzünden toplum böyle oluyor. Böyle bir şey yok. Toplumda bir enerji oluşmuştur. Siyasetçi bu enerjiyi kullanarak, hareket eder. Sonuçta seçim varsa, popülist olmayan bir siyasetçiden bahsedemeyiz. Geçen Cem Özdemir, “Defolun gidin” dedi. Bu yeşil olmuyor. Popülist olmak zorunda. Aşırı sağ ile yarışıyorlar. Şimdi seçimlerden sonra çevir kazı yanmasın yapacaklar. Ama gördük hepimiz senin artık hangi materyalle dokunduğunu biliyoruz. Benim anneannemin bir lafı vardır. “Kötü dokunmuş bir kumaştan, güzel bir elbise çıkartamazsın.” Yıllarca kendilerini bize güzel bir elbise olarak sattılar. Ama değillermiş. Böyle üst üste gelen müsamerelere çok iyi bakmak gerekiyor. Sanat dünyasında yaptığım işlerde hep vurguladığım şey, müsamere. Politik sistemlerin, toplulukların ve tabi ki kişilerin esasen hep bir kimlik üretimi içerisinde olduğunu görüyoruz. Kimlik, tamamen insanın, toplumun dış etkenlerden etkilenerek ve kendi kendine yazdığı bir senaryo. Müsamere de diyebilirsin piyes de. Psikolojiye baktığında da bu böyle. Toplumun bireye karşı zorladığı şeyler var; bunu öyle yapma bunu şöyle yapma diye, bir de hayvansal olarak kendi içinden gelen dürtüler var. İkisi arasında tartışıp dışarıya kimlik diye bir senaryo yaratıp, bu benim diyorsun. Hepsi aldığınız pozisyonlarla ilgili. Hepsi değişebilir. Kültür de değişken. Bu şekilde üretiliyor. Ben artık gerici, ilerici diye bir şeye de inanmıyorum. İleriye doğru giderken geri gidebilir insan. Ya da geriye gittiği düşünülüyorken ilerleyebilir. Bunlar birbirinin içine geçmiş kavramlar. Bu şekilde bakmak gerekiyor.