Menemen'de bir asker çadırında doğdum
Bir asker kızı olarak, 2. Dünya Savaşı günlerinde babasının görev yerinde bulunan bir çadırda dünyaya gelen Alev Alatlı, 2. Viyana Kuşatmasında kuşatmanın başarısız olacağı yönündeki uyarısı nedeniyle boynu vurulan İhtiyar İbrahim Paşayla olan bağını, çocukluk yıllarında Anadolu’nun en ücra yerlerinde şahit olduğu yoksullukları, lise çağında yaşadığı Tokyo tecrübesini, ODTÜ ve Amerika’da devam eden eğitim süreçlerini, Yaser Arafat tarafından gönderilen Filistin Özgürlük Madalyası anıları ve çok daha fazlasını Doğduğum Ev için anlattı.
Yıl 1944, yer İzmir Menemen. Alev Alatlı dünyaya gözlerini nerede açtı?
Alev Alatlı, bir asker kızıdır. Onun için asker kızları biz bulduğumuz yerde doğarız. 'Nerelisin?', 'İzmirliyim.' Hayır, çakma İzmirliyim. İzmirli falan değilim. Babam orada olduğu için İzmirli oldum. Kars, Erzurum her yerli olabilirdim. Ve orada, o zamanda olmamın sebebi, 2. Dünya Savaşı ortaları ve Alman çıkartması bekliyoruz her an yapılabilecek diye. Türk Ordusu, Ege Ordusu sınır bekliyor. Benim çok enteresan bir annem vardı. Annem ‘hayır’ kabul etmeyen bir kadındı. ‘Olmaz olmaz’ annem için. Olur. Birinci çocuğunu da kaybetmiş, ben daha doğmamışım ama zorlu bir doğum olacağı belli gibi. Neticede annem anlaşıyor bir arabacıyla. Üsküdar nerede, Menemen nerede? Tıkır da tıkır kaç gün arabayla gidiyor. Babamı buluyor cephede. Allahtan savaş yok. Herkes siperlere sinmiş. Bir çadır... Menemen'de daha büyük, insanlık bir yerde çadır. Çadıra koyuyorlar. Neticede ben orada doğdum. Ebeliğimi de Perihan teyze yaptı. Perihan teyze, bölük kumandanının hanımı. Biz asker çocukları böyleyizdir. Bizim ebelerimiz ya bölük kumandanlarının hanımı olur; eğer babalarınız daha yüksek bir rütbedeyse ordu kumandanının hanımı bile ebe olur. Orada doğdum. Ve tabii yine asker çocukluğundan gelen bir şey, Türkiye'yi görme imkanım oldu. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Çünkü ailemin geldiği yer itibariyle eğer babam asker olmasaydı, ben bu ülkeyi tanıyamazdım doğru dürüst.
İzmir’de dünyaya geliyorsunuz ancak çocukluğunuz Anadolu’nun farklı şehirlerinde geçiyor değil mi? Nelere şahit oldunuz?
Yoksulluk. Derin yoksulluk, çok derin yoksulluk. Bugün aklınızdan ucundan geçmez yani, insanların kasketleri yamalı olur mu? Kasket bir de bu yani, o kadar yıpranmaz gibi geliyor. Kesin çıplak ayak... İlk Karaköse'ye geçtik. Karaköse Ağrı'nın başkenti halinde o zaman. Bir gece yarısı vardık geçitlerden falan geçerek. Şöyle düşünün, yol yok. Düştü düşecek yollar. Çok eski otobüsler... Ondan sonra kar ve kar ve kar. 2 metre! 2 metre kar ne demek biliyor musunuz? Böyle bir yer olamazdı mesela Erzurum'da. Çünkü bütün pencereler kapanırdı. Şuradan bir küçük delik açarsınız kürersiniz, kürersiniz, kendinize tüneller açarsınız, gidersiniz. Bizim boynumuza düdük takarlardı. Düdükler vardır ya çocuklar takar, içinde leblebi falan olur. Düdük takarlardı, kurt iner çünkü. Kurt indiğinde düdüğü çalarsınız, en yakın jandarma, asker ne varsa etrafta o gelir ve sizi korur güya. Böyle bir yaşam biçimi.
Okumaya duyduğum sonsuz iştiyakı babama borçluyum
İlkokul günleriniz nasıl geçmişti bu şartlar altında?
Erzurum'da Kültür Kurum ilkokulundan mezunum. Dünyanın görebileceği en önemli öğretmenim, Allah gani gani rahmet eylesin, Emine Aküzümlü. Müthiş bir öğretmendi. O günden beri inandım, bir daha inandım. ‘Yer yok oynayamıyorum’ boş laf, ‘yer yok oynayamıyorum’ bir palavra. Yok efendim imkanımız vardı, imkanımız yoktu... Üç kuruş paralarla ne harikalar yaratılabildiğini ben gördüm çocuklarla. 5'ten önce hiçbirimiz okuldan çıkmazdık heyecandan. Her dakika yeni bir şey getirir, koyar, metotlar uydurur, kendi çıkartır. Ona borçluyum. Gerçekten çok şeyi ona borçluyum. Kafamı değiştiren kadındır. Bir Erzurumluydu, dadaş. Kötü bir aksan. Ama Allah rahmet eylesin, müthiş. Seneler sonra ziyaretine gittiğimde kapıyı çaldım, açtı, durdu, baktı. 'Alev' dedi. Hiç unutmuyorum. Ben ağlamaya başladım, nereden hatırlarsınız Allah aşkınıza diye. 'Hatırlamaz olur muyum?' dedi. İçeriye gitti, bir yerden resmimi buldu, getirdi, vesikalık. Her zamanki gibi yakam bir tarafta paçam bir tarafta. Sadece benim değil herkesin resmi var hanımda. Böyle müthiş bir kadıncağızdı. Ama bir şey var bunu söylemeliyim. Ondan sonraki bütün halimi, merakımı, okuma zevkimi, okumaya duyduğum bu sonsuz iştiyakı yani su içer gibi okumak… Babama borçluyum. Ve inandığım bir şey var, kız çocuklarını babalar yapar kızım, anneler değil. Bunu size söyleyeyim. Babadır kız çocuğunu adam eden, anne değil. Hiç böyle gibi gelmiyor ama hakikaten öyle. Babalar el atarsa kız çocuklarına, tecrübemle görüyorum ki onlardan geliyor hayır.
Babanız önemli bir isim. Annenizden de sık sık bahsediyorsunuz. Sizden dinleyebilir miyiz, nasıl bir aileden geliyorsunuz?
Anne babamın tek ortak noktaları, olağanüstü namuslu olmalarıydı her ikisinin de. Yani devlet malı dedikleri zaman olağanüstü bir titizlik. Bu çok önemli çünkü birinden biri değilse, öteki ötekini yiyor sonunda yani kavga çıkıyor. Ortak özellikleri buydu. İkincisi, babam ne kadar geriye çekilen bir adamsa, Prusya Prensi gibi bir adamdı... Pek de yakışıklı bir şeydi. Annem de öyle gerçi ama. Mesela babama şunu taşıtamazdınız. Asker paket taşımaz. Eli dolu olmaz. Askerin düğmesi şöyle olur, bilmem nesi böyle olur… Müthiş disiplin abidesi bir adam. Ama ben o adamı Kore'de Birleşmiş Milletler Karargahına girerken de gördüm. Herkesin dönüp baktığı bir subaydı. Türk Subayı. Türk Subayı öyle olurdu işte. Ütüsü, pantolonu. Tabii kıyamet kopar evde, pantolon kötü ütülenmiş, iyi ütülenmiş, gömlek var mı yok mu diye. Bu işin bir tarafı. Çok namuslu bir adamdı. Çok meraklı bir adamdı.
Devlet-i Ali, o kadar önemlidir ki, kardeşini bile uğruna feda edersin.
Rumeli kökenli bir aileye sahip olmanız sizde nasıl bir etki oluşturdu?
Biz göçmeniz. Dedeler Uç Beyi. İlk giden ailelerinden Makedonya’nın. İlk gidenlerden olunca askeriz yani. Ve tabii Bektaşi'sin. Bektaşi'sin, askersin, at beslersin ve 'ha' dediği zaman ordu, kalkınır gidersin. Senelerce böyle. Bütün ailem, baba tarafım asker ailesi. Ve ucu şeye kadar gider, bak bunları sen herhalde ilk defa belgelemiş olacaksın, 2. Viyana Kuşatması’na kadar. 2. Viyana Kuşatması'nda Uzun İbrahim Paşa derler veya İhtiyar İbrahim Paşa, o benim dedem oluyor. 1682... Lala Paşa'nın, Kara Mustafa'nın boynunu vurdurduğu adamdır benim dedem. Çünkü dedem demiş ki, ‘Bu zamanda Viyana'yı alamazsınız, Prens Sobrenski (Polonya) girdi devreye, üstelik kış zamanı, alamayız’. Vay seni bozguncu demişler. Şak, karar veriliyor ki öldürülecek. Ondan sonra hakikaten boynunu da vurduruyor. Yalnız benim hayatımdaki önemli kısmı şu, niye önemli olduğunu da söyleyeceğim. İbrahim Beyin yani dedemin ölmeden evvel padişaha yazdığı bir mektup var, Google'da da çıkıyor. Diyor ki, 'Gelip boynumu vuracaklar’, ‘yalnız’ diyor ‘hünkarım, sizden büyük istirhamım, sakın ha dokunmayın (Lala Paşa) devlet için çok faydalı bir adamdır' diyor, ‘ceza vermeyin sakın’. Böyle bir mektup. Ve tabii çok içi sızlıyor insanın. Seneler sonra torunum, Türk Tarihi öğretmeye çalıştığım ve her zaman elimden kaçırdığım torunum ne dedi biliyor musun? 'Şimdi senin niye böyle olduğunu anladım' dedi. 'Ne oluyor?' dedim. 'Niye vatan millet diye tutturursun şimdi anladım' dedi. Sonra durdum bir düşündüm. Çocuklar, doğru. Evlad-ı Fatihan dedikleri budur zaten. Bir bu, bir de toprak kaybetmeyi biz biliriz, Rumeliler. Türkiye'nin Allah'a şükür bazı bölgelerinde hiç kimse toprak kaybı yaşamamıştır, bizim kadar duyarlı değildir. Tabii bir de Uç Beyi olunca hakikaten Batı medeniyetine uçsun ve dolayısıyla çok iyi takip ediyorsun ne oluyor ne bitiyor. Geleni, gideni. Ve geriye laf anlatmaya çalışıyorsun ve anlatamıyorsun. Yani padişaha diyorsun işte, ‘kafası vurula’ diyor. Hadi buyurun.
Yeri gelmişken sana bir şeyi söyleyeyim evladım, hani Osmanlı kardeşlerini kesti filan denir değil mi? Kesti de doğru. Onun karşılığı nedir bizde biliyor musun? Devlet-i Ali, devlet o kadar önemlidir ki, bak ben böyle konuşurken bile gözüm dolar. Devlet o kadar önemlidir ki, kardeşini bile uğruna feda edersin. Kardeşini kesen böyle bakar. Ama bunu anlamayan özellikle gavur kısmısı, “namussuz, kendini korumak için” der. Ve dikkat edin, Türkiye'nin toplum olarak bozulmaya başlaması birbirimize olan inancımızı kaybettiğimiz zamandır. Dikkat edin, böyle bir şey var toplumda ve de giderek artıyor Türkiye'de. Birbirimize eskisi kadar güvenmiyoruz ve birbirimizi sevmiyoruz kim ne derse desin. Sevmiyoruz. Bu kutuplaşma mutuplaşma bütün bunların aslı budur. Ama bu bize dışardan geldi. Çünkü batılı hiçbir zaman bizim gibi olmadı. Orada hep birbirini yiyerek yaşandı. Şimdi biz ne kadar tırnak içinde ve bazılarının çok hoşuna gittiği gibi ‘Batılılaşıyorsak’ bu değerleri o kadar kaybediyoruz demektir.
Çocukluğunuzu nasıl özetlersiniz? Hareketli bir çocukluk mu geçirdiniz, asker kızı olarak çok mu disiplinliydiniz?
Disiplinli miydim? Evet. Çünkü derslerde falan hiç atlamazdım. Ama disiplinli olmak uysal olmak değildir, dangalak olmak hiç demek değildir. Anlatabiliyor muyum? Yani bakardım ne oluyor diye.
Meraklı bir çocuk muydunuz yani?
Çok, ama o merakım sürekli tahrik ediliyordu yavrum. Yani sürekli tahrik ediliyordu. Mesela Erzurum'dayken ilkokul 4.- 5. sınıflarda Çinhindi Harbi vardı. Fransızlar, Vietnam'da savaşıyorlardı. Ve kocaman bir harita koymuştu babam benim önüme. Annemin dikiş masasının üzerindeydi harita. Renkli toplu iğnelerle bana şeyi gösteriyordu, ordular nereye gitti. Ben bütün bir savaşı öyle seyrettim. Film seyreder gibi. Ve bir tek laf yoktur ki, babam cevap vermesin bana. Dışarıda bahçede tulumba var, 'Kızım bu nasıl çalışıyor?'. 'Bilmem baba.' 'Allah Allah bilmiyor musun?'. 'Bilmiyorum baba.' 'E bütün gün çalışıyor bu merak etmiyor musun, su nasıl geliyor yukarıya?' Etmez miyim? Fakat oturup onu çizip, bak böyle derdi. Kendi zaten öyle biriydi, dehaya yakın bir zeka... Ve tabii Göçmen çocuğu, para yok pul yok. 36 yaşında İngilizce öğrendi kendi başına ve Karaköse gibi bir yerde. Ahırda. Elektrik yok ve Gatenby kitapları vardı o zaman, anneleriniz hatırlarlar. 'Mr. and Mrs. Brown'. Sınava girdi 3-4 sene sonra. 3 yer vardı; Washington, Londra, Tokyo. Tokyo'yu kazandı ve biz Tokyo'ya gittik.
Yabancılaşmayı Tokyo'da değil Hasankale'de hissettim
Anadolu’dan Ankara’ya oradan da Tokyo’ya… Şaşırtıcı oldu mu sizin için?
Valla şok değildi kızım. Neden değildi? Açık bir aileydi benimki. Konuşan ve açık. Sinemalara gidilir, bilmem ne olur, böyle bir aile. Mesela Erzurum'da, bilmiyorum hala var mı, Halk Evleri vardı o zaman ve Halk Evlerini kim kapattıysa başına taş düşsün çünkü çok faydalıydı onlar hakikaten. Oyunlar oynanır, okullar gelir, çocuklar tiyatro yapar falan böyle bir yer. Halk Evlerinde film gösterilirdi. Ve benim annem sinema çok severdi ve babamın maaşı yetmediği için annem dikiş dikerdi bir yandan haldır haldır. Gündüz zaten çalıştı 22 küsur sene, Merkez Bankasında memur olarak. Ama Erzurum'da çalışamadı tabii orada yoktu Merkez Bankası. Matrak da bir kadındı. İşte zamanın önemli artistlerinin hareketlerini taklit ederdi. Tiyatro severmiş meğer, insan sonra anlıyor bunu. A bir bakarsınız annem o zamanın önemli bir artisti gibi hareket ediyor. Tatlı geçer güldürür bizi filan. Böyle bir hanım. Bu kadar açık olunca bir aile, çok şok olmuyorsun. Nitekim gideceğiz, üst baş lazım para yok. Nereden buldu geldi bilmiyorum, yeni dergiler… Onlardan çocuk kıyafetleri falan buldu, biz bir gittik Tokyo’ya, Avrupalı prensesler mübarekler... Ve böyle olunca hep kurtardım ben, onu demek istiyorum.
Kültür farkı etkilemedi mi sizi?
Yabancılaşma başka yerden geliyor. Yani onu Hasankale’de çok ağır hissettim. Hasankale'de eniştemin birliği var, onlara gidiliyor arada bir bayramda seyranda. Yine bir seferinde gittik, aldılar bizi dediler ki, mesireye çıkalım. Bindik gidiyoruz derken yol üzerinde eski evimsi konakımsı bir şey. ‘Bilmem kim baba burada, ona bir merhaba diyelim’ dedi enişte. Hoş geldiniz beş gittiniz diye çıktı yaşlı adam. Ve cahil diye anlatılır hep. Müthiş cahil, müthiş cahil, ne yapacağız bu Doğu'nun cehaletini? Doğru da yani bir tarafıyla. Derken içeriye girdik, şöyle durduk, ben bir raf gördüm. Rafın üzerinde kitaplar. Allah Allah dedim. Başka türlü bir şey. İlk defa Eski Türkçe görüyorum, doğru dürüst ve yakından… Ve derken adamın o kitapları eline aldığını, araştırdığını, bir şey bulduğunu gördüm. Biz çocuk olduğumuz için ağzımız var dilimiz yok, oturuyoruz tabii mum gibi. Oradan çıktık ve benim aklımdaki şey, eğer bu adam bu kadar cahilse bu kitap ne, bu yazı ne? Herkesin içinde söyleyemedim çünkü bozuyorsun karşı tarafı. Her şeye rağmen ‘sen sus’ falan deniyor. Nedir bu yazı? Daha ne vardı orada falan diye üstüne gittim ama zılgıtı yedim ve çekildim geriye. Çekildim ama hiç kafamdan çıkmıyor. Benzeri şeyi Japonya'da gördüm. O harfler de bambaşka. Bunlar çok besleyici işler. Ve eğer gözü açık biriysen, hissediyorsan, çok öğreniyorsun.
Merak duygunuza hitap eden güzel bir tecrübeydi o zaman?
Tabii, medyun-u şükranım. Japonya, bütün bir Güney Asya... Yani nefessiz kalırdım evladım, ‘ne oluyor burada’ diye. Hiçbir şeyi o gün bugün ‘tabiidir’ diye geçiştiremedim. Hep merak ederim ‘ne oldu ki’ diye. Yani niye böyle oluyor? Neden yapsın bunu? İşte bunu babam öğretti bana. Bir şey nedir? Niçin öyle? Nasıl böyle oluyor? Bunları öğrendiğin zaman halloluyor. Ve mesela o zaman o yaşımda çocuk kitaplarım vardı ‘Nedir? Niçin? Nasıl?' serileri. Haftada bir çıkardı, Doğan Kardeş, Yapı Kredi Bankası'nın. Zaman içinde hepsi gitti. Şimdi abuk sabuk şeyler var ‘Aydan gelen adamlar’ falan filan ama eğitime yönelik ve sevimli hiçbir şey görmüyorum, o kadar az ki. Fayda etmiyor. Öyle değildi, biz hakikaten ‘bir denizaltı nasıl hava alır’ı öğrenirdik. Çünkü çizim olurdu. Tabii herkes benim babam gibi değildi benimki olağanüstü bir adamdı ayrı hikaye. Ama hocam vardı, öğretmenim vardı. 'Sen bunu gördün mü?' derdi öğretmen.
Godot'yu beklemeyin, Godot gelmeyecek. Godot yok. Öyle bir şey yok. Bu sizin işiniz. Siz niye yapmadınız?
Şimdi başka bir şey daha söyleyeyim. Entelijansiya. Aydın olmak. Hakikaten aydın olmak. Münevver olmak ‘habitus’ ister. Şimdi bu ne demek. Habitus, gübreli tam uygun kara toprak gibidir. Habitus buradan yeşerir. Tek başına olmaz. Ben olmadan siz olamazsınız. Siz olmadan ben olamam. Bu bir bütündür. Habitusu bulursa insan içi kıpırdar. Ama allame-i cihan olsan eğer o şey yoksa, habitus yoksa ve her seferinde seni söndürüyorsa bir şeyler, çok zor. Çok inatçı falan olursan olur tabii her zaman olur. Ama şimdi mesela Türkiye'de o habitus kayıp. Bu beni çok rencide ediyor, çok üzülüyorum. Habitus yok Türkiye'de. Bugün, çocukların öğrenmesi için de habitus yok. Türkçe perişan, birbirimizin konuştuğunu anlamıyoruz. Ama Türkçeyi adam edecek habitus yok. Çok mu merak ediyorsunuz? Bakın şu saatlerde bir kadının programı var. Bir dinleyin kadın nasıl Türkçe konuşuyor, bakın neler söylüyor? Yetmiyor arada da bir İngilizce patlatıyor aklı sıra. Yahu tıklım tıkış seyirci. Böyle habitus mu olur? Bu habitustan ne yeşerir? Niye bunu böyle anlatıyorum? Bir şey yapmanız lazım çocuklar, toprak sizde. Biz geldik gidiyoruz. Kendi çocuklarınız için ve kendiniz için el atmanız lazım. Godot'yu beklemeyin, Godot gelmeyecek. Durup durup aynı şeyi söylüyorum, Godot yok. Öyle bir şey yok. Bu sizin işiniz. Siz niye yapmadınız? İşte bu kadar. Yani insan kendi adına konuşabilir. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Ama yapın. Siz de yapın. Başka çare yok.
Lisans eğitiminiz için yine Ankara’ya dönüyor ve Ekonomi & İstatistik lisansınızı ODTÜ'de tamamlıyorsunuz. Neden ekonomiyi tercih ettiniz?
Etmedim. Niye? Geç dönebildik. Eylül'de dönebildik biz. Öğrenci alınmıştı zaten. 1-2 yer boş kalmıştı, bir tanesi de Ekonomi ve İstatistikti. Hiç bilerek yaptığım bir iş değil. Ama beklemek istemedim bir sene. Rahmetli Kemal Bey, Kemal Kurdaş'tı herhalde. Dedi ki, kızım gel, gir, değiştirirsin bir bak, dedi. Yani zaman içerisinde double major değilse bile yatay geçişle bir başka daha sevdiğin bir yere geçersin ama vakit geçirme, dedi. Benim de çok işime geldi. Bakayım ne oluyor, yani bilmiyorum etmiyorum. Girdim. Bak bugün öğretmenler hep hayır dua istedi, ondan sonra da Fuat Çobanoğlu. 3-5 ayrı yerde doktorası olan bir adamdı. Fizik, şu bu. Ve ilk dersinde geldi bize, tahtaya bir yazı yazdı, İngilizce. Benim gittiğim yerde İngilizce bilenleri alıyorlardı. Bir sene sonra başladı hazırlık Orta Doğu'da. Bir yazı yazdı: ‘Usury is sin’. Usury, İngilizce faiz demektir. Sin, malum günah. Usury is sin. Onu böyle yazdı. Allah Allah. İktisat dersinde. Aşağısına da Tevrat, sayfa şu. Şimdi durduk böyle put gibi oturduk bekliyoruz ne diyecek diye. Ve bize ekonomiyi, kutsal kitaplardan başlayarak anlattı. ‘Usury is sin’ deyince, peki usury ne? Neden böyle bir müessese var? Nereden çıkıyor? Hani almak için elmaya para verirsin de paraya niye para verirsin falan bütün bunlar. Kavram öğrete öğrete... Tabii ben hiçbir yere gidemedim. Gözlerimiz fal taşı gibi açık hocanın peşinde koşardık, ne oluyor burada diye. Akşam eve gittiğim zaman babam “kızım nefes al, dur bir nefes al” derdi. Hakikaten öyleydi ama.
Bilerek seçmediniz ama çok başarılı oldunuz değil mi?
Çok iyiydim kızım. 4 üzerinden 3.95 ile mezun oldum Orta Doğu'dan ben. O, yüzde yarımlık puan da en sevmediğim dersten geldi. Muhasebe, hiç sevmem. Katiyen muhasebe bilmem ve sevmem. Bozuk yaparım hep.
Amerika'da okurken depresyon geçirdim
Yüksek Lisans için Fulbright bursu ile Amerika’ya gidiyorsunuz. Gittiğinizde nelerle karşılaştınız, Amerika tecrübenizden bahseder misiniz?
Korkunçtu. Şöyle söyleyeyim, bir küsur yıl, az daha intihar edeceğim yani sonunda… Bir depresyon geçirdim. İntihar edeceğim derken, arabayı uçuruma sürüp, böyle arka tekerlekleri bırakıp bir tek… Şaka gibi değil yani… Çünkü bütün güvenimi kaybettim. Adamların söylediği hiçbir şeyle hemfikir değildim. Bir söylediklerine 20 tane itirazla çıkıyordum. Susmak zorunda kalıyordum çünkü domine ediyorsun bütün sınıfı yani car car. Ne yapacaksın ki? Ondan sonra öyle bir hale geldi ki, bir deli küçük kız, çok da gençtim, master'ımı aldığımda 21 yaşımdaydım topu topu. Yani çok genç, çok hızlı yapılan bir iş. Kendi sesimden ben sıkılmıştım. Böyle bir durum.
Neye itiraz ediyordunuz?
Her zamanki halim, her şeyi çok ciddiye almak. Homo economicus, ekonomik insan demektir yani bütün teoriler, iktisat teorileri insanoğlunun çıkar kollayan birisi olduğu varsayımı üzerine kurulur. Böyle modellenir. Ve buradan başlayıp yaparsın. Düşün ki, ben bu dersi aldığım zaman homo economicus, iki yüz senelik kabul edilen bir iktisadi kavram, terim. Benim terime itirazım var, başından. “Hayır efendim, biz böyle değilizdir” diye. “Nasıl değilsiniz ya?” diyor hoca. Hadi hadi filan… Yok ya değiliz. Deli mi ne? Ama şimdi farka bak. Yani benim geldiğim kültürde, en azından benim ailemden geldiğim kültürde diyor ki, sakın ha, asma! Şimdi ben o dedeyle homo economicusu nasıl yan yana getiririm? Temel fark. Ve bir noktaya geldik. O noktada şeye kadar gitti iş, ‘hayır’a. Hayır, diyen biri.
Yine bir gün buluşlardan bahsediliyor. Bunların medeniyetinin ne kadar yaratıcı olduğunu anlatıyor adam. E doğru da söylüyor, yaratıcı hakikaten. Fakat bir nokta yine. Öyle bir şeymiş ki bu yaratıcılık, bir ucundan tutarmışsın, o seni nereye götürürse götürsün gider onu yaparmışsın. Mesela atomla uğraşıyorsan, bu seni atom bombasını icat etmeye de götürürmüş, kanser ilacına da götürürmüş. İşte şanslıysan birine, şanlıysan ötekine gidermişsin diye anlatıyor. Adamın anlatmaya çalıştığı kesintisiz çalışma gerekliliği aslında. İyi hoş ama dedim ‘olmaz’. dalmışsın çalışıyorsun ki bu mümkün, kendimden biliyorum olabileceğini. Fakat bir baktım bir zehir bulmuşum! Bir damlası dünyanın yarısını öldürüyor. Aklımı mı kaçırdım? Ben o formülü yırtar atarım. Katiyen çıkartmam, kimseye de güvenmem. Kaldırım ortadan. Atarım, bitti. Adam da Amerika'nın sayılı filozoflarından... Gittiğim okul çok iyiydi. Şimdi bana söyleyin diyorum, ‘seninkini onu atmaktan alıkoyan ne?’ İslamiyet'i ben o zamanlar daha savunmuyorum. Ama kendim biliyorum bir şeyler yanlış gidiyor.
Benim çabam bu dünyayı bir anlayıp rahatlamak. Nereden geliyor, onu anlamaya çalışıyorum. Orada palavrayı kabul edemiyorum.
İnsaniyet erdeminden mi bahsediyordunuz?
Başka türlüsünü yapamamak... Bir şey seni durduruyor. Nedir durduran? Durdurmayan nedir? Bunu öğrenmeye çalışıyorum. Yoksa böyle kalın kalın değer yargılarım falan yok. Sadece bütün içtenliğimle ve samimiyetimle anlamaya çalışıyorum ve baktım olmuyor. Bir ara dedim ki, senin kafan işlemiyor. Kendi kocam dahil, evliyim o zaman, kimse benim gibi yadırgamıyor. Türkler var başka. Dokuz millet var. Kimse benim gibi yadırgamıyor. Yadırgamadığı gibi problem de etmiyor, kavgasını da yapmıyor ve benim gibi de böyle arabanın tekerlerini koyup beklemiyor. Yani ölsem daha iyi, ben bu işin içinden çıkamıyorum diye... Bir de tabii burslu olduğum için, kendimi borçlu hissediyorum. Paramı bastım gittim gibi değil. Devletin parasıyla gidiyorsun neticede. Tamam Amerikan Devleti'nin ama bunu bal gibi de biliyorum, fitil fitil burnumuzdan getirir bana verdiği parayı. Bedava vermez Amerika. Şimdi, bütün bunlar üst üste bindi. Ya dedim, tamam Alev bırak, bir gevşe, sen en iyisi felsefe öğren. Bu adamların kafası nasıl işliyor, gel biz bunu öğrenelim diye ben felsefeye geçtim. Orada da tabii kavga dövüş, olurdu olmazdı. Neyse ikna ettim ki, ben felsefe alayım. Dediler, olmaz önce Almanca öğreneceksin. Tamam, peki, onu da öğreniriz. E nasıl öğrenirsin? Dediler, Crash Course dedikleri bir şey var. 3 ay; sabah 8 akşam 8, günde 12 saat. Olur iyi, tamam yaparız. Bunalırsın dediler. Niye bunalayım canım, siz vermiyor musunuz bunu, yapanlar var mı yok mu? E o zaman? Niye bunalacakmışım? Girdim. Hakikaten 3 ayın sonunda dergileri okur hale geliyorsun. Böyle bir sıkı kurs. Bitirdim. Peki, dediler, aldılar. 101'den başladık tabii. 101, 102, 103 falan. Bir kıyamet de oradan koptu. Esas felsefede koptu. Baktım olmuyor. Dedim, bunlar benim istediğimin peşinde değil. Peki ben ne yapayım? Felsefeden bir adım sonra bu felsefeyi falan bırakayım da mesela matematik tarihi öğreneyim dedim. Yani merak ettiğim de şu, Pitagoras mesela bilirsiniz, teoremi olan Pitagoras. Pitagoras Efendi, Egelidir. Oturmuş denize bakarken, nasıl düşünüyor “bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir”. Nereden geliyor aklına, üçgen nerede, açılar nerede, nasıl ölçtü, ne oluyor, ne bitiyor? ‘Bu nasıl bir dünya’ diye ben matematik okumaya başladım. Tarihini okuyorum ama matematik öğrenmekten ziyade. Sonra Mısır. Mısır'daki hiyerogliflerden matematik falan. Onu öğrenmeye çalışıyorum. Döndüm kimya. Kimya, simya. Büyücülükten geliyor falan. Bir daha fizik. Sonra ‘vay anasını bir dakika’ deyip, Medeniyet Tarihi okuyorsun. Hikaye bu ve bunu kendi başına yapıyorsun. Yani istemedim kimseyi. Sonra anladım ki, ben bunu kendi başıma yapacağım. Bıraksınlar beni. Bir yere geldim ve anladım ki, fizik, kimya falan filan hepsi ilahiyata açılıyor. Teolojiye. İlahiyat demeyeceğim, İslam ile alakası yok. Teoloji. Dinler Tarihi. Bütün dinler. Ve bakıyorsun en parlak matematikçi, en parlak fizikçi ya bir Papaz ya bir Şaman ya bir İmam ya bir Haham. Çünkü dert başka. Sonra anladım niye öyle olduğunu, dert başka. Bencileyinki aynı dert. Çünkü aslında benim çabam bu dünyayı bir anlayıp rahatlamak. Nereden geliyor, onu anlamaya çalışıyorum. Orada palavrayı kabul edemiyorum. Eğer Amerikan Üniversiteleri söyledikleri kadar iyi olsalar zaten böyle okul olmazlar. Böyle kurulmazlar. Ben kendi çocuklarıma bugün onu Kapadokya'da veriyorum. Ben göremem ama Allah bilir, siz göreceksiniz. Kapadokya, dünyaya çomak sokacak bir üniversite olacak. Çünkü başka türlü tutuyoruz. Bilmem kim orada bir felsefe koymuş, ben onun peşinden gideceğim. Gitmem kardeşim, sorgularım.
Doktora sürecinde konuları çeşitlendirmeniz de çözüm olmamış sanırım. Ne yaptınız peki, Türkiye’ye mi döndünüz?
Dedim ki, bu işin başka çaresi yok ben Teoloji öğreneceğim. İlahiyat öğreneceğim, Dinler Tarihi öğreneceğim. Fakat Dinler Tarihini Amerika'da öğrenmenin burada öğrenmekten farkı yok. Yani Dinler Tarihi diye Papaz olacaksın sonunda. Başlanması gereken yerden başlamıyor. İslam hiç yok. Efendim, Yahudilik yok, o zaman en azından. Bir de Hristiyanlık da gittiğin okuldaki adamın mezhebine göre ayarlanmış. E Şaman yok. Fizikte, kimyada Şaman’sız yapamazsın. Ama ben o zaman bilmiyorum ki öyle yapılamayacağını. Sadece yanlış olduğunu hissediyorum. Yani dava oradaydı. Sonra döndüm geri.
Döndükten sonra da arayışlarınız devam ediyor sanırım. Cemil Meriç’le de bu arayış sırasında mı tanıştınız?
Evet döndükten sonra. Bir ülkücü arkadaşım vardı, yeni vefat etti, Allah gani gani rahmet eylesin. Bana kızan, pek de seven biri değil Sabahattin. Bıkmış benden usanmış. Bir gün geldi 'Al senin kafanda bir adam' diye 'Bu Ülke'yi attı sağ olsun. Ondan sonra beni aldı bir telaş. Bu adam nasıl yaşıyor Türkiye'de diye. Çünkü dokunduğum yerlere dokunuyor ve öfkesi oradan. Ben bunu tanıyayım diye düştüm Cemil Meriç'in peşine. Gittim tanıdım sonunda. Ondan bir evvel esas tanımak istediğim Kemal Tahir'di. Ama Kemal Bey maalesef onu buluncaya kadar vefat etti. Fakat Cemil Meriç vefat etmeden tanıyayım diye attım kendimi.
Aldığım madalyaya baktıkça gözüm doluyor
1986 yılında Edward Said’in Haberlerin Ağında İslam ve Filistin Sorunu tercümesini yayınlıyorsunuz. Ve Yaser Arafat’tan Özgürlük Madalyası alıyorsunuz. Bu süreç nasıl gelişti, neler hissettiniz?
Filistin benim canım, Filistin benim ciğerim. Kimse yüz vermiyordu Filistin'e ve mutlaka bunun çevrilmesi gerekiyordu. Yaser Arafat istemişti. Abu Firas'dan döndü, bana söylendi. Ben yaparım tamam, dedim. Pınar Yayınevi'nin sahibi vardır, kadim dostum, Cevat Özkaya. Cevat dedi ki: 'sen buna girersen ben de kağıdını, kapağını veririm, basarız' dedi. Onun üzerine girdim yaptım. Başka da çeviri yapmadım, sevmiyorum çünkü çok sıkıldığım bir şey.
Yaser Arafat’ın elinden alamadınız değil mi bu ödülü?
Yok, o Tunus'ta sürgün hükümetindeydi. Gecenin bir saatinde kavasları geldi. Bak bugün giyseydim keşke onu, bir tane elbise yollamıştı bana hala durur tabii o elbise. El yapımı… Çok çeviri yaptım ona. Kitaplar, vesikalar, yorum. Hani bugün kısmen yapmaya çalıştığım gibi Türkiye'de de. “Bunlar bunu diyorlar ama şunu demek istiyorlar, şuraya bakın” türü yardımlar.
Özgürlük madalyası sizin için değerli bir hediyeydi değil mi?
Tabii canım olmaz olur mu. Hala bakınca gözüm doluyor. Ve de tabii her Filistin'in başına bir şey geldiğinde ben gidip madalyayı okşuyorum. Birisi saldırdığı zaman, birisi bilmem ne yaptığı zaman. Böyle yani.
Kitaplarınız çok sayıda baskı yaptı ve 1987 yılından bugüne birçok ödül aldı. Yazmaya başlarken böyle bir serüveniniz olacağını düşünmüş müydünüz?
Hayır, hayır. Hiç düşünmedim. Yazmak çok tuhaf bir şey evladım. Yazmazsan ölürsün. Hele benim gibi acayip bir iddiası olan biri. Çünkü bana sorarsan dünya yanlış. Bu insanlar, bu dünyanın içinden çıkamıyor. Ve tövbe estağfurullah, Allah'ı da dinlemiyorlar. Dinlemiyorlar, dinlediklerini yanlış anlıyorlar. Rezilliktir gidiyor yani. Bu kadar adamın kanına giriliyor. Şu dünyanın haline baksana. Böyle olur mu? Ve öyle bir hale geldi ki, böyle olamayabileceğini de düşünmüyorlar artık. Sanki tek yolu bu bunun. Ya değil. Ama tabii benim bunu yapmam için ta ilk temelden şöyle ittirmem gerekiyor yukarı. Ve kendi kendime bunu yapabilir miyim dedim. Yapacağım, elimden geldiği kadar yapacağım. Ölür giderim yapamaz olurum ama benim yerime birileri yetişir. En azından siz böyle yapılabileceğini görmüş olursunuz. Olması gerektiğini görür olursunuz. Tabii ki aklımın ucundan geçmedi. O yüzdendir zaten oradaki feryat. ‘Orada kimse var mı’ diye. E valla ‘varız’ geldi. Hala da varlar. Aradan geçti 25 yıl, kitap hala satıyor. ‘Biz buradayız’ diye mektup geliyor, mesaj geliyor. Buradayız, buradayız, hadi hocam buradayız, diye. Bundan daha da büyük bir ödül olamaz evladım.
Bana sorarsan dünya yanlış. Bu insanlar, bu dünyanın içinden çıkamıyor. Ve tövbe estağfurullah, Allah'ı da dinlemiyorlar. Dinlemiyorlar, dinlediklerini yanlış anlıyorlar.
Alev Alatlı’nın bir çalışma rutini var mıdır?
Bir rutin varsa ben gündüzcüyüm. Geceyi hiç sevmem. Gece yazmasını sevmem. Yazamam da zaten. Yazarım da sabah bir daha bakarım ‘aman olmamış bu’ deyip tekrar yazarım onun için geceyi sevmem. Gündüz seviyorum. Gündüz sevdiğim için de uzun günleri severim dolayısıyla şimdi bak benim zamanım gelmeye başladı. Çok daha verimli oluyorum yazın. Yazın sabah erkenden kalkmayı severim. Tercihen güneşle birlikte yani onu çok severim. Rutin o. Ama onun dışında okumanın zaten rutini olmuyor çünkü bir şey merak edince kalkıp okuyorum yani. Kaçsa kaç saat ne yapayım? Evde yemeği tabii kendim pişiriyorum. Mutfağı vermem kolay kolay. Mutfak bir kadının iktidarıdır. Asla mutfağınızı kimseye teslim etmeyin. Böyle moda oldu diye de erkek aşçıları falan da boş verin. Siz kendi işinize bakın. Sıkı tutun mutfağınızı. Türk yemeklerine dikkat edin. Kültürü tutmak car car konuşmakla olmaz. Eğer bir mantı açamıyorsan yuf! Açmayı öğrenmelisin. Çoluğuna çocuğuna Türk yemeği yapmayı öğrenmelisin. Başka türlü kültürü devam ettiremeyiz. Ona dikkat ederim. Ama onun dışında sürekli kafam bir şeyle meşgul olduğu için okuyacaksam kalkar okurum yani hangi saatse hangi saat. Şeye dikkat ederim oldum olası, size de tavsiye ederim yavrularım, iktisatta bir kavram vardır ‘fırsat maliyeti’. Eğer bir saati burada bu konuşmaya harcıyorsam, bir saatte ne kaybettim diye düşünürüm. Ne yapabilirdim de yapmadım, bunu yaptım? Bunu böyle tartar, birini seçerim. O bakımdan zaman benim için çok önemlidir, tartarım. Çünkü başka hiçbir şeyimiz yok hayatta. Geldik gidiyoruz ve bir tek şey var kıymetli, zaman. Bir şeyi yaparken hep niye bunu yapıyorum diye sorarım kendime. Sizde de tavsiye ederim. Hiç hazzetmediğim biriyle vakit geçirmek gibi. Ne yapıyorum yani? Veya hazzetmediğim bir filmi seyreder gibi. Niye seyrediyorum ki? Çık git ya Allah Allah. ‘Hayır’ demeyi öğrendim. Size de tavsiye ederim hayır demeyi. Mesela herhalde en az bir 40 sene oldu denize gitmiyorum. Sevmiyorum çocuğum. Suyun içine girip böyle şılıp şılıp sonra buram yandı, buram kumlandı. Sevmiyorum. Uzaktan seyretmesini seviyorum, evet. Ama kimse bana 'ay bu da olur mu yani?' diyemez. Bodrum'a gitmedim seneler seneler boyu. E gitmem. Çünkü ne yapacağımı bilmiyorum orada ve benim için azap oluyor ve gitmiyorum, bitti. Şimdi hayır demeyi öğrenmek böyle bir şey. Hayır ya, Allah Allah. Şart midur? Bodrum beni görecek de başına taç mı takacak yani ne? Ben görmesem olur.
Kapadokya Üniversitesinde gençler için bir çaba ortaya koyuyorsunuz. Özellikle Nasihatname serisinde bugünün gençlerine anne şefkati ve öğretmen tavrıyla yol gösteriyorsunuz. Gençlerin sizin için özel bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yavrum dünya sizin çünkü. Dünya sizin. Sizi seviyorum. Sizi seviyorum ve esenlikli kalın istiyorum. İkincisi ben Türkleri severim. Hep söylüyorum size, ben çok önemli insanlar olduğumuz kanısındayım. Yaşamalıdır Türkiye. Ahlaki sebeplerden dolayı yaşamalıdır hepsi bir yana. Gayet açık değil mi, niye? Seviyorum sizi. Ve Türkiye'yi çok seviyorum tabii. Burnumun diğeri sızlıyor.
Biz de sizi çok seviyoruz. Emeğinizin farkındayız, değerinizin farkındayız…
Şanslıyım evladım. Çok şanslıyım. Allah'a bin şükür Allah onu tutuyor benim için. İnşallah işe yarasın.