"Kendimizle aramızı düzeltmemiz gerekiyor"
Sevdalısı olduğu divan edebiyatını herkese sevdiren, güler yüzlü, güzel insan yazar Hayati İnanç; edebiyat sevgisini, divan edebiyatını, değerlimizi, üstadım dediği Nabi’yi ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Divan edebiyatında bizi kendine bu kadar çeken ne var? Divan edebiyatının başladığı, devam ettiği, zirveye ulaştığı dönem 5-6 asırlık bir süreçtir. Yıldırım Beyazıt döneminde ilk adımlar atılmaya başlanmış. Zamanla Arapça ve Farsçanın lisans zenginlikleri Türkçeye kanalize edilerek, bir imparatorluk dili meydana getirilmiş. Yaşadığımız ortamın imparatorluk olması, yeryüzündeki her cins insanla bir şekilde temas ediyor olmamız ve sağlam bir İslami terbiyeye sahip olmamız başlıca amillerdir. Bundan 100 yıl önce Osmanlı çökmek üzere olduğu, hasta adam ilan edildiği, ölmesinin beklendiği dönemde bile sıradan devlet memurunun muhtemel görev yeri Bosna ve Varna olabileceği gibi, Yemen’de olabiliyor. Hem batıya hem doğuya o kadar yakınsınız ki, her an öyle bir tayin çıkabilir.
Divan edebiyatını anlama sürecini nasıl hızlandırabiliriz? Bu süreç elbette çok kolay hızlanmayacak. Bir hastalığın vücuda girişi 40 yılda vakı olduysa, telafisi asgari 40 yıl ister. Tabipler bunu şöyle benzetiyorlar; bir hastalık vücutta kanı azaltmış, siz tedaviye başladığınızda aniden 2 litre kan verirseniz, ölür hasta. Aynı süreye yayarak yavaş yavaş, yedire yedire vermek gerekiyor. Burada güzel olan artık setin yıkılmış olması, bizim kendimizi öğrenmemiz, kendi tarih birikimimize yönelmemizin devlet ve toplum nezdinde kabul görmüş olmasını birden beklemiyoruz. Anlayışımızı sorgulama ihtiyacımız var bizim. 50 yıl sonra nasıl bir devlet olmak, nerede, nasıl bir toplum olmak niyetindeyiz.
Siz hem Avrupa’da hem Asya’da olacaksanız, ikisinde de başrol oynayacaksanız, önemli, belirleyici rol üstleneceksiniz; her türlü kültürel değerde de böyle bir iddianızın, böyle bir zenginliğinizin olması iktiza ediyor. Biz daha tiradımızı hecelemeye başladık. Çok acele etmemek lazım. Türkün bu tarafı vardır.
Biz daha tiradımızı hecelemeye başladık
Acelecidir ve hızlı başlar. O hastalığa burada düşmemeliyiz. Tamam, bir zaafa uğradık, lisanımız kıtale uğradı. Ameliyat masasına yatırılıp, acımasızca otopsilere uğratıldı. Bu kadar güzel, bu kadar yüksek, bu kadar zengin bir Türkçeyi tam da zirvedeyken ‘Ne diye ameliyata alıyorsunuz?’ sorusu sorulmalı. Ancak bunu bir öfkenin dışarı boşalması biçiminde değil de, madem teşhisi yaptık. O halde kendi kaynaklarımıza yönelmeliyiz.
Bizim kendimizle aramızı düzeltmemiz gerekiyor. Kendimizle tanışmamız gerekiyor.
Kendimizden, kendi değerlerimizden nasıl bu kadar koptuk? Bir kurbağadan misal verirler. Kurbağayı soğuk suya attınız. O kurbağa neşeyle oynar. Alttan hafif hafif ısıttınız. Tedricen yavaş yavaş ısıtıldığında kurbağa bunu fark etmez. Ölüm sınırına geldiğinde zıplayıp kaçacak mecali olmaz. Aniden ısıtsanız; refleksle atar kendini dışarı ve kurtulur. Bu aniden olmadı, bu yavaş yavaş oldu. 180 yıla yayılan bir süreçti ve beş kelimede özetlenebilir: Tanzimat, Islahat, İnkılap, Reform, Devrim. Bu beş kelime yaklaşık iki asır boyunca bizi bir başka kişi yapmak, mevcudu yıkmak öncelikli. Her nedense şeytana uyduk ve biz dedik ki; yıkalım sonra düşünelim. Bu kadar yıkma şehvetiyle 20. yüzyılın başlarına geldiğimizde kendimiz tanıyamaz, demoralize olmuş, çökmüş, iddiasından vazgeçmiş hale geldik. Üstad Cemil Meriç’i hatırlayalım;
Zafer sabahlarından bozgun akşamlarına gelindiğinde… Yorgun dev hafifçe uyukladı. Kurnaz tilki Batı, kulağına şunu fısıldadı; Sen bir az gelişmişsin. Bizim aydınlarımız nedense bu azgelişmişliği çok sevdi. Şerefe madalyası gibi taşıyorlar.
Yani azgelişmişliğimize inandık. Büyük zaferden sonra bozgun hakikaten bizi perişan etti. Türkün en uzun asrı 19. asırdır. Hep kayıplarla, hep ıstıraplarla yaşanmış. O dönemde iyi niyetli ama yanlış yolda birçok aydınımızın çare arayışları, bizi geldiğimiz yere yavaş yavaş getirdi. İyi niyetli olabilirler, bir kısmı için en azından bunu teslim etmek lazım ama iyi niyet yetmiyor. Ne diyelim, kış bitti. Kıştan sonra bahar gelir. Biz o kışı yaşadık. Artık bahar geldi. Bizim buna destek vermemiz, idrak etmemiz, kavrayışlı olmamız, vizyonumuzu tazelememiz, geçmişten güç alarak geleceğe yönelmemiz gerekiyor. Şu dönemde dost bildiklerimizin pekte dost olmadığını hatırlatıcı neler yaşıyoruz. Yine Cemil Meriç’e müracaat edeceğim;
Olimpos dağının çocukları, Hira dağının evlatlarını asla kabul etmeyecektir.
Manevi kalkınmayı, manevi beslenmeyi, kendimizi hatırlayıp, gaye konseptinde ‘Evet, şunları yaptım, kazandım, ettim, refah seviyemi yükselttim, muhannete muhtaç olmak kurtuldum ama bunu da Allah rızası için yaptım.’ noktasına istikrarla yürümemiz lazım. Meselemiz budur.