"İçimizde yarım yarım mutsuz sonlar biriktiriyoruz."
Cins Dergisi Genel Yayın Yönetmeni şair İsmail Kılıçlarslan; kısa öykünün ne olduğunu, sokağın kendisi için ne ifade ettiğini, değişen dünyayı, kültürel iktidar meselesini ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
İsmail Kılıçarslan kimdir, neler yapar? Dün bir arkadaşımla konuştum. Kendisi iş görüşmesine gitmiş. Ona; ‘Bize kendinizden bahseder misiniz?’ diye sormuşlar. O da; ‘İnsanın kendisinden bahsetmesi kendisi hakkında yalan söylemesidir’ demiş. Elbette kendisini işe almamışlar. Çünkü iş dünyası böyle artistlikleri kabul edecek bir yer değildir. Ama ben yazarım, şairim ve edebiyatçıyım. Dolayısıyla bir artistlik hakkımı da burada kullanayım. Kendimden bahsederek kendim hakkında yalan söyleyecek değilim. Hatta kendimden bahsetmekten başka herhangi bir şey mi yapıyorum ki bize ayrıca ‘Kendinden bahseder misin?’ sorusuna muhatap oluyorum diyerek artistliğin dozunu arttırayım. Ama ‘Neler yapıyorsun?’ sorusu şu sıralar cevaplamak istediğim sorulardan biri. Çünkü hikâye yazıyorum. Kasım ayında okurla buluşmasını arzu ettiğim, 6-7 tane uzun hikâyeden oluşan bir öykü kitabı olacak. Benim için ilginç bir deneyim olacak. Çünkü ilk defa bu kadar uzun öyküler yazıyorum. Umarım okur da beğenir. Bu kitabı Kasım ayına yetiştirmek istiyorum. Eğer kitap yetişirse bir de bizim bitmeyen kültürel iktidar meselesine dair giriş mahiyetinde bir kitap hazırlığı da yapmak istiyorum ama Boşnakların çok sevdiğim bir atasözü var; ‘İnsanlar plan yapar ve Tanrı gülümser.’ Biz plan yapıyoruz ama Allah’ın bize gülümseyip, gülümsemeyeceği, bunlara güç yetirme gücünü bana bahşedip bahşetmeyeceği henüz bir muammadır. Ama şu anda öykü yazıyorum ve bu yüzden keyfim oldukça yerinde.
Kısa öykü yaşama yakınlığı, yaşamın içinden doğması bizi kendisine çekiyor. Kısa öykü; yaşanılan bir olaya yazınsal bir müdahale midir? Ben yaşanılan olaya yazınsal müdahale bahsini çok düşünmüş biri değilim. Yazdığım şeyi aynı zamanda bir şekilde yaşantılamış olmam da gerekiyor. Ben buna bilerek yaşantılamak diyorum. Çünkü ya yaşamış olmam gerekiyor ya da bunu yaşamış olan birinden tıpkı yaşamışım gibi dinlemiş olmam gerekiyor. Eğer kısa hikâye belirli bir anı dondurup orada yeni bir form elde etmekse evet bunu yapıyor diyebilirim. Yani yaşanmış bir an parçasını alıp o an parçasından insanların ilgi duyacağı, okuyabileceği bir öykü elde ediyorum. Yaptığım şey sadece bu mu? Bundan çok emin değilim. Çünkü bazen o anı tekrar üretiyor olmak o anı yaşamaktan daha kıymetli. Benim çok sık söylediğim bir söz var; ‘İnsan hatırlamaktan yapılmış bir varlıktır.’ İnsan, ancak neyi hatırlayacağını seçerek benliğini inşa eder.
Hatırladıklarımız, hatırlamadıklarımız ve hatırlamak istemediklerimiz kategorileri benliğimizi inşa eden örüntülerdir.
Neo-epik şiirler yazdığınız için mi sokak hikâyelerini bu kadar önemsiyor ve yazıyorsunuz? Ben sokağı sadece yazmak için değil, yaşamak içinde çok önemsiyorum. Çünkü sokak, cadde ve bulvar değil. Hayatın kendisini sürekli tekrarladığı bir form olarak çok mühimdir ve artık hayatımızda yoktur.
Sokak, evin nerede olduğunu unutmadan gidebileceğin bir mesafedir. Sokak, içinde sürekli eve dönüş imkânı barındıran bir çağrıdır.
Fakat artık hayatımızda yoktur. Cadde ise öyle değildir. Caddeye çıktığınızda sokak ve ev artık hayatınızda, dönebileceğiniz mesafede değildir. Ben evden uzaklaşmadan hayatın kendisini yaşama meselesini zihnimde sokakla bütünleştirdim.
Hayatın kendisine dair ne öğrendiysem sokaktan öğrendim. Kavga etmeyi, âşık olmayı, taraf tutmayı, dayak yemeyi ve daha birçok bir şeyi sokakta öğrendim.
Bilirsiniz ki dayak bile yeseniz eviniz oradadır ve eve dönebilirsiniz ya da bilirsiniz ki o kız zaten sizin sokaktandır. Evleriniz birbirine çok yakındır. Dolasıyla aşk o yakınlıktan ortaya çıkan bir şeydir. Kafamda sokakla ilgili bu tarz formlar var. Neo-epik şiir akımını Hakan Arslanbenzer ve arkadaşları başlattılar. Daha sonra sokağa indirmeyi denediler ve bunu başardılar. Ben Neo-epik şiirin açtığı imkânları sonuna kadar kullanmayı tercih eden bir adam olarak, şiirin de tıpkı aşk, kavga, ihanet ve nefret gibi sokakta olmasını tercih ettim. Çünkü benim sokakla aram hep iyiydi. Pazar günleri Yeni Şafak’ta diğer iki yazıma benzemeyen bir üçüncü yazı yazmak istediğimde o köşenin adının müstakilen ne olacağı konusunda kafamda hiçbir soru işareti yoktu. O köşenin adı "Sokakta" olacak. Çünkü sokak hayatı borçlu olduğum bir yer. Ben bunu anlatmaktan başkasını bilmiyorum. Bilenler var. Cadde anlatan ve bulvar anlatan var. Bu kişilere saygı duyuyorum. Ben galiba sokakta olup bitenden başka bir şey anlatmayı becerebilen biri değilim.
“Böyle Şeyler Filmlerde Olur” kitabınızın ilk bölümü ‘Kavuşmak Yok İslamlıkta’ da mutlu sonun olmadığı, okurken mutlu son beklediğimiz hikâyeler var.
"...Sen bir düş imişsin kuşluk çağında
Soluma tükürdüm rabbim gafurdur
Bilesin kavuşmak yoktur islamlıkta
Kavuşan kısmısı ancak gavurdur."
Süleyman Çobanoğlu
Dünyadaki bu kavuşamamaların, mutsuz sonların Müslümanların bir sınavı olduğunu unutuyor muyuz, sizce? Mutlu ya da mutsuz sonlar bütün insanlığın ortak derdidir. Hepimizi bir Hollywood simülasyonu içerisinde yaşatmaya çalışan modern dünya bize sürekli mutlu sona inan diyor. Hâlbuki biz dünyanın gurbet yeri olduğunu bilen kadim bir gelenekten geliyoruz.
Dünya, gurbet ve yangın yeridir. Bir an önce bu hayat oyununu tamamlayıp asli olana gidilmesi gereken bir duraktır.
Modern insan sürekli mutlu sonlara inanıyor.
İçimizde yarım yarım mutsuz sonlar biriktiriyoruz.
Dolayısıyla bu durak için fazla mutlu son meraklısıyız. Mutsuz sonla biten tek bir Hollywood filmi hatırlamıyorum. Modern insan sürekli mutlu sonlara inanıyor. En kaba tabirle ‘oğlan kıza kavuşsun’ diyor ama oğlan genellikle kızla kavuşamaz. Dünyada mutlu sonlar genelde çok azdır. İçimizde yarım yarım mutsuz sonlar biriktiriyoruz. Hayatımız boyunca yaşadığımız mutsuz sondan çok daha az mutlu son yaşayarak hayatımıza devam ederiz. Bu sanallığa karşı ben mutsuz sonların mutluluğuna inanıyorum. Zaten asıl olan sonların mutsuz olmasıdır.
Bu dünya denen kaosta amaç oyunu güzel oynamaya çalışıp hayatı asıl sahibine teslim etmektir.
Mutlu sonlara sadece filmlerde rastlarız. Çünkü böyle şeyler ancak filmlerde olur. Bu gerçek hayatta kodlanmaya çalışılan sadece mutlu son değil. ‘Mutlu ol, kendini iyi hisset, biraz kötü hissetmeye mi başladın başka bir şey yaparak daha iyi hisset, sürekli modun yüksek olsun, hüzün insana yakışmaz’ gibi kodlamalar var. Ben bunun bir çılgınlık olduğunu düşünüyorum. Bu yaşadığımız çağa mutluluk oyunu da diyebiliriz.
Hepimiz aslında mutsuzluktan geberiyoruz ama mutluymuşuz gibi davranmaya zorlanıyoruz.
Dünyanın bize yaptığı başlıca kötülüklerden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Bilesin kavuşmak yoktur İslamlıkta. Kavuşan kısmısı ancak gâvurdur. Hikâye budur. Çünkü biz buraya Leyla’ya kavuştuğumuzda buna inanmayan bir anlayıştan yola çıkarak geldik. Leyla’nın hiçbir zaman amaç ve araç olmadığı ve Leyla’nın Leyla, Mecnun’unda Mecnun olduğu bir çağdan geldik. Sonra bu masallaştı. Şimdi de çakma Leyla’ların çakma Mecnun’ları kızdırdığı tuhaf bir dünyanın ortasında kaldık.
Kitabınızdaki “Feysbuk” öyküsünde değişen dünyadan bahsediyorsunuz. Dünya değişirken bizden neler götürüyor? Sosyal medya kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Hacı Cemal amca hepimizin hayatında var olan bir amcadır. Amcaya bir akıllı telefon alıyorlar. Amcanın akıllı telefon almakla ilgili hiçbir fikri yok. Ona kızı veya oğlu alıyor. Amca daha sonra Facebook gerçeğini fark ediyor. Facebook’ta zikirli ilahileri, muhteşem kıraatları keşfediyor. Sonra torunların resimlerine bakabildiğini, torunlarıyla FaceTime yapabildiğini fark ediyor. Tıpkı buradaymışçasına canlı yayınla torunu ile görüşüyor. Aradaki ‘buradaymışçasına’ simülasyonuna dikkat edelim. Bu torununda işine geliyor. FaceTime yapınca haftada bir olan görüşme sıklığını haftada ikiye çıkarabilirsiniz. Bu yüzden burada faydalanan dede değil torun aslında. Sorun şu, ben dijital yerli değilim. 1990 ve sonrasında doğmuş bütün kuşaklar dijital yerlidir. Dolasıyla sosyal medya onların hayatının vazgeçilmez bir unsurudur. En çok hangi eşyanızı seviyorsunuz sorusuna dijital yerlinin cep telefonu cevabını vermesi gerekir. Onlar için en kıymetli nesne cep telefonu ve onlar dünyalarını orada kuruyorlar. Cemal amcanın dünyası bu değil ki. Cemal amca ezan vaktine yakın kardeşliklerini görmek üzere camiye giden bir hacı amcadır. Onun modern hayatla imtihanı çok sert ve çetin bir imtihandır. Çünkü yaşadığı değişime inanamıyor. Santrale telefon yazdırdığı ve 3 saat bekleyip düşmeme ihtimalini göze aldığı bir dünyadan FaceTime yapabildiği bir dünyaya geldi. Dijital yerliler için böyle bir durum söz konusu değil. Çünkü aşağı yukarı böyle bir dünyaya doğdu. Cemal amcanın kaldığı ara çok feci bir ara. Ben sosyal medyaya karşı değilim. Hiçbir zamanda karşı olmadım. Fakat dünyanın kendisine sosyal medya marifetiyle ile yapıp ettiklerini görmezden gelemiyorum. Dünyada sosyal medya öncesi ve sonrası diye ikiye ayırıp böyle değerlendireceğim bir durum var. Mesela Twitter’dan önce Türkiye’de bu kadar çok akıl hastası olduğunu bilmiyordum.Bu kadar akıl hastası ile bir arada yaşıyoruz diye çok korktum. Twitter bizi olduğumuzdan çok daha politik ve çok daha anlayışsız bir insan haline getirdi. Bir şeyden faydalanırken onun hatasını, kusurunu yanlışını görüyor olmak en sağlıklı iletişim kurma modeli. Bazı romantik ‘abilerimiz’ sosyal medya falan diye başlayıp 45 dakika sosyal medyayı kötülüyorlar. Ardından nasıl kötülediklerini sosyal medyada yaymayı tercih ediyorlar. Ben bu şekilde bakmıyorum. Sosyal medya hayatımızın yalın bir gerçeğidir. Kendi içinde ciddi imkânlarda barındırıyor ama hacı Cemal amcalardan uzak tutulması gerekir. Çünkü onlar başka dünyanın şarkılarına inanıyorlardı. Biz onları kendi dünyamızın tıknaz şarkılarına mahkûm ettik.
Uzun süredir bahsettiğiniz, gündemde tutmaya çalıştığımız “kültürel iktidar” meselesi tam olarak nedir? Kültürel iktidarın hem uzun hem de kısa bir cevabı var.
Kültürel iktidar Berna Laçin'dir. Bu ne demek? Bir tweet atarsınız o tweette bahsettiğiniz şey tümüyle yalandır. Sonra aslında öyle bir tweet atmak istemediğinizi izah edersiniz. Reklam sektöründen yeni bir reklam teklifi alarak yolunuza devam edersiniz. Kültürel iktidar budur.
Bu kısa bir cevabıydı. Uzun cevabı da şudur, bir verili kavram olarak 1950’lerden beri Fransız sosyologlar tarafından tanımlanmış kavramdır. Kültürel, manevi ve sembolik iktidar. Birbiriyle neredeyse aynı birbirini kapsayan form var. Seçimle el değiştirmeyen toplumsal iktidar biçimleri için kullanılıyor. Ne demek bu? Türkiye’deki yerleşik medya seçimle el değiştirmiyorsa orada başka bir medya iktidarından söz etmek mümkündür. Türkiye’deki yerleşik sermaye seçim hareketleriyle, sosyolojik hareketlerle el değiştirmiyorsa orada bir sermaye iktidarından söz etmek mümkündür. Türkiye’deki kültür seçimle ve sosyolojik hareketlerle değişmiyorsa orada kültürel iktidardan söz etmek lazım. Bunun Türkiye’deki izleri çok fazladır. Biz kültürel iktidar meselesini konuşmaya başladığımızdan beri ısrarla bu tartışmanın yerini değiştirmeye çalışıyorlar. Kültürel iktidar deyince bizim aklımıza Kültür Bakanlığı iktidarı ya da yerel yönetimlerin kültür daireler iktidarı geldiğini varsayarak buradan bize hücum etmeye çalışıyorlar. Hayır, öyle değil. Türkiye’deki kültür seçimle ve sosyolojik hareketlerle değişebilseydi zaten çoktan değişip dönüşürdü. Aslında bu Avrupa merkezli, çok temelde Brüksel merkezli Türkiye solculuğunun kültür üzerine seneler içerisinde kurduğu tahakküm ve Kemalist oligarşinin bunu sürekli himaye etmesidir. Hikâye bundan ibarettir. Yere batası Kemalist oligarşi zayıflıyor ama kültürel iktidar bir türlü zayıflamıyor. Çünkü setlerini çok iyi kurmuşlar. Oyunculuk, yayıncılık, sinema, opera ve tiyatro meselelerinde çok zor ve uzun bir dönüşüm gerekiyor. Kültür Bakanının kim olduğundan bağımsız olarak, Ak Parti’den bağımsız olarak, Recep Tayyip Erdoğan’dan, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bağımsız olarak bir kültürel iktidar var. Bunu görüp bununla bir şekilde mücadele ortaya koymamız gerekiyor. Hollywood filmlerinde Arapların nasıl ele alındığı bir kültürel iktidar meselesidir. Türk medyasında başörtü figürünün nasıl kullanıldığını tespit etmek bir kültürel iktidar meselesidir. Dilediğini söyleyip sonra da kendi yararına hiçbir şeyi olmayan oyuncular bir kültürel iktidar sorunudur.
Dizi oyuncusu kendini sanatçı olarak pazarlıyor. Altı üstü dizide oynuyorsun. Halkın değerleri, halkın inançları hakkında dilediği gibi konuşuyor ve sonra bu yapıp ettikleri yanlarına kar kalıyor.
Türkiye’de kültürel iktidar kadar yanlış tartışılan çok az kavram vardır.
En ufak bir tepki gösterdiğinizde haksız olan siz oluyorsunuz. İnsan haklarına saygısı olmayan, ifade özgürlüğünü engellemeye çalışan siz oluyorsunuz. Türkiye’de kültürel iktidar kadar yanlış tartışılan çok az kavram vardır. Bu kavramın doğru bir şekilde anlaşılmasını temin öncelikli vazifem. Doğru şekilde anlaşılırsa neden bahsettiğimiz ortaya çıkarsa ne ile mücadele etmemiz gerektiği de ortaya çıkar. Türkiye’de sol kültür çevreleri Kemalist oligarşinin oyuncağıdır. Bu her zaman böyle olmuştur. Yerleşik sermaye, sol kültür çevreleri dilediği gibi finanse edip dilediği çıktı ve sonuçları onlardan almayı başarmıştır. Bütün bunlar ortaya çıktığında biz yerli ve millilik meselesini tartışmaya başlayabiliriz. Hâlihazırda yerlilik ve millilik tartışması içi son derece boş bir tartışma olarak ilerleyip gitmektedir. Çünkü henüz kültürel iktidar kavramı ile hesaplaşmış değiliz.
Müslüm’ün benzersiz dalgınlığı üzerinden sanki Müslümcü olmuştuk. Hayata dalgın bakan çocuklar olarak büyürken Müslüm Gürses bizim doğal bir uzantımız elimiz, kolumuz, ayağımız gibiydi. O dalgınlık beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. O dalgınlığa bazıları yavaşlık ve tutukluk der. Ben ise amatörlük demek istiyorum. Hayata karşı kesintisiz bir amatörlük var ve o amatörlükte sizi kesintisiz bir yenilgi ile baş başa bırakıyor. Müslüm Gürses, benim için amatör yenilgilerimizi biriktirme kılavuzudur.