Her ay DGM’de yargılanıyordum
Ordu’nun merkeze yakın bir köyünde doğan Duayen Gazeteci Ekrem Kızıltaş, maddi sıkıntılar içinde geçen çocukluğunu, okumak için verdiği büyük mücadeleyi, darbe dönemlerine denk gelen üniversite yıllarını, Milli Türk Talebe Birliği çatısı altındaki koşturmalarını, Çatı ile başlayan, Kadir Mısıroğlu’nun Sebil’i ile devam eden dergicilik günlerini ve 27 senesinin geçtiği Milli Gazete dönemini Doğduğum Ev için anlattı. 28 Şubat sürecinde defalarca Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılanan Kızıltaş, Erbakan Hoca ile ilgili samimi açıklamalarda bulundu.
Nasıl bir evde doğdu Ekrem Kızıltaş, neler hatırlıyorsunuz o eve dair?
Ordu merkeze bağlı Bayadı Köyü ya da şimdiki adıyla Bayadı Mahallesi. Ordu’ya 10 kilometrelik mesafede ve ‘yayla yolu’ dediğimiz bir yol üzerinde bulunan rahmetli dedemin büyük evinde doğdum. Ev; geleneksel Karadeniz tarzıyla yapılmış, altta ahırı, üzerinde de yerleşim yeri bulunan bir yer. Babam evlendiğinde dedem evin bir odasını vermiş. O odanın bizim dilimizdeki adı ‘büyük tam’. Yanlış hatırlamıyorsam 4 büyük odası vardı. Bir de hayat vardı evde. Evin girişinde sağdaki ilk yer mutfağın da bulunduğu ama daha çok herkesin oturup kalktığı bir yerdi. Hemen onun arkasında da bizim tam bulunurdu. 4 yaşına kadar orada kaldığımızı hatırlıyorum.
Amcalar, halalar, bir de diğer evlere gidilen yolun başlangıç noktası olması dolayısıyla uğrayanın çok olduğu bir evdi. Ve ben özellikle yaz aylarında uğrayan hemen hemen herkesin rahmetli babaannemin yaptığı ve çok büyük bir tencerede muhafaza ettiği ayranı içtiklerini hatırlıyorum. O ayranın tadı hala damağımdadır. Yani uğrayanın çok olduğu, neredeyse gece-gündüz sürekli köyün başka noktalarına gidecek insanların selam verdiği, belki soluklandıkları, bir şeyler içtikleri, açlarsa bir şeyler yedikleri bir evdi. O günlerden hayalimde kalan bir başka şey de ramazanda o evdeki iftarların eşsiz lezzetidir.
Özellikle yaz aylarında uğrayan hemen hemen herkesin rahmetli babaannemin yaptığı ve çok büyük bir tencerede muhafaza ettiği ayranı içtiklerini hatırlıyorum.
Babanız ne iş yapardı?
Babam memur, biz köydeyiz. O zamanlar şimdiki gibi vasıta neredeyse yok gibi. Tahmin ederim hafta sonları gelirdi babam. Mesafe 10 kilometreydi ama akşam gelip sabah dönmeye değmiyordu diye hatırlıyorum. Toprak İskan Memurluğu diye bir yer vardı, orada müstahdem olarak başladı babam. Daha sonra Köy Hizmetleri İl Müdürlüğü ismini aldı. Babam ve müdürün yürüttüğü işlere bu değişiklikten sonra biraz daha yük binmiş olmalı ki, aynı işler 35-40 kişiyle görülmeye başlandı. İlgi çekici olan şey şu idi; orada çalışan hanımları daha çok örgü örerken, beyleri de dokuz taş oynarken falan hatırlıyorum. Babam orada çekirdekten yetişme olduğu için emekli olduktan 4-5 sene sonra bile sürekli olarak haftada birkaç gün araba gelip onu alırdı. Bordroları şunları bunları tanzim etmesi için babamı çağırırlardı. Çünkü hiçbirisi anlamıyordu. Bilgisayar da yoktu o dönemlerde.
Babam memurdu ama hem inşaat işleri yapar hem radyo tamir ederdi
Bir yandan da kendi evini inşa ediyor sanırım?
Babam on parmağında on marifet birisiydi
Köyde dedemin evinin herhalde bir 200 metre yakınına bir ev yaptı. Kıskandığım, gıpta ettiğim taraflarından biriydi bu. On parmağında on marifet olan birisiydi. İnşaattan anlardı, daha sonra radyo tamirciliği ve televizyon tamirciliği yaptı. Hatta Samsun ve Trabzon’a gidip radyo kitleri alıp radyo üretirdi. Bir yandan devlet memurluğu bir yandan onları yapardı. Ben 4 yaşındayken dedemin evinin hemen yakınına yapılan o eve taşındık, orada yaşamaya başladık.
Köy okuluna başlamışsınız ama kayıt olmadan. Neden öyle oldu?
Ben ilkokula köyde başladım, Bayadı Köyü İlkokulu’nda. Herhalde beş buçuk yaşındaydım. Yaşları bana yakın olan 2 ya da 3 amcamla okula gittiğimizi hatırlıyorum. İlk götürüşleri o oldu. Rahmetli babamın askerden getirdiği askılı bir omuz çantası vardı. Herhalde erzak çantasıydı. Başka bir şey olmadığı için onu yanıma aldım. Okula gittik, beni birinci sınıfa verdiler. O arada öğretmenler benim okuma-yazma bildiğimi fark etti. Demek ki rahmetli babam öğretmişti. Beni bir sınıfa oturttular. Fakat çocuklar a-b-c öğreniyor. Ben sıkılıyorum. Sonra ben okul içerisinde gezip dolaşmaya başladım. Adeta maskot gibi bir şey olmuştum. 1. sınıf güya bitti. Öğrenim sezonu bitti. O ara baktılar kaydım yok. Niye? Yaş küçük, beş buçuk yaşındayım. Sonra Allah Kerim denildi. 2. sınıf başlayacağı zaman tekrar amcamlarla okula gittim. Yine problem olmadı. 2. sınıfı da köyde okudum. O arada babam Ordu’da iki göz gecekondu olan bir ev satın almıştı. Ordu’ya taşındık.
İlk otomobil gördüğümde, amcaoğullarımla ‘yere yatan araba’ ismini takmıştık ona. Çünkü hep kamyon görmüştük.
Köyde, dede evinde doğup, şehre taşınmak sizde nasıl bir etki oluşturdu?
Önce dede evinden kendi evimiz dediğimiz eve geçtik. Orada malum 1-2 sene yaşadık. Çocuk olduğum ve muhtemelen amcamlar, halamlar, dedem, babaannemlerle yine birlikte olduğumuz için onlar nezdinde bir sıkıntı olmadı. Ama köyden Ordu’ya gelmek herhalde bir kırılma noktasıydı. Çünkü köyden şehre çok az gittiğimi hatırlıyorum. Bir keresinde bir rahatsızlığım olmuştu rahmetli dayı oğlum, beni at üzerinde doktora götürmüştü. Şehri görünce çok şaşırmıştım. Köyde günde 3-5 tane araba geçerdi. Genellikle de kamyonlar geçerdi. İlk otomobil gördüğümde, amcaoğullarımla ‘yere yatan araba’ ismini takmıştık ona. Çünkü hep kamyon görmüştük.
Dolayısıyla 1-2 kere gittiğim şehre artık sürekli kalmak üzere geldiğimizde yollar, binalar, arabalar ve tabii elektrik çok önemli bir konuydu. Köyde gerek rahmetli dedemin evinde gerekse kendi evimizde, en lüks aydınlatma aracımız 7 ya da 14 numara lambalardı. Yani gazyağı ile çalışan, fitilli, camı olan lambalardı. Onların altında ders çalışırdık. Bütün aydınlanmamızı onlar sağlardı. Bir de mesela oradan oraya gidişler için kandiller ve bazen de farfara ya da farklı bir aydınlatma aracı olarak çıra… Mesela dedemlere gideceksek, gece karanlıksa, ya da yakın bir komşuya gideceksek… Ki o dönemlerin en güzel yanı da oydu, hemen her akşam ya dedemlerde olurduk ya da yakındaki başka bir komşuda olurduk ya da biri bizde olurdu.
Özellikle fındık mevsimlerinde beraber mısırları ufalardık, meyveler sebzeler kurutulur, kışlık hazırlıklar yapılırdı. Bütün bu süreçler komşularla birlikte imece anlayışı üzerine yapılırdı. Şehir bu anlamda ciddi bir farklılık oluşturdu. O gürültüsü, kalabalığı, yoğunluğu ki, Ordu’nun nüfusu 60’ların ortalarında geldiğimizi farz edersek 30 bin civarındaydı. Küçük bir şehir ama üç beş yüz insanın yaşadığı bir köye nazaran devasa bir şehir gibi geliyordu insana.
Köyden şehre gelmek kırılma noktasıydı.
Okul açısından bir farklılık oldu mu?
Tabii okul meselesi de garip oldu. Ben köydeki ilkokulun maskotu gibiydim, şehirdeki okul ve kurallar karşıma çıkınca, köydeki okulun başarılı gözüken talebesi birden sıradanlaştı. Bir de ilginç bir şey vardı, ilk öğretmenim rahmetli babamın beraber çalıştığı müdürün kızıydı. Ben bunun biraz torpil doğuracağını düşünmüş olmalıyım ki, ilk cezayı aldığımda çok şaşırmıştım. O da feci bir şeydi, parmaklarınızı şu şekilde tutturup cetvelin kenarıyla vurma cezası. Çok vahşi bir şey değildi ama yine de şaşırtıcıydı. Ondan sonra nispeten vasat bir talebe haline geldim.
12-13 yaşlarında evimizin inşaatının her aşamasında çalıştım
Ordu'dasınız, artık şehre geçtiniz ama sanırım babanız ev inşaatını başlattı?
İnşaat çabası şöyle sürdü, şehre geldikten bir süre sonra babam herhalde o aldığı 225 metrekarelik arsanın borçlarını bitirmiş olmalı ki, evin arkasında bir toprağı düzelmeye başladık. Ben, rahmetli birader, küçük kız kardeşim, rahmetli annem, komşular hep beraber… Hafif bir meyil vardı, öncelikle onu düzledik. Daha sonra birileri geldi oraya bir takım temel işaretleri koydu, o temeller kazıldı. 12-13 yaşları olsa gerek, ben her aşamasında çalıştım. Mesela beton dökülmesi konusunda, duvar örülürken, briket ve tuğla taşınması konusunda, mozaik döküldüğünde onların silinmesi konusunda falan hemen her aşamada fiili olarak çalıştığımı hatırlıyorum.
Evin masraflarından ötürü maddi sıkıntı da yaşamışsınız, siz çalıştınız mı hiç?
Harçlık çıkarmak için çeşitli işlerde çalıştım
Tabii ki. İlkokul üçten itibaren. Eski Ordu Devlet Hastanesinin yakınındaydı evimiz. Orada baktık birileri ayakkabı boyuyor, ben de bir şekilde ayakkabı boyamaya başladım. Harçlık çıkarmak açısındandı bu. Arada mesela 1-2 günlük bir simit satma hikayem oldu. Orada ne olduysa o işi bıraktım, sevmedim.
Ortaokulda boşta gezdiğim zamanlardı, 1-2 sene boş gezme hikayem vardır benim, matematik yüzünden. Ama boyacılık sürekli yaptığım bir işti. Bu arada usta olan amcam, başka evlerde çalışırken beni çağırırsa briket taşıttırırdı, harçlık verirdi. Herhalde biraz daha toparlandığımda çimento taşıdığımı da hatırlıyorum. 1 sene sürekli gazete satıcılığı yaptım, diğer 1 sene de bir avukatın yanında büro memurluğu yaptım. Bu da benim için çok hoş bir şey oldu.
Ortaokul sonda, tek dersten boşta gezen bir çocuk, bir avukat bürosu, kocaman bir dosya dolabı, yüzlerce dava dosyası... Ufak bir temizlikten sonra otururduk, gelen gidene çay söylenirdi falan. Ben neredeyse o dosyadaki bütün klasörleri okurdum ve bu çok lehime oldu diye düşünüyorum. Gide gele tek parmakla daktilo yazmayı da öğrenmiştim. Orada zaman zaman avukatın da söylemesiyle dilekçeleri de yazdığımı hatırlıyorum. Biraz yavaş yazardım ama güzel yazıyordum demek ki.
Liseye kaydolmaya giderken babam yol üstündeki üç farklı liseye uğradı
Babanız okumanızdan yana değilmiş, ilginç bir liseye gidiş hikayeniz var değil mi?
Tek dersim var, okumayı istiyorum. Tam o arada fındık tüccarlığı yapan bir amcam vardı. Ben avukatlık bürosunda çalışırken babamla konuşmuş, Ekrem'i benim yanıma ver demiş. Babam fındık mevsimine girerken talimatı verdi bana, böyle yapacaksın diye. Pek hoşlanmadım açıkçası ama emir demiri keser. Amcamın fındık ticarethanesinde çalışmaya başladım. Orada çalışmak demek şu demek; tüccara getirilen fındık ki, 80 kiloluk çuvallara konulur. Yanımda birisiyle beraber arabadan o çuvalları indirip kantara koymak, kantardan yine birisiyle beraber depoya atmak, ondan sonra da genellikle tek başıma o çuvalları açıp boşaltmak gibi işler…
Yaklaşık bir ay boyunca o işte çalıştım, oldukça zor, yorucu. Sabah beşte başlayıp gece bire ikiye kadar süren bir iş. Bu süreçte aklım da bir yandan tek derste. Ekim ayında yapılacak tek ders imtihanında. Birkaç gün kala gittim amcama, “amca ben inşallah okumak istiyorum, böyle böyle bir şey var, 2-3 gün bana müsaade et” dedim. “Olur” dedi amcam. Fakat olay şu, klasik matematikten modern matematiğe geçişte ben kopmuşum. Güya ders çalışacağım ama hiçbir şey yapamıyorum, bilmiyorum çünkü. 2 gün öyle boş boş oturdum, 3. gün imtihana gittim.
Tek ders imtihanında 40-50 kişiyiz, birçok kişi yapıp çıktı. Ben oturdum hiçbir şey yapamadım, bilmiyorum çünkü. Bir edebiyat hocamız vardı geldi yanıma “naber kara oğlan” dedi. “İyilik hocam” dedim. Baktı hiçbir şey yapmamışım. “Kay öteye” dedi. Geldi yanıma oturdu, aldı, bir şeyler yaptı. Ben öyle bakıyorum. Sonra “kalk git” dedi. Kalktım gittim. Ertesi gün heyecanla okula gittim, sonuçlar belli olacak. Yine de ümidim yok, baktım ki geçmişim. Tabii müthiş sevindim, doğru eve geldim. Anneme “anne ben geçtim, okumak istiyorum” dedim.
Kim ikna etti babanızı?
Annem bana akıl verdi. “Git, babanın müdürüyle konuş” dedi. Gittim babamdan habersiz müdür beye. Elini öptüm, “bana yardım edin babamı siz ikna edebilirsiniz” dedim. Müdür bana bir para verdi, “sen kayıt işlemlerini takip et ben babanla konuşurum” dedi. Akşam heyecanla bekliyorum, babam geldi bayağı sinirli. Dedi ki, “amcanı ikna edersen bu iş olur”. Allahtan amcam da çıktı geldi, konuştuk. Amcam, “nasıl olsa yapamayacak, okusun bakalım” dedi. Müsaade çıktı.
Ertesi gün gereken evraklarla yola çıktık, benim aklımda lise var ama giderken yol üstünde Erkek Sanat Meslek Lisesi var. Babam oraya doğru döndü. “Baba yapma, o tür bir özelliğim yok” diye dil döktüm. Gittik okula. Allahtan okul müdürü o gün okulda yok. Tek ders sonrası olduğu için kayıtlar kapanmış zaten. Eyvallah, sanattan kurtardık. Yola çıktık, lise tarafına doğru gidiyoruz. Yol üzerinde Ticaret Lisesi var. Hayda, babam döndü bu sefer Ticaret Lisesine. “Baba yapma etme, ben matematikten süründüm biliyorsun 2 sene. Bu okulun temeli matematik”. “Hayır” dedi ama orada da olmayacağı anlaşıldı.
Okul müdürüyle adeta kanka olmuştuk
Gittik benim istediğim lisenin önüne. Ordu Lisesinin önü ana baba günü. Bir sürü insan, tek dersten kalanlar, şunlar bunlar. Sorduk, ‘kayıtlar kapandı, mümkün değil’ gibi cevaplar aldık. O ara aklıma bir şey geldi. Ben avukatın yanında çalışırken bu okulun müdürü oraya sık gelirdi. Ve orada adeta kanka olmuştuk onunla. “Babacım biraz bekle sen” dedim, kapıdaki kişiye de “Rahmi Şahin beyle görüşmek istiyorum” dedim. Adam tuhaf tuhaf baktı, gir dedi. Çıktım müdür odasına, müdür bey bir baktı ki, “ne arıyorsun sen burada” dedi. Ben hiç ciddiyetimi bozmadan, “Efendim ben okumaya geldim” dedim. Müdür muavinini çağırdı, “Hemen bu talebeyi al, kaydettir, benim talebem, gerekeni yap” dedi. Uçtuk tabii sevinçten. Ama geç başladım, ara vermişim. İlk karnede 6 zayıf geldi. Amcam falan uçuyor sevinçten, ‘beceremeyecek’ diyorlar. Ne olduysa ben ahdettim ve elhamdülillah sınıfı geçtim. Ve lise hayatına böyle başladık.
Gazi Halk Kütüphanesi vardı Ordu'da. Tatil günleri gün içinde kitabı bitirip tekrar gidip yeni bir kitap alıyordum. Bazen gece sabahlara kadar okuyordum. Ufak tefek harçlık buldum mu kitaba yatırıyordum.
Üniversiteye gitmeye nasıl cesaret ettiniz?
12 Mart sonrası dönem. Türkiye’de anarşi olaylarının yavaş yavaş tırmanmaya başladığı dönem. Liselerde bile, bir takım siyasi atraksiyonların başladığı bir dönem. Ben yoğun olarak okuyordum. Gazi Halk Kütüphanesi vardı Ordu'da. Oraya fırsat buldukça gidiyordum, kitap alıyordum. Mesela tatil günleri ise bazen, gün içinde kitabı bitirip tekrar gidip yeni bir kitap alıyordum. Bazen gece sabahlara kadar okuyordum.
Ufak tefek harçlık buldum mu kitaba yatırıyordum. Bu arada artık üniversiteye gitmek neredeyse kaçınılmaz bir zaruret olarak gözükmeye başladı. İlk üniversite imtihanına girdiğimde, o zamanlar 30 tercih hakkımız vardı. Ben 29 tercihi kan ter içerisinde tamamlayıp 30. tercihte sıkıldığım için gözümü kapatıp, kılavuzu kapattım. Açtım, bir yere elimi bastım, elimi bastığım yeri de yazdım. Erzurum Eğitim Enstitüsü Mektuplu Öğretim diye bir bölüm. Orası çıktı ilk girişimde. Gittik kayıt yaptırdık ama mektuplu öğretim eninde sonunda. İstanbul’a kurs için gelen bir arkadaşım vardı, üniversiteye hazırlık kursu. Ben de onu aradım. O da bir yurtta kendisine oda kiralamış.
Hali vakti yerinde olan bir ailenin oğluydu. Son 1 senemiz de zaten hep beraberdi. Sabahlara kadar kitap okurduk onunla. Bana ‘gel’ dedi. Ben de babamla konuştum ve ikna ettim. Gideyim bir iş bulurum, hem çalışırım hem de kursa giderim dedim. Babam biraz memnuniyetsiz, annem isteksiz ama eninde sonunda 'hadi bakalım' dediler. Ben o arkadaşın yanına İstanbul’a geldim. 12 saat çalışmam gereken bir iş buldum. Kursa ne zaman gideceksin? Dolayısıyla kursa gidemedim, çalıştım daha çok.
Üniversite sonuçlarını fındık harmanında öğrendim, ilk tercihimi kazanmıştım
Yurt günleri nasıldı?
Yurt hayatımın en önemli dönüm noktalarından birisi oldu. Çünkü orta okuldan boşta gezdiğim bir sene rahmetli babam ya da annem bana ‘niye namaz kılmıyorsun’ dediler. Her ikisi de abdestli namazlı. Ben de olur dedim namaz kılmaya başladım. Fakat daha sonra liseye falan girdiğimde tavsadı o. İstanbul’a geldik o arkadaşla beraber ‘Devrim Talebe Yurdu’ diye bir yurtta kalıyoruz, bir odamız var. Orada akşam sabah oturup dururken, ya biz niye namaz kılmıyoruz, dedik. Şehzadebaşı Caminin hemen yakında bir yurttu. Namaza başladık, sonra duyduk ki bir yurt var, beş vakit ezan okunuyor, temiz. Konya Talebe Yurduna geçmişimiz öyle oldu. Ve orada İslami hayat tarzını benimsemiş insanlarla beraber bulunduk.
Kaldığım talebe yurdunda namaza başladım
Üniversite imtihanları yaklaştığında ben oradaki ağabey dediğim insanlara, 'beni tanıyorsunuz biliyorsunuz, inşallah üniversite imtihanlarına gireceğim, ne tavsiye edersiniz' dedim. Genellikle bana ‘gazeteci ol sen’ dediler. O zaman 6 tercih yapmıştım. Bunun 4 tanesi Türkiye’de var olan gazetecilik okullarıydı. İmtihana girdim. Sonuçları Ordu’da bir fındık harmanında öğrendim. Birinci tercihim olan İstanbul Gazeteciliği kazanmıştım. Ve ilginçtir, puanlarıma baktığımda birçok kimse keşke tıp yazsaydın demişlerdi. Yani niye böyle oldu nasıl oldu onu da bilmiyorum. Ama demek ki yapmışım. Böylelikle İstanbul’a geldim.
Şansım şu oldu; yurtta kaldığım süre içerisinde Milli Türk Talebe Birliği'ne gelip gitmeye başlamıştık. Orası o dönemde Türkiye’nin hemen her tarafında şubeleri olan ve hakikaten ciddi manada güzel eğitimler veren bir yerdi, güzel faaliyetler yapılıyordu.
Milli Gazeteyi okuyup tercih olarak gazeteciliği seçtiğimde şöyle bir niyetim vardı, ‘ben inşallah bu okulu bitireceğim ve bu gazetede çalışacağım’.
Gazeteci olma noktasında size şevk veren bir durum var mıydı?
Lisede okuduğum dönemlerde nasıl olduysa Milli Gazete okumaya başladım. Ve dolayısıyla Milli Selamet Partisi ve onun tezleri sıcak geldi bana. Ara dönem yurtta kaldığımda namaz, abdest ve orada çeşitli sohbetler, okumalar sırasında, tabii ki belli bir bilince gelmiştim ama üniversite ve gazeteciliği seçerken de idealizm tam olarak var mıydı bilmiyorum. İdealizm şöyle vardı, ben okumalıyım ben gazeteci olmalıyım diyordum. Milli Gazeteyi okuyup tercih olarak gazeteciliği seçtiğimde şöyle bir niyetim vardı, ‘ben inşallah bu okulu bitireceğim ve bu gazetede çalışacağım’.
Gazetecilik okumaya başlıyorsunuz ve Çatı’da mesleğe ilk adımlarınız atıyorsunuz. Nasıl oldu?
Talebe Birliğine gittim. O dönemin Genel Başkanı Rüştü Ecevit müdürlükleri ziyaret ediyor. Oraya geldi benimle tanıştı, gazetecilik deyince beni hemen Basın Yayın Müdürlüğüne gönderdi. Ve orada gazetecilik okumaya başlamış biri olarak, alaylı gazeteciliğim de başladı. Çatı diye 15 günde bir çıkmaya niyet edilen ama genelde 1-2 ayda bir çıkan gazete vardı. Ve ben orada çalışmaya başladım.
Karşımızda gelecekte Türkiye’yi yönetecek kadroyu görüyoruz
Milli Türk Talebe Birliği ile bağınız nasıldı?
‘Milli Gençlik Vakfını bitirmek, 4 üniversite bitirmek gibidir’
Erbakan hoca rahmetli, Milli Gençlik Vakıfları ile alakalı şöyle bir tabir kullanırdı, ‘Milli Gençlik Vakfını bitirmek, 4 üniversite bitirmek gibidir’ derdi. 76'dan 80'e kadar Milli Türk Talebe Birliğinde çok yoğun bulundum. Yani yaz tatili olurdu biz oradaydık, teşkilat mantığı. İlginçtir, kafana göre Ordu’ya bilet aldın, gideceksin, 'hayır, iptal et' derlerdi. İptal ederdiniz, öyle bir zapturapt vardı. O dönemde neredeyse Türkiye’nin tamamını dolaştık görevli olarak.
4 üniversitenin izahı belki şu, düşünün o dönemin çok meşhur isimleri, Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hoca, Muharrem Ergin Hoca, Faruk Kadri Timurtaş vesaire, bütün bu insanlara bayram vesilesi ile giderdik, başka sebeplerden konuşurduk. Şimdi düşünün, Ordu'dan, taşradan gelmiş silik bir talebe. İstanbul’dasınız, profesörlerle şunla bunla görüşüyorsunuz. O dönemde bazı milletvekili, bakan ziyaretleri olurdu. Uluslararası konferanslar düzenlenirdi, orada dünyanın hemen hemen her tarafından gelen insanlarla bir aradaydınız. Müthiş bir sosyalleşme sağlıyordu ve bir güven veriyordu bu.
Hakikaten Milli Türk Talebe Birliğinde geçen yıllar herhalde 4 üniversiteye bedeldi. Ben hatırlıyorum, konferans vermeye gelen birçok kişi konferans salonunda karşımıza geçtiklerinde bize bakarak derlerdi ki, 'karşımızda gelecekte Türkiye’yi yönetecek kadroyu görüyoruz'. Biz de iltifat ediyorlar diye aldırmazdık. Fakat bugün düşünüyorum, orada beraber oturduğumuz insanlar hakikaten Türkiye'yi idare ediyor. Belki süre sonra onların çocukları aynı durumda olacak. Demek ki, orada iyi bir temel atılmıştı. Çünkü sağ ve sol, kavga, gürültü, silah bir sürü şey vardı. Fakat Milli Türk Talebe Birliği, ısrarla bütün bunlardan uzak kalıyordu. Burada birçok isme teşekkür etmek gerekiyor, öncelikle İsmail Kahraman, Burhanettin Kayhan, Ömer Öztürk abi gençliği silaha, kavgaya bulaştırmak isteyen çevreye karşı ciddi bir direnç gösterdiler.
İslami dergicilik o günlerde nasıl yapılırdı?
Mesela Çatı ile alakalı benim yoğunluğum şöyle olurdu, 15 günlük yazardı ama 1 ay, 1 buçuk ayda çıkardı. Çünkü kağıt parası bulacaksınız, matbaa parası bulacaksınız, çok da rahat değildi. Ben girilmesi gereken yazıları derler toparlardım. Bazen kendim hazırladım, fotoğrafları bulur klişelerini hazırlardım. Başladığımda ofset tekniğiyle basılıyordu. Pikaj dediğimiz, montaj dediğimiz aşamalar vardı. Onları profesyonellere yaptırırdık sonra baktık pek atla deve değil, ben onları da kavramaya başladım. Artık her şey tamam olduktan sonra Talebe Birliğinin binasına yakın 1-2 yurt vardı, orada kampa girerdim. Bazen 3 gün 3 gece hiç durmadan yazıların dizilmesi, yapıştırılması, matbaaya gidip montajının yapılması, baskı, baskının ardından gidecek olan yerlere göre paketlenmesi, o paketleri alıp araba kiralayıp, Karaköy'de bir postahane vardı oraya kadar götürülüp orada tek tek taahhütlü olarak teslim edilmesi... Ve ondan sonra da artık pestilim çıkmış bir şekilde yurtlardan birine gelir kendimi odaya atardım. Yoğunlukla böyle olurdu.
İşin en zor kısmı Kadir (Mısıroğlu) abinin yazısını almaktı. 3 sayfasını o yazardı genellikle ama sohbetten vakit bulup o makaleleri yazması zordu.
Sebil’de Kadir Mısıroğlu ile çalışmak nasıldı?
Sebil'e 12 Eylül'den kısa bir süre önce başladım. Muhtemelen Mart ayıydı. Enteresan bir durum, yeni evlenmişim, iş güç yok, sıkıntılı bir durum. O arada Sebil'in Yazı İşleri Müdürlüğünü yürüten kardeşimiz askere gidiyor, Ertuğrul Düzdağ ile önceden ufak bir tanışıklığımız vardı. Gittim, konuştuk, anlaştık ve ben başladım. Kadir abi ile aynı yerdeyiz, aynı bürodayız. Kadir abinin hemen her gün ziyaretçileri var. Saatler boyu sohbetler var. Ben işten fırsat buldukça, her defasında odaya gidip bir kenara oturup sohbetleri dinliyorum. Ki, hazine değerinde sohbetler bunlar, derya değerinde sohbetler...
Ertuğrul Düzdağ, çok disiplinli çalışan bir isimdi. Diyelim Salı günü yazılar hazır olur, BİLSAN basın sanayinde basardı, ben giderdim orada dizdirirdim, pikajını yapardık, sonra Cuma akşamı montaj yapılır, baskı yapılır, dağıtıma verilirdi. Tekrar Pazartesi faaliyete başlardık. İşin en zor kısmı Kadir Abinin yazısını almaktı. 3 sayfasını o yazardı genellikle ama sohbetten vakit bulup o makaleleri yazması zordu. Ertuğrul abi ile beraber 4-5 ay çalıştıktan sonra, bir şey oldu ne olduğunu hatırlamıyorum ama Ertuğrul abi bıraktı.
Biz Kadir Abiyle çalışmaya başladık. Ben o zaman fark ettim ki, Ertuğrul Abi olmadan Kadir Abiden yazı alma şansım yok. Çünkü pazartesi meşgul, salı meşgul, gelen giden... “Abi yazı” diyorum, “Paşa paşa, dua et vaktimiz bereketlensin, şimdi yazarız” diyor. Salı günü almam gereken yazı Çarşambaya, Cumaya kalıyor, dergi 1 sayı atlıyor... Ama bu arada muhteşem bir şekilde gelen giden bir sürü insan, bir sürü sohbetler, her biri de can alıcı sohbetler. Dergi-mergi boş ver, bu sohbetler günlerce haftalarca aylarca sürsün ve bunu dinleyelim demek de mümkün. Ama bir yandan da derginin çıkması gerekiyor.
Kadir Abiyle çalışırken genellikle 2 haftada bir 2 sayı birden çıkarmaya başladık mecburen. Daha sonra 12 Eylül yaklaşıyor, hava tuhaf, oldukça karışık bir hava var. Ben bir gün gittim, ‘abi bana müsaade et’ dedim. Baktım orası yürümeyecek ve başka şeyler de var. Kendisinden müsaade istedim. Ve Yeni Devir'e geçtim. Zaten kısa bir süre sonra, 12 Eylül'e giden süreçte Kadir Mısıroğlu Abi yurt dışına gitmek zorunda kaldı.
Muhabbetiniz devam etti mi?
Kesinlikle devam etti. Almanya'da bulunduğu dönem, oraya gittiğimde uğrardım. 81'de Yeni Devir'den ayrılıp Hikmet Yayınlarına geçtiğimde, Sebil yakındı sürekli gidip geliyordum. O arada tekrar çıkarma niyetindeler, ben de elimden geleni yaparım dedim. Destek oldum. Kadir Abinin Almanya'dan gönderdiği yazılar, Türkiye’de toparlanan yazılarla periyodik olarak değil ama Sebil’ler çıkardık. Milli Türk Talebe Birliği'nde Çatı ile uğraşırken ofsetle başladım, daha sonra yanda Fatih Gençlik Vakfı Matbaasında tipo olarak çıkarmaya başladık. Bu başlı başına farklı bir teknolojidir. Ben ihtiyaç duyduğum her şeyi öğrenme içgüdüsüyle tipoyla nasıl iş yapacağımı da öğrendim. Yani oturup o makinalarda yazı bile diziyordum.
Anladığım bir iş olduğu için elimden geldiği kadar yardımcı oldum onlara. Tabi döndükten sonra da karşılaştığımızda ben ona göre ‘paşa’ydım, benim hürmetim de onun sevgisi de hep devam etti. Allah gani gani rahmet eylesin. Bence bütün hayatı hakikaten mücadele ile geçen bir insandı ve Türkiye’ye çok şey kattığına inanıyorum ben.
28 Şubat karabasan gibiydi
90’lı yıllar için ‘kayıp yıllar’ diyorsunuz. Neden?
90'lı yıllar şu açıdan kayıp yıllardı, 12 Eylül sonrası Türkiye kapalı bir ülke, döviz şu bu, akla gelebilecek her şeyin suç olduğu bir dönem. Özal, birtakım atılımlarla belirli şekilde ülkeyi açtı. 90 sonrası Türkiye’de bir hakimiyet kavgası başladı. Bu yaşayan insanların pek farkında olmadığı, daha çok yukarıda, sivil ve askeri bürokrasinin hakimiyet kavgasıydı. Tabii ki Türkiye üzerinde hesabı olan dış güçlerin de müdahil olduğu bir kavgaydı bu. O süreçte, mesela Türkiye’de faili meçhullerin artması, devletin doğrudan içinde olduğu düşünülen birtakım olayların yaşanması gibi şeyler yanında hakim zümreler devletin varlıklarını ucuza kapatıp, devlete pahalıya satmak yoluyla, Türkiye’yi içine doğru büzerek dışarıdan sömürülmesinin yanında biraz da içeriden kendileri sömürmek suretiyle kör topal bir hale getirmişlerdi. Erbakan hocanın en büyük başarılarından birisi 96'da bunun farkına varıp havuzu ya da diğer adıyla Kamu Ortak Hesabını getirmesiydi.
Birçok insanın anlamadığı şey şuydu, devletin parası olan kuruluşunun parasını yüzde eliyle bankalarına alan birileri, aynı parayı devlete yüzde yüz yirmi ile borç veriyorlardı. Böylelikle ticaret yaptıklarını söylüyorlardı. Devlet sağ cebinden sol cebine para koymak için reel olarak en azından yüz yetmiş, yüzde seksen haraç ödüyordu birilerine. Erbakan hoca bunu durdurdu ve o zaman Türkiye’nin aslında ne iç ne dış borca ihtiyacı olmadığı, cari harcamalarını karşılayabileceği ortaya çıktı. O dönemin rakamları çok ilginçtir normal şartlar altında her şeyin iyiye doğru gitmesini beklersiniz fakat sürekli birileri bir şeyleri tırtıkladığı için kötüye doğru gitmektedir. 28 Şubat herhalde bunun zirve noktası oldu.
Dış güçlerin de müdahil olduğu bir kavgaydı bu
28 Şubat’a gelecektim tam. Sizin açınızdan 28 Şubat nasıl geçti?
28 Şubat adeta bir karabasan gibiydi. Milli Gazetenin başındayım, hem Genel Yayın Müdürlüğü yapıyorum hem Sorumlu Yazı İşleri Müdürüyüm. Asli Ceza Mahkemelerine gidip gelmenin yanında Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanmaya başlıyorsunuz. Ben yapı olarak devleti seven, devleti için her türlü fedakarlığın yapması gerektiğini düşünen bir vatandaşım, çocuklarımı da böyle yetiştirdim. Yani düşünün Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanıyorsunuz. Neden? Bu devletin daha iyi olmasını istediğiniz için. Bir travmaydı ve 28 Şubat 1997'de başladı derler ama bence daha önce başlayan bir süreçti.
Kızlarım İmam Hatipte okuyordu. Bir akşam kızım geç geldi. Geldi, ağlıyor. “Baba polisler bizi okulun önünden aldı, otobüsle boş bir araziye bıraktılar, oradan beri yürüyerek geldik” dedi.
Hangi suçtan yargılandınız?
Gazetedeki yayınlardan dolayı. Öyle enteresan bir şey ki, 97 yılının 28 Şubat'ından sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi her ay bir dava açmaya başladı. Önce İhsan Süreyya Sırma hocanın yazılarından 3 dava açıldı. En son hocama gittim “bir şey yap hocam, çünkü taktılar sana” dedim. 312'den yargılanıyoruz. Savcıya gidiyorum, “Sayın Savcım, yok bunda böyle bir şey” diyorum, “bana göre var” diyor. O zaman farkına vardım ki, gazeteyi satır satır okuyor, hatta avukatım üzerinden kendisine bir teklif gönderdim, ‘emekli olduğunda Milli Gazete’nin Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü teklif ediyorum ona’ dedim. Çünkü çok ciddi okuyordu. Ama bir ay inat ettim, ideolojik açıdan 312'ye takılmayacak yazılar yayınladım hep, müsaade de aldım diğer yazarlardan. Fakat ay bitti, Mine Alpay Gün'ün Türk romanlarıyla alakalı bir yazısından dolayı savcı dava açtı. O zaman dedim ki, ben ağzımla kuş tutsam da her ay bir dava açılacak.
Bunun yanında Türkiye’nin hemen her yerinde her kurum ve kuruluşla alakalı inanan insanlara yönelik ciddi bir baskı başladı. En sıkıntılı tarafı da mesela kızlarım İmam Hatipte okuyordu. Bir akşam kızım geç geldi. Geldi, ağlıyor. “Baba polisler bizi okulun önünden aldı, otobüsle boş bir araziye bıraktılar, oradan beri yürüyerek geldik” dedi. Çıldırdım, ortaokul çocuğu... Onları alıp oraya götürenlerin arasında çocuğu o okulda olan da var, götürüp oraya bırakıyorlar. Niye? Çocuklar başlarını açmıyor diye. Bu türden müthiş travmalar yaşandı.
Okulun kapısında duruyor, giremezsin… Neden, ‘kanun’. Böyle bir kanun yok. 98 Ekim ayıydı. El Ele Özgürlük Zinciri diye meşhur bir yürüyüş oldu. Orada ben 3-4 gün gözaltında kaldım. Beni çağıran Emniyet Amiri ile oturuyoruz, dedi ki “kanunlara karşı geldiniz”. “Hangi kanunlar” dedim, arkasında kütüphane var. Belli ki akademi mezunu. “Bir sürü kanun var” dedi. “Başörtüsü ile ilgili var mı kanun” dedim. “Bir sürü var” dedi. Dedim “arkanızdakiler kanun kitabı mı?” “Evet”. “Bana” dedim “bir tane gösterebilir misiniz?” Adam bir durdu, baktı. “Ben size söyleyeyim” dedim. “Yok”. “Var ama YÖK kanununa ek 17. madde, orada da diyor ki, ‘yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla kılık kıyafet serbesttir”. Dedim ki, “siz şanslısınız”. “Niye” dedi. “Güçlü bir savcı olsa” dedim “hepinizin anasını ağlatır”. “’Okulların kapısına o polisleri nasıl götürüyorsunuz siz’ diye hepinizin canına okur. Ama siz dua edin ki, yönetimde onlara ses çıkarmayanlar var”.
Bu tür şeyler yaşandı, herkes kendi payına sıkıntı çekti. Bu ülkenin insanı olan birilerinin bu ülkenin insanlarına yapmaması gereken alçakça, haince şeylerdi. Türkiye’de hala kahramanmış gibi gezen birçok insanın ne kadar kof olduğunu ne kadar basit olduğunu anlatmamız da vesile oldu bir yandan.
8 çocuğum var, Milli Gazete çocuklarımdan birisi belki de en torpillisi
Milli Gazete’nin sizin için anlamı nedir?
Milli Gazete’de 27 senem geçti. 84'te başlayıp 2011 Mart ayına giden bir süreç. 21 senesi, Yazı İşleri Müdürü ünvanı ile Genel Yayın Müdürü olarak geçti. Ki, onun da ötesinde matbaasına kadar birçok şeyiyle ilgilenirdim. Birçok şey benden geçerdi. Kalan 6 sene de yazar, yayın danışmanı, bir dönem Matbaa Genel Müdürü olarak hizmet verdim. Şimdi baktığımda, ben 8 çocuk babasıyım. Adeta Milli Gazete’nin çocuklarımdan birisi ve belki de en torpillisi olduğunu düşünürüm. Çünkü uzun yıllar orada çalışırken, bayram, tatil, Cumartesi - Pazar, gece gündüz olmadan ciddi şekilde benimseyerek çalıştım.
Başlangıçta, inşallah bu okulu okuyacağım ve bu gazetede çalışacağım diye girmiştim. Cenabı Hak nasip etti, benden önce 12 senede 23 kişinin gelip geçtiği bir makamda yıllarca çalıştım. Biliyorsunuz, Milli Gazete 73'te kurulmuş 80’lerin, 90'ların ortalarına kadar neredeyse tekti. Ve o dönemde hak davayı dile getirebilen tek organdı ve hemen herkesin yolunun geçtiği bir mektepti de. Bir başka şey de şu belki, insansınız, meslek maişet için bir şey yapmak zorundasınız. Cenabı Hakka şükürler olsun diyorum, başka yerde olabilirdim, başkasının kılıcını sallamak zorunda kalabilirdim. Elhamdülillah, inşallah Cenabı Hakkın rızasını kazanma yönünde ufacık da olsa bir katkısı olmuştur. Bütün tesellim bu.
2011 yılında 'Herkesin Hocası Erbakan' kitabını yazıyorsunuz, neden kaleme aldınız bu kitabı?
Erbakan Hoca vefat ettiği günlerde, Hayat yayınlarının sahibi ile bir yerde muhabbet ederken konu biyografi meselesine geldi. Bu arada ben daha önceden Milli Gazetede çeşitli kişilere, çeşitli şekillerde 'ya hocamın hatıralarını kaleme alın, şunları bir şöyle zapturapt altına alalım' dediğimi, birçok kişiyi buna heveslendirdiğimi, hocama doğrudan söylediğimi, bazılarının başladığını ama hocamın vakit sıkıntısı, ikincisi de detaylara çok takılıp kalınması sebebiyle akim kaldığını biliyorum.
Bunu konuşurken Hayati bey dedi ki, “bunu sen yapmalısın”. “Eyvallah” dedim, “Güzel bir şey olur ama Erbakan hocamdan sonra artık orada kalamayacağımı bildiğim için ben Milli Gazete’den ayrıldım. Olmaz” dedim ama ısrar etti. Eninde sonunda bu vazifedir, görevdir diyerek biraz da belki damarıma bastı. Ve düşünce aşamasında biraz değişik araştırmalar yapmaya başladığımda çok iyi tanıdığımı düşündüğüm Erbakan hocamın aslında bilinmeyen yönlerini bulmaya başladım. Hocanın hayatını düşünüyorum; başbakan, başbakan yardımcısı, bakan, milletvekili, parti genel başkanı… Ama mahpus, içeride, yasaklı, öbür tarafta bunlar var. Hepsinde de ortak taraf şu, ufukta bir yere doğru bakan, hiçbir şeyden etkilenmeyen, bu müthiş bir yapıydı. Dolayısıyla bunu yazarsam iyi olur dedim.
Çeşitli sohbetlerde özellikle gençler bana 'Erbakan hocayı kısaca ifade et' dediklerinde ben hep şunu söylerim, “Erbakan hocada, en kötü anda dahi en kötü şartların ardından dahi, geçmişle alakalı ye'se düşmek, düşünmek, ah vah etmek yoktu. ‘Evet şimdi ne yapıyoruz’, önemli olan buydu” müthiş bir şey bu. Ekrem Kızıltaş'ın yazdığı bir kitap olduğu için de kendine göre talihsizlikleri oldu. Ama şu bana yeter. Mesela Şevket Kazan, kitabı kendisine gönderdikten sonra beni aradı, ki Şevket Kazan, ‘Refah Gerçeği’ isimli oldukça muhteşem bir kitabın yazarıdır. Bence o dönemle alakalı en derli toplu bilgi o kitapta, 28 Şubat dönemini de en iyi o anlatır, Refah Partisini en iyi o anlatır… Beni arayıp söylediği şu söz yetti bana, “Allah senden razı olsun, tekrar arşive dalacaktım, kalemi kağıdı elime alacaktım, okudum ve gerek kalmadı.” “Eyvallah” dedim. Bunun yanında camia dışından diyelim ki birtakım insanların da arayıp teşekkür ettiklerini hatırlıyorum. ‘Biz Erbakan hocayı böyle bilmiyorduk, öğrendik teşekkür ederiz’ dediklerinde, demek ki vazifemizi yapmışım dedim. Bir tür vefa borcu olarak. Dolayısıyla iyi ki yazmışım diyebileceğim bir şey.
Haber kutsal yorum hürdür
Gazetecilik mesleğinde 40 yılı geride bıraktınız. Gazetecilik üzerine ne söylersiniz?
Gazetecilik, sevilerek yapılabilecek bir iş. Dolayısıyla herkesin laylaylom zannettiği, dışarıdan göründüğü gibi olmayan bir meslek olduğu için süreç içerisinde birtakım cefalarına katlanılması gereken, ‘eninde sonunda yaptığım işin insanlara bir katkısı oluyordur herhalde’ diye teselli bulunması gereken bir iştir. Kuran-ı Kerim'de Cenabı Hakkın bize emrettiği adil olma üzerinden bütün emirler objektiflik üzerinedir. Gazetecilik de objektifliktir. Yorum ayrı bir şeydir. ‘Haber kutsal, yorum hürdür’ derler. Dolayısıyla hangi meslekte olursak olalım zorlukları vardır.
Burada mesele şu, insan ne için çalıştığını düşünüp, ‘inşallah riya değildir’, ‘insanlara hizmettir’ ve ‘inşallah Cenabı Hakkın rızasını kazanacak bir şey yapıyorumdur’ diye düşünmelidir. Bunun dışında kendine gazeteci deyip han hamam yalı sahibi olanlar var. Onlar da kendilerine göre bir şey yapıyor. Dünya bir şekilde geçiyor. Rızık Allah’tan, rızık bir şekilde geliyor. Önemli olan öbür dünya... Oraya gittiğimizde, hani gece yattığınızda başınızı yastığa koyduğunuzda ‘bugün ne yaptım’ diye düşündüğünüzde içiniz rahatsa önemli olan budur.
Allah ömür verdikçe, çalışmaya, yazmaya, çizmeye, konuşmaya devam edeceğiz.
Emeklilik planınız var mı?
Emeklilik şöyle bir şey galiba, her şeyden elinizi eteğinizi çekmek. Gidip bir yerde kalmak… Böyle bir şeyi henüz hayal edemiyorum. Allah ömür verdikçe, çalışmaya, yazmaya, çizmeye, konuşmaya devam edeceğiz. Ama kafamın arka yerinde bir yerde, bir gün olursa, sürekli değilse bile, Altınoluk'u çok severim orada bir kulübe olsa gibi hayaller kuruyorum. Ama inşallah sağlık el verdikçe koşturmaya devam.
Belki gençlere, izleyecek ya da okuyacak olan insanlara bu geride kalan 62 yıllık ömür ve 40 küsur yıllık meslek hayatı ile alakalı söylenecek şu var, ‘her zaman hayatın ya da bir takım kurum ve kuruluşların sizden beklediğinin biraz ötesinde bilgi sahibi olun’ derim. Yani talebeyseniz dersi geçebilecek kadar değil, sizden beklenenin biraz üzerinde öğrenin diye söylerim. Özellikle gazetecilik düşünenlerin çok okumaları, kendilerini çok geliştirmeleri önemli bir şeydir. Bir de genel bir tavsiye olarak, insanlar Cenabı Hakkın emir ve yasakları konusunda mümkün olduğu kadar dikkatli olurlarsa, emirlere mümkün olduğu kadar uymaya, yasaklardan mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışırlarsa en azından hayatlarının daha iyi geçeceğini onlara söyleyebilirim tecrübelerimle.