"Her insan ölürken yalnızdır."
Psikiyatri uzmanı, ünlü yazar Mustafa Ulusoy; hayata bakışını, Risale-i Nurlarla nasıl tanıştığını, insan ve haksızlık ilişkisini, son kitabı 'Hayat Apartmanı'nı ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Kimliğinizi ve yazarlığınızı nasıl tanımlarsınız? Dünya denilen handa bir yolcu, bir fani ve hakikati arayan her insan gibi hakikati aramaya çalışan, dünyada var olma sırrını anlamaya çalışan bir varlık olarak tarif etmek isterim kendimi. Hepimizin en temel sorunu ve sorusu bu. Adınızın önünde ne olursa olsun. Zengin olun, fakir olun, erkek, kadın, çoluk çocuk fark etmiyor. Hangi düzeyde, hangi ırkta, hangi katmanda yaşarsanız yaşayın çok temel ontolojik kimlik arayışımız var hepimizin. Bütün kimliklerin önüne geçiyor bu. Dünyadaki var oluşumuz nedir? Hepimiz bunu çok derinden hisseder, merak ederiz. Bir sır var, diye düşünürüz. Bu sırrın peşine düşeriz. Kimi zaman bulamayız, kimi zaman kaybederiz. Buluruz ve karşımıza her zaman yaşlılık, ölüm çıkar. Ölüm daha çok bu arayışı motive eder ve hatta zorlar. Ölmeden önce çeşitli sınır durumlar dediğimiz psikolojide şeyler yaşarız. Bu da hakikat arayışımızı sürekli canlı tutar. Örneğin; birden bire kanser oluruz. Birden bire yakınımızı kaybederiz. Deprem olur, savaşlar olur. Savaşta çocuklar ölür içimiz burkulur, ağlarız, hüzünleniriz. Suriyeli çocukları görürüz. Bombalanan İdlib şehrini görürüz, anlam veremeyiz. İnsanın yapmak istediği bu şey nedir? Dünyadaki topraklarda sınır niye var, kimimize yetmiyor bu topraklar, deriz. Dünyada kullanılmayan dünya kadar toprak var. Neyi paylaşamıyoruz diye sorarız. İçimizdeki egoya bazen takılırız. İçimizde iki tane ses konuşur. Birisi hayra davet eder, diğeri başka bir şeye teşvik eder. Bunu anlamaya çalışırız. Velhasılıkelam, insan olmanın temel kimliği ontolojik yani varoluşsal olarak bu dünyadaki mevcudiyetimizin, varlığımızı anlama çabası ve gayretidir. Bunun üzerine ek kimlikler ilave edebiliriz ama bunlar çok anlamı olan kimlikler değil. Yazar olmayı temelde kimliğimin bir parçası olarak göremiyorum. Psikiyatr olmak, terapist olmak kimliğimin temel bir parçası değil. Onu da şöyle anlıyorum; öldüğüm zaman bana direkt olarak sorulacak soru nedir, diye sorarım bazen. Kaç hastayı tedavi ettin diye sormayacaklar. Kaç başarılı kitap yayınladın diye sormayacaklar. Çok temel bir soru soracaklar. Bu dünyada yaratıcını tanıdın mı? Onun adına bir hayat yaşadın mı? Varoluşsal sırrına ne kadar varabildin? Melekler bunu anlat bakalım diyecekler. O zaman ne kadar anlatabiliyorsak bu dünyadaki gerçek kimliğimizi o kadar çok inşa etmişizdir, diye düşünüyorum.
Hayat Apartmanı’nı bize neyi göstermek için yazdınız?Dünyada kim olursak olalım, hangi yaşta olursak olalım, hangi kavimde olursak olalım en sonunda hayatımız bir şekilde bitiyor. Biz fani, ölümcül varlıklarız. Bu dünyadaki hayatımızı hangi biçimde yaşarsak yaşayalım son buluyor. Bu çocukluğumdan beri, ölümü ilk fark ettiğimden itibaren bunun bir sırrı olması gerekir diye düşünmüşümdür. Bu dünyada hiç kimse ölmek istemiyor. Dünyaya bağlı ve bağımlı halde yaşıyoruz ama önümüze ölüm hakikati çıkıyor. Bu bana hep garip gelmiştir.
Her insan ölürken yalnızdır.
Hayatın tadını, tozunu bozmuştur. En lezzetli anda aklıma gelmiştir. En mutlu, mesut bir anımda her şey bitecek dedirtmiştir. Ölümün şu özelliği hep ilginç gelmiştir bana. Her insan ölürken yalnız. Kimi ateist felsefeciler buna çok dem vurmuşlardır. O da kafamı karıştırmıştır. Ölüm çok yalnız bir deneyim olarak yaşanır. Çeşitli okumalarım oldu bu konuyla ilgili, ateist felsefecilerin ölümü mutlak bir yalnızlık içinde yaşadığı ve bunun en büyük felaketi olduğunu ısrarla söyler. Sanki gadre bir zulme uğruyormuş gibi. Bu bir yandan doğrudur. Tam ölüm anında insanlardan gelen bir yardım yok. Bütün sevdiklerimiz yanımızda da olsa, başımızda Fatiha okuyorlar ama yapacakları hiçbir şey yok. İnsan ölüm sarhoşluğuna girmiş, dünyayla bağlantısı kesildi kesilecek hiçbir yardım eli yok. Bu çok büyük bir yalnızlık. Birincisi bunu göstermek istedim aslında. 60 yaşında ölmek üzere bir Mualla Hanım karakteri var. Evinin salonunda birden bayılıp Isparta halısının üzerine düşüyor ve sekerat halinde. O saatlerde üst katında Selma Hanım var. O kendi dünyasına dalmış. Mualla Hanım’ın ölümünün hiç farkında değil. Mualla Hanım kızı, en yakını kendi derdinde nişanlısıyla bir görüşme yapıyor. Mualla Hanım’ın ölümüne yapacak hiçbir şey yok. Mualla Hanım’ın kedisi var onun yapacak hiçbir şeyi yok, Mualla Hanım’ın oğlu Amerika’da New York’ta yaşıyor ve onun yapacak hiçbir şeyi yok. Mualla Hanım’ın bel bağladığı kalp doktoru THY’nin Londra uçağında başını koltuğa dayamış yapacağı konuşmayla kadınları nasıl büyüleyeceğinin hayaliyle meşgul. Tamda o anda, Mualla Hanım ölürken. Mualla Hanım yine yapayalnız. Kurgudaki ana mesele şu; bir insan ölürken onun hayatına çeşitli şekillerde temas etmiş, çeşitli insanlar var. O an onlar ne yapıyorlar? ‘Sebepler sükût eder.’ derler. Sebeplerin sığınacağı hiçbir şey kalmamıştır. İnsanın acziyetini tam hissettiği bir nokta.
Mutlak acziyetin, mutlak çaresizliğinin en tebarüz ettiği nokta ölüm anıdır.
Ölene kadar sebepleri bir şey zannediyoruz. Oralardan çareler arıyoruz. Hastalanınca doktora gidiyor, ilaç kullanıyoruz. Meyve ağacı dikiyoruz, oradan besleniyoruz. Sebepleri ve sonuçları yaratanın ölene kadar Allah olduğunu bilmeyince, sebeplerin sükût etmesi, sebeplerden hiçbir medet arayamayacak halde olmamız bize çok büyük bir narsistik travma oluşturuyor. Çünkü hiçbir şeyden medet umamıyorsunuz artık. Bu feci bir şey eğer o zamana kadar nefsimizi terbiye etmediysek. Ateist felsefecilerin dediklerinin böyle bir hakikati var ama ihmal ettikleri, bilemedikleri başka mutlak çok güzel bir hakikat var. Hayatın bu dünyaya bakan cihetiyle insanlardan ve başka varlıklardan bize gelen bir yardım yok, bir arkadaş yok, bir dost yok, bir nefes yok. Fakat “Melekût âlemi” dediğimiz gayba, diğer aleme bakan yönüyle Allah bize bir arkadaş yolluyor. Bu bana çok hoş geliyor.
Biz Azrail’i bir düşman olarak görüyoruz. Bu belli bir yıldan sonra bana yanlış gelmeye başladı. Hâlbuki Rabbimiz melek olan Azrail’i bir arkadaş, bir dost olarak yolluyor. Bizim ruhumuzu bedenimizden çıkarıyor. Çıkarıp bir köşeye atmıyor, yalnız bırakmıyor. İmanımız mertebesinde bize dost bir suretle gözüküyor.
Kitabı açtığımızda bizi olduğumuz yerde silkeleyen ve gerçekle yüzleştiren bir soruyla karşılaşıyoruz.
Onu endişe ediyorsun, bunu endişe ediyorsun. Ötekine takıyorsun, berikine takıyorsun. Şunu dert ediyorsun, bunu dert ediyorsun. Niye oldu, bu niye olmadı diye gece gündüz mutsuzluğa gark oluyorsun. Sonra, ölüyorsun. Hepi topu bu mu yani?
Hayat, hepi topu nedir?
53 yaşındayım ve merak ettiğim şeylerden bir tanesi de bu oldu. İçimizde bir ego var, nefs-i emmare var. Bu çok kaygılı, her şeyi dert eden, kafaya takan bir şey. Arkadaşım bana niye baktı, mesaj niye geç geldi, kayınvalidem zamanında bana kötü davrandı, geçmişte şöyle travmalar oldu, bugün niye yağmur yağdı gibi biz her şeyi takabilen varlıklarız. Bir açıdan bu normal. Allah içimize bunları dert eden bir nefs-i emmare ve bir ego koymuş. Burada temel sorun şurada başlıyor. İki tane seçeneğimiz var. Bir tanesi kendi egomuzu, arzularımızı, yaratıcıdan bağımsız istek ve arzularımız tatmin etmeye yönelik bir hayat yaşayacaksak. Bu hayatın bir anlamı yok. Bu hayat bomboş. Meslek hayatımda ben bunu on binlerce insandan duydum. Bu hayatın hiçbir anlamını bulamıyorum. Bunu da hayat şartları itibariyle çok iyi noktadaki insanlardan da çok sık duymuşumdur. “Maddi olarak hiçbir problemim yok Mustafa Bey, istediğim zaman dünyanın her noktasına gidebilirim, istediğim şeyi alabilirim ama bu hayat benim için bir şey ifade etmiyor.” Hakikaten de etmiyor. Yaratıcısız hayata bakınca sonu ölümle biten, hastalandığımız, kan kanserine ne zaman yakalanacağımız belli olmayan, bir virüs geliyor ve bizi bir hafta yatakta tutabiliyor. Sevdiklerimiz terk ediyor, yakınlarımız ölüyor, bir kızı seviyoruz bize yüzünü çevirmiyor. Çok sık duyduğum problemlerden bir tanesi de bu. Bugün birisiyle konuşuyorum. Mustafa Bey anlamıyorum. Bu hayatta iki kızı çok sevdim, ikisi de bana sırtını çevirdi. Şimdi bu hayatın anlamı ne? Öte yandan yaratıcı için yaşanmaya başlandığı zaman hayat birden anlamlanmaya başlıyor. Yaratıcı adına hayatı yaşamakta kanaatimce esma-i ilahiyle mümkün. Ben en büyük mutsuzluklarımdan bir tanesini psikiyatrist olduğumda yaşamışımdır.
Psikiyatrist olmayı çok istedim. Olduktan sonra bir şey ifade etmemeye başladı. Dünyadaki bütün hastaları tedavi etsem dedim. Ne olacak? Onlar da ölecek bir gün. Ölecek olan insanları tedavi ediyoruz. Bunun anlamı nedir? Sonra Esmâ-i İlâhîyle irtibatlandırınca mesleğim bana anlamlı hale gelmeye başladı. Benim işimin sırrı Allah’ın “Şafi” isminin tecellisine vesile olabilmek. Bir hasta iyileştiği zaman onu ben iyileştirmiyorum, ilaçlarda iyileştirmiyor. Rabbi Rahim eczahane-i kübrasından bir kün emriyle iyileştiriyor. Bu iyileşme Allah’ın yaratması olarak gerçekleştiği için Allah’ın orada “Şafi” isminin tecellisine dönüşüyor. Olay insanın iyileşmesinden çıkıyor. Yaratıcının “Şafi” isminin tecelligahına dönüşüyor.
Bir ev hanımı sabahtan akşama kadar çalışıyor, çabalıyor. Temizlik yapıyor sonra ortalık dağılıyor. Ev hanımlarından çok duyarım. “Mustafa Bey, o kadar uğraşıp yemek yapıyorum. 15-20 dakikada yeniyor, bitiyor. O kadar çaba bunu için mi?” Evet, bunun için. Bir insan sabahtan akşama kadar çalışıp, çabalayacak. Bir yemek 2-3 saatini alacak ve hemen yenilecek. Ne bu şimdi yani ne anlamı var? Sofradan kalkanlarda bir eline sağlık demeyi de çok görüyor. Yaratıcıyla bir irtibat kurarsak bunlar birden anlamlaşıyor. Mutfak varlığın isimlerinin tecellisine vesile olmak için biz yaratılmışız. Allah bizdeki sonsuz tecellisini, isimlerinin tecellisini görüyor ve bizim görmemizi istiyor. “Şafi” isminin tecellisini Allah kendi de görüyor ama ben burada “Şafi” isminin tecellisini şuurumla fark ettiğim zaman ve bunu idrak edip, ilan ettiğim zaman ayrıyeten benim aynamda da onu görmüş oluyor Allah.
Bütün anlam Allah’ın isminin tecellisine vesile olmak.
Bir ev kadını için nedir bu? Allah’ın “Rezzak” ismi, rızık veren ismi. Ev hanımı yaptığı yemeye rızık veren ismiyle baktığı zaman olay yemek yapmaktan çıkıyor. Yemek yapma bahanemiz, yaşamakta bahanemiz. Bütün anlam Allah’ın isminin tecellisine vesile olmak. Herkes ismini bulsun. Yaptığınız işte Allah’la irtibat kurunca o iş daha bir anlamlı hale gelmeye başlıyor. Herkes hem mesleki anlamda yaptığı işte hem de günlük rutin hayatımızı yaşarken böyle isimlerle bağlantılandırıp yaratıcının isimlerinin tecellîgâhı, mutlak bir varlığın tecellîgâhı olarak bakınca hayata o hayat boşu boşuna gitmiyor, edebiyata intikal ediyor. Hz. Mevlana’nın bir hadisten ilhamen şöyle bir sözü var: Burada bir elmayı yersin. Elhamdülillah, dersin. Cenab-ı Hak sana o 'Elhamdülillah'ı cennet bahçesinde bir ağaç olarak geri verecektir. Bize basit gibi geliyor ama Allah o Elhamdülillah deme halini ebedileştiriyor, sonsuzlaştırıyor. Cennette bahçemizde bir ağaç olarak sonsuzlaştırıyor. Yaratıcı adına yaşanan bir hayat anlamlı hale geldiği gibi hem bu dünyada hem de ebedi ve baki hayatta beka kazanıyor. Bu kitapta birde onu vermeye çalıştım. Hayatı yaşarken esma-i ilahiyle irtibatlı bir hayatı yaşamak mümkündür. Küçük şeylerin önemini anlatmaya çalıştım. Bu sekerat âleminde önce biraz azap görüyor. Sevap-günah seviyesi kritik bir seviyede ama o gün son anda yaptığı bir hayır, tam ölüm anında, pazarda pazarcıya şu parayı bir yetime ver dediği zaman, akşam tam ölüm zamanında o pazarcı Mualla Hanım için o parayı veriyor. O kadın ona dua ediyor. O kadının hürmetine o ölüm anının rengi değişiyor. Son anda yapılan iyiliği de küçümsememek gerekiyor.
Modern hayatın bize çok önemli bir kazığı var. Bu dünyada önemli iş yapma denilen şeyi sanki büyük işler başarma olarak gibi empoze ediyorlar. Özellikle kişisel gelişimciler de bunu çok yapıyor. Hayatta kendini önemli bir insan olarak görmek istiyorsan, büyük işler başarman lazım. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Hâlbuki hayatın sırrı küçük işlerdedir.
Yolda bir taşı kaldırmak bence dünyanın en önemli işidir.
Efendimiz (sav) diyor ya: “En küçük sadaka tebessümdür.” Yolda bir taşı kaldırmak bence dünyanın en önemli işidir. Birgün arabamla Çamlıca’ya kız kardeşime gidiyordum. Arabanın sağ tarafından küt diye acayip bir gürültü çıktı. Arabayı durdurdum. Bir arabanın egzozu düşmüş. Benim yanımda seyreden arabanın tekerliğine değiyor egzoz ve onu benim arabaya fırlatıyor. O egzoz benim penceremden içeri girip ölümümüze de sebebiyet verebilirdi. Şimdi bir taşı, bir egzozu kaldırmak basit bir eylem gibi geliyor ama o an için o egzozu kaldırmak dünyanın en önemli işi hâlbuki. O ayrıntıda bu kitabın en önemli parçalarından bir tanesi. Küçük işleri önemsemeliyiz.
Kitabınızda “Küçük bir iyilik bütün dengeleri değiştirebilir.” diyorsunuz. İnsanoğlu doğrunun ne olduğu bildiği halde bunu yapmaması onu “pasif kötü” yapar mı? Yapabilir. Çünkü biz iyilik yapa yapa insan oluyoruz. Hayatın mahiyeti faaliyettir. İnsan ruhu faaliyetle mutlu olan bir varlık. Kâinata baktığınızda her şey hareket halinde. Hareketsiz bir atom düşünebiliyor musunuz? Hiçbir hareketin olmadığı bir deniz düşünebiliyor musunuz? İnsanın dünyada mutluluğunun sırlarından bir tanesi hareket, faaliyet geliyor. İkinci olarak mutluluğun sırlarından bir tanesi insanın kendi varoluşunun dışına çıkıp, kendi bencilliğinden çıkıp başkasının dünyasına dokunmak. İnsan ruhunun en çok aradığı şeylerden bir tanesi bu. Diğergâm olmak dinin emridir, Kuran’ın emridir. Birçok infak ayetleri vardır. Birçok hadis bulabiliriz ama fıtratımızın da çok mutlu olduğu, sevindiği bir şeydir. Aç bir hayvana yardım ettiğimiz zaman ruhumuzda bir inşirah, bir huzur olur. Bir yetimin başını okşadık ya da arkadaşımızın ufak bir meselesini hallettik. İçimiz sevinir, coşkuyla kaplanır. Bu dünyanın en güzel şeylerinden bir tanesi, en kolay yapılacak şeylerinden bir tanesidir, küçük iyilikler.
İnsanın bir başkasına ulaşması, başkasının derdini düşünmesi, sebepsiz yere başkasının hatırını sorması, bir insanı arayıp ‘-Nasılsın? Ya seni merak ettim’ diyorsun. Bundan daha çok bir iyilik düşünebiliyor musunuz? Kendi dışımıza çıktık. Bir insana ulaştık. Bir insanın yarasına şifa olmaya çalıştık. Bu bana hayatın en önemli, en kıymetli işlerinden bir tanesi gelir.
Bunları yapmadığımız zaman bu bizi bencilleştirir. Bencilleştikçe içimizdeki ego şişer, içimizdeki nefs-i emmare kalınlaşır ve Firavunlaşmaya başlar. Sadece almaya alışan insanlar haline geliriz. Modern insanın en büyük profillerinden bir tanesi; vermeyi bilmeyen, kendini almaya alıştırmış bir profil. Bu da insanın vicdanını, ruhunu taciz eden bir durum. Nefs-i emmare bundan haz alıyor ama ruhu bundan sıkıntı çekiyor.
“Dünyada en mutsuz insanlar kimdir?” diye bana sorsalar. Sadece kendini, kendi menfaatlerini düşünen bencil insanlar derim.
Evet, egoları haz alabiliyor ama kalplerinin içine bir girseniz acayip bir fakirleşme, ruhlarında yalnızlaşma ve kimsesizlik görürsünüz.
İnsan ve haksızlık ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Biz bu dünyada adalet isteyen varlıklarız. Hak ve hukuk isteyen insanlarız. İnsanın hakla, hakikatle ve adaletle kurduğu ilişkinin ilginç bir tarafı bana şu geliyor. Hastalarımla çalışırken çok dikkatimi çekenlerden biri, Mustafa Bey benim kendimle aram bozuk. Ciddi bir meseledir ve yaygındır. Peki, insanların kendisiyle neden arası bozuk diye araştırmaya başladığımda 30 senelik çalışmanın sonucunda vardığım sonuç; insanın kendine adil davranmamasıdır. Anlatacağım şey çok basit. Bunu 1990 yılında Kopenhag’da bir terapi toplantısında öğrenmiştim. Başta bu kadar parayı bunu öğrenmek için mi verdim, diye düşündüm. O öğrendiğim çok basit şeyin Kuran'da bir ayete konu teşkil ettiğini gördüm ve sonrasında bunu çok önemsedim. Kendimizle kurduğumuz adaletin en temel formülasyonu şudur; kendimize davranışlarımız arasında bir ayrım yapmak. Bir işte başarısız olduk. İçimizde şeytan mı deriz, nefs-i emmare mi deriz. Hemen bize şunu söylemeyi teşvik eder. Ben ne kadar başarısız bir insanım? İnsan başarısız bir fiil gerçekleştirdiği zaman ağzından, zihninden “ben başarısız bir insanım” diye bir cümle geçiyorsa bu kendisine karşı bir adaletsizliktir. Kendisine karşı haksızlık yapmaktır. “Ben başarısızım” dediğinde beyin ve hafıza onu “Ben başarısızım” diye kodluyor. Ben başarısızım ne demek? Biri bunu diyorsa hayatta her konuda başarısız olduğunu ima ediyor. İnsan içindeki sistem veriyi böyle kodluyor ve böyle algılıyor. Bu yaralayıcı bir şey. Kendilik imajı dediğimiz şey başarısızlık olarak kodlandı ama ortada bir başarısızlık var. O zaman ne diyeceğiz buna? Çok basit. Bu yaptığım şeyde başarısızım. İşte bu adaletli bir şey. Polyannacılık oynayıp da “Yok canım ne başarısızlığı, önemli değil” de değil. Evet, başarısızlık var, hakikat var ve onunla yüzleşiyoruz ama burada başarısızım. Yanlış bir şey yaptık, günah işledik, haksızlık yaptık. “Ben ne kadar kötü bir insanım” bu adaletsiz bir cümle. İnsanın ruhu da bu cümleyi reddediyor. Bu cümle insanı mutsuz ediyor ve depresyona kadar götürüyor.
Bir açıklamanızda “Bediüzzaman’ı tanımasaydım ve Risale-i Nurları okumasaydım varoluşsal acı çekerdim. Ben çareyi Risale-i Nur’da buldum.” demiştiniz. Üstat ile ne zaman tanıştınız? Size deva olan Risale-i Nur’u hastalarınızın reçetesine yazdığınız oldu mu? Risale-i Nur’ları ilkokul beşinci sınıfta okumaya başlamıştım. Lisede, üniversitede okudum ama gerçekten anlamda okumaya üniversite 4. sınıfta başladığımı düşünüyorum. Çünkü ezbere okuduğumu, anlamadan okuduğumu fark ettim. Kavramsal okumalarım üniversite 5. sınıftan itibaren başladı. O zamanlar hayatımda ciddi sorgulamalar içindeydim. Bildiğim kavramların üzerinden tekrar tekrar geçtiğim bir zamandı. Ölüm nedir?Hayatın sırrı nedir? Okula gidip geliyorum. Bize bir sürü ders öğretiliyor. Ben psikiyatrist olacağım. Anatomi, matematik dersini niye öğreneyim? İşime yaramayacak dersi niye öğreniyorum. Bir sürü öğrenci bunları sorar. Bunların bize öğretilmesinin sırrı nedir? Böyle bir dönemde kavramsal okumaya başladım. Bana sürekli soruluyor. Neden Risale-i Nur? Öncelikle şunu söylemem lazım. Bu zamanda okunacak tek kitap Risale-i Nur değil. Her insan kendi varoluşsal acılarına, dertlerine çeşitli kitaplardan bulabilir. Kimisi Hz. Mevlana’dan, kimisi tasavvuftan bulabilir. Kimisi İmâm-ı Rabbânî’nin mektubunda bulabilir. Bunlar hepsi de baş göz üstünedir. Risale-i Nur’un bu zamana yönelik bir üstünlüğü var gibi geliyor bana. Modern zamanların temel varoluşsal problemleri ayyuka çıktığı narsist, inkârcı, bilimin tasallutu altına girdiğimiz bir çağda yaşıyoruz. İlkokula başladığımız gibi bize dinsizlik öğretiliyor. Sebepler bize öğretiliyor, bu sebepleri inkâr etmiyoruz ama sebepleri Allah’ın yaratması olarak görmedikçe “Meyveyi ağaç yapar” demek Kuran’a aykırı bir ifade. Allah meyveyi ağaç sebebiyle yaratıyor. Ağacı bize sebep olarak yaratıp, bize veriyor demek doğru ifadedir. Allah sebepler âlemi yaratmış. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri buna inkâr-ı ulûhiyet der.
Allah’ın her şeye olan hâkimiyetinin inkâr edildiği ve bu inkârın çok yaygınlaştığı bir çağdayız.
Çocuklarımız ilkokula başladığı gibi dinsizlik eğitimi başlıyor. Böyle bir çağda Bediüzzaman’ın üstünlüğü var. Bu üstünlüğü ben şöyle anlatıyorum. Bizim evde Müezza isminde bir kedi vardı. Bu kedi dışarıda arabanın altında kaldı ve vefat etti. Benim kızım geldi. Son bir ayda iki hastamdan aynı şeyi duydum. Bu kedi öldü. Bu kediye yazık değil mi? Allah neden bu kedinin arabanın altında kalmasına izin verdi? Canı acımadı mı? Allah neden onun acı çekmesine izin veriyor? Müezza’nın ruhu şimdi nerede? Bunlar ciddi sorular. Başka bir hastam bana şunu sordu. Instagram’da hayvan haklarıyla ilgili sayfaları takip ediyorum. Kafayı yiyeceğim Mustafa Bey, diyor. Haşa! Ben böyle bir Allah’a inanmak istemiyorum, diyor. Araştırmalarıma göre hayvanlar ölünce hiç oluyor, diyor. Yanlış biliyor. Ruhları olduğunu bilmiyor. Kızımın sorduğu sorular gibi “Allah hayvanlara işkence edenlere neden izin veriyor” diyor. Bu hayvanlara ne olacak? Dünyada neden kötülük yaratıyor? Allah hastalıklara neden izin veriyor? Dünyada niye bir sükûnet olmuyor? Allah bunları engelleyemez mi? Niye engellemiyor? Kötülük problemi İslam âlimlerinin de çok üzerine durduğu bir problem. Modern hayatta bu tür inkâr-ı ulûhiyet, inkârcılık ve bilimin diktatörlüğü var. Kızım bana biraz müsaade et. Ben bu soruya şimdi cevap veremeyeceğim. Bu konuyu araştırdığımda 17. Söz ’de cevap karşıma çıktı. Başka risalelerin birkaç yerinde ayetlere ve hadislere dayanarak hayvanların ruhunun baki olduğunu söylüyor. Kızım dedesine “Ben cennette Müezza’yı görebilecek miyim?” diyor sormuş. Dedesi de tarikat ehli, “Olur mu kızım, cennete her hayvan olmayacak.” demiş. Kızım ağlayarak yanıma geldi. Cennette her hayvan olmayacak doğru. Ruhları olacak ama bildiğim kadarıyla her hayvandan belli miktarda beden de yaratacak. Bediüzzaman Hazretleri, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine bakalım, diyor. Şehit olan bir insana şehitlik mertebesi veriliyor. Kurban olarak kesilen bir hayvana Burak mertebesi veriyor. Burak hem de bedeni olan bir surettedir. Bu dünyada sonsuz rahmetli, merhametli bir Rabbimiz var. Cennet, sonsuz bir hayatta Rabbinden her istediğini alacağın bir yer değil mi? Evet. Sen, “Allah’ım, ben Müezza’nın bedenini de istiyorum” desen Allah yaratmaz mı? Senin istediğini niye vermesin. Baba, Müezza kedi olarak gerçekten yanımda olabilir mi? Evet.
Risale-i Nur ontolojik problemlerin, varoluşsal problemlerin cevabını veren, beni ikna eden, kalbimi ikna eden kitaptır.
Bir çocuğun gelişiminde anne-baba ne düzeyde etkilidir? Günümüzde ebeveynlerin çocuk yetiştirirken yaptığı en büyük hata nedir? Gördüğüm en büyük hatadan başlayayım. Bir sınır problemi var. Bir defa babalar evde yok. Maalesef çocukları sadece anneler yetiştiriyor. Annelerinde o şefkatlerine bir sınır koymadan yetiştirmesi bizim önümüze bir problem olarak çıkıyor. Çocuklar bir prenses edasıyla büyütülüyor. Bu benim çok canımı sıkıyor. “Ben çocuğumla arkadaşım” sözü çok kol geziyor. Anne-baba çocuğuyla arkadaş olamaz. Anne annedir, baba babadır, çocuk çocuktur. Benim arkadaşımlar var, çocuğum benim arkadaşım olamaz. Ben çocuğumun babasıyım. Çocuğumda benim çocuğum. Bir rol karmaşası var. Gözlemlediğim en tehlikeli durumlardan bir tanesi bu. Ben bütün dertlerimi çocuğuma anlatıyorum. Sen bütün dertlerini çocuğuna anlatamazsın.
Kimi zaman çocuğa sadece “hayır” denmesini öğretmek için bile “hayır” denmesi gerekiyor.
Çocuk senin dert arkadaşın değil. Anlatmak istiyorsan arkadaş bulursun, yetişkin insan bulursun. Çocuklara bu anlamda da “biz arkadaşız” diyerekten çok büyük yükler yükleniyor. İkinci büyük problem “hayır” diyememek. Anne-babalar akşama kadar çalışıp çabalıyor. Büyük emek sarf ederek büyük fedakarlık yaparak para kazanıyor ve bütün mesele çocuk üzerine yatırım. Çocuğun bütün ihtiyaçlarının giderilmesi, çocuğun her istediği alınması. Bu çok yanlış bir anlayış. Kimi zaman çocuğa sadece “hayır” denmesini öğretmek için bile “hayır” denmesi gerekiyor. O sınır problemi gördüğüm en çok problemlerden bir tanesi. Çocuklara “hayır” diyememek ve çocuklara bir hayat arkadaşıymış gibi muamele etmek. Beni rahatsız eden durumlardan bir tanesi. Çocuk eğitiminde tabi ki anne ve babanın etkisi var ama Freudyen ekol bunu çok abartmış. Yetişkin insanların dünyanın varoluşsal, hayatın sırrını öğrenmeye yönelik problemleri var.
Temelde dünyadaki en büyük psikiyatrik problem nedir, diye sorarsanız. İlk sırada en çok karşılaştığımız varoluşsal problemler. Hayatın bir sonu olması ve hayatın içinde bunun bizi sürekli sıkıştırması. Bunun anlamı ne? Niye çalışıp çabalıyorum? Çocuklukta yaşadığımız travmaların kişiliğimizde etkisi var. Anne ve babamızın üzerimizde belli miktarda tesiri var ama bütün kişiliğimizi belirleyende onlar değil. Freudyen ekol hayatın yaratıcıdan bağımsız yaşandığı zaman acı çektiğimiz gerçekliğini saklamak için acının maliyetini, yaratıcıyı unutturmak için anneyle çocuk arasındaki ilişkiye bağlamışlar. Hâlbuki biz şunu da görüyoruz. Mustafa Bey, benim geçmişimde annem ve babamla hiçbir problemim yok. Muhteşem bir şekilde büyütüldüm. Ne şımartıldım, ne de sevgiden yoksun bırakıldım. Şimdi maddi olarak hiçbir problemim yok ama hayat benim için bir şey ifade etmiyor. Ben bu lafı çok duydum. Benim size anlatacağım bir derdim yok ama hayatın kendisi benim için bir karmaşa, bir sır, bir muamma ve dehşetle korkutuyor, dehşet kaygılarım var, diyor. Çocukluk çağına giriyorsunuz, bir şey bulamıyorsunuz. Bir de şöyle bir nokta var; iki hasta çocukluk döneminde ciddi, benzer travmalar yaşamıştır. Bir tanesinde o travmaların etkisi 10 birim ise, diğer hasta da 50 birim olmuştur. Bu travmaların farklılığı nereden kaynaklanıyor? Çünkü orada insan iradesi, insanın olaylara bakış açısı devreye giriyor. İkisi de babasından ciddi şiddet görmüş. Bir tanesi o şiddete sürekli isyan etmiş. Oradan Allah’a isyan etmiş, oradan hayata isyan etmiş, oradan kendine isyan etmiş. Bu, o babanın etkisini 50 birime çıkarmış. Diğeri hiç isyan etmemiş. Babamın şiddeti kötü bir şey demiş. Babanın şiddetini kötülüğüyle bırakmış ve isyan etmemiş. Babasının kötülüğünün sınırlarını genişletmemiş. Birincisi, “Babam bana şiddet uyguluyor. Bu kötü ve hayatta kötü.” diyerek genişletmiş. Diğeri, “Babamın yaptığı bu şiddet çok kötü ama hayatın kendisi kötü değil. Hayatta birçok güzellikler var.” demiş. O güzelliklere kapı açmayı bilmiş ve o travmayı 10 birimde tutmayı başarmış. Burada anne, baba etkisi diyoruz ama anne ve babanın belli bir limiti var. Kendi isyanımız, kendi ego problemimiz, kendi nefsimizle ilgili problemler hayatın derecesini arttırıyor. Kısacası, ebeveynlerimizin üzerimizde tabi ki etkisi var. Bu etkinin Freudyen ekolün söylediği gibi çok büyük miktarda olduğunu düşünmüyorum.
Bizim için temelde hayatın kendisi problem, hayatın kendisi bizim için açılması gereken sırlı bir kapıdır. O sırlı kapının anlamını ve sırrını yakalayamadığımız zaman hayatın kendisi dehşet derecede zor hale geliyor.