"Hak’tan başka bir şeyin kalmadığını öğrenince derdinde kalmaz."
Akademik ömrünü Yunus Emre’ye vakfeden Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden araştırmacı yazar Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı; Yunus Emre’yle olan tanışmasını, Anadolu’daki dergâhları, eğitimleri, seyahatleri ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Yunus Emre’yle alakalı 200’e yakın eser ürettiniz. Sizi bu konuda ihtisaslaşmaya iten şey neydi ve Yunus Emre’nin eserleriyle ne zaman karşılaştınız? Yazdığımız kitapların büyük bir yekûnu Yunus Emre ve onun çizgisindeki Anadolu, Rumeli, Balkanlar, Azerbaycan’da yani kültür coğrafyasında yaşayan Türkçe eserler kaleme almış mutasavvıflarla, velilerle alakalı. Yunus Emre’yle ilk defa lisede karşılaştım. İlerde ne olmak istediğimi bilen bir öğrenciydim. Lisenin ilk sınıflarında Türkoloji tahsil edeceğimi biliyordum. Üniversite’de Türkoloji kazanıncaya kadar emek çeken biriydim. İlk bilinçsiz okuyuşum Nezihe Araz Hanımefendinin‘Anadolu Evliyaları’ kitabıydı.
Bu kitapla Yunus Emre’yle karşılaştım. 18 yaşındayken Maarif Kitabevi’nin bastırmış olduğu Yunus Emre Divanı elime geçti. 1984’te üniversiteyi bitirdikten sonra mastıra başladığımda Yunus Emre çizgisinde eser veren Niyâzî-i Mısrî hakkında çalışma yapmak gönlümden geçiyordu fakat o nasip olmadı. 1984 senesinde Yunus Emre alakalı çalışmaya başladım. 1986 senesinde de doktoraya başladım. Ön hazırlıktan sonra bunun ilmi olarak hazırlanması gerektiği kanaati hâsıl oldu ve o tarihte başladım. Şöyle bir tereddüttüm vardı; benden önce rahmetli Fuat Köprülü’lerle başlayan Yunus Emre araştırmaları Burhan Toprak’la, Abdülbaki Gölpınarlı’yla ve yine rahmetle andığım Faruk Kadri Timurtaş hocayla devam etmişti.
Yûnus Emre, evâilinde sâkin olduğu şehrin müftüsü imiş. Kenâr müftüleri gibi diyen bilmedi.
Yunus’la alakalı iki damar var. Biri okumuş medrese tahsili görmüş bir Yunus, öbür taraftan Velayetname’ ye göre okuma yazması olmayan bir Yunus. Aslında her ikisi de esas alınabilir. Fark eden bir şey olmaz. Çünkü okumuş veya okumamış olması Tapduk Emre’den el alarak yaptığı seyr-u sülük ile çatışmaz. Ortaya koymuş olduğu eserlerin okuma yazmayla, medrese mezunu olup olmamayla bir alakası yoktur. Çünkü bunlar tuluattır, adına üzerine ilahidir. Herhangi bir eğitimden geçen kişi tekkelerde kültürel olarak meşkten geçen kişi kulağı saktır. Bizim kültürümüzün bir meşk kültürü olduğunu da unutmamak lazım. Bir zaman sonra dili boşalabilir, gönlü boşalabilir ve bunlar yazıya dönüşebilir. İki rivayetin ikisini de esas alabiliriz. Velayetname’ye göre şuan Eskişehir’e bağlı ismi Yunus Emre köyü yapılan Sarıköy'de doğmuş. Bir sene bir kıtlık olmuş. Sağına soluna soruyor. Sen buğdayı, arpayı ancak Hacı Bektaş-i Veli dergâhında bulabilirsin diyorlar. Şimdi ki Hacı Bektaş ilçesine gidiyor. Yanına heybesini almış ve giderken eli boş gitmeyeyim diye düşünüyor. Bu safça bir düşünce. Erenlerden buğday talep edilir mi, edilmez mi? Bundan haberi yok. Burada saf ve samimi bir gönül de var. Bir de talep edilen dünyevi bir değer var. Dünyevi değerler dünya işleriyle uğraşan insanlardan istenir. Uhrevi değerler uhrevi işlerle uğraşan insanlardan istenir. Hacı Bektaş-i Veli hazretleri bir aşk, bir gönül adamı. Bir banka müdürü değil. Deposunda paralar, hazineler olan biri değil. Ambarında yetecek kadar buğday var onu seninle de paylaşır.
Aşk adamlarının, irfan adamlarının paylaşacağı en mukaddes şey gönül bilgisidir.
Yunus ondan ancak onu talep edebilirdi ama buğday talep ediyor. Dünya değeri olarak buğday normal bir insandan istenmiş değil. Arzu ettiği kendisine veriliyor fakat özde bir zekâ var ki, özde bir gönül dostluğu var ki, mütevazı bir ruh var ki “Eyvah! Ben ne yaptım.” dedirttiriyor. Tasavvuf zaten “Ben ne yaptım? Ben nereden geldim nereye gidiyorum? Benim gayem ne?” sorularıyla başlar. Bazen tasavvuf tarihiyle uğraşmaya başlayanlar ‘Tasavvuf ne zaman başlamıştır?’ sorusunun cevabını aramaya başlıyorlar. Tasavvuf seninle başlar. Sende başlar, seninle biter. Nedir bu başlama noktası? Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Nefes vereyim, diyor. Bu nefesin arkasında kavram olarak sözlüklere baktığınız zaman karşılık bulamazsınız. Hacı Bektaş-i Veli’nin ‘Her buğday tanesi karşılığında nefes vereyim.’ Sözünde nefesi incelemeye kalktığın zaman bu lügatlar yetmez. Varlık sırrını, hakikat sırrını sana nasıl söylesin ki. Yunus Emre’nin aklı başına gelince o nefesin, varlığın hakikatinin kilidinin anahtarının artık kendinde olmadığını ve kendisinin veremeyeceğini Tapduk Emre’ye gitmesi gerektiğini söylüyor.
Erenler meydanında, yuvarlanır top idim. Padişah çevganında kaldım ise ne oldu.
Erenler meydanının sahibi bir yerde bakarsın Tapduk’tur bir yerde bakarsın Hacı Bektaş-i Veli’dir. Bu dün böyleydi şimdi başka türlüdür. İşlenmesi müsait olan yani gönlü granitten değilse, yontulmaya, işlenmeye müsaitse bu erenler meydanında biraz yuvarlanabilirler top gibi ama en sonunda padişahın çevganında kalırlar. Padişah çevganı Cenab-ı Hakk’ın ilahi tasarrufudur. Bu tasarrufta kim hakikati talep ederse teveccüh onadır. Dolayısıyla onun üzerindedir. Velhasılıkelam, Yunus Emre’nin Hacı Bektaş-i Veli hazretlerini bulması ve Tapduk Emre’ye gönderilmesi bir tesadüfler yumağı gibi görülse de işin aslı öyle değildir. Cenab-ı Hak zamanı gelmiş kulun gönlüne aşk iksirini damlatır. Dolayısıyla o değişmeye başlar ve gerisi vesilelerdir. Cenab-ı Allah ayeti kerimede demiyor mu? Vesilelere yapışınız. Cenab-ı Hak böyle dediğine göre Yunus Emre buğdayı vesile kılmıştır, Hacı Bektaş-i Veli’yi vesile kılmıştır. Esasında baktığımızda bütün insanların yapıştığı şey vesiledir ama sende bir türlüdür, bende bir türlüdür. Esas olan bu vesileyi olumlu hale dönüştürmek. Yunus Emre vesileye sıkıca yapışmış ve aradığını Tapduk Emre’de bulmuş.
Cenab-ı Hakk’ın hakikatini, insanlığın, varlığın ve eşyanın hakikatinin anahtarını Tapduk Emre hazretlerinin elinden almıştır. Menakıbı, şiirleri yorumlamak nasıl mümkünse bu menakıbı da böyle yorumlamak lazım. Giderken eli boş gitmeyeyim diye mütevazı bir bitki aluç götürmesine baktığımız zaman çok derinlikli bir hadisedir. Hz. Mevlana efendimiz buyuruyor ki; “Değirmene buğdaysız giden unsuz döner” diyor. Hz. Peygamber hediyeleşiniz diyor. Bu hediyeleşme bir bardak su da olabilir, bir kelam, bir gönül alma da olabilir. Rüşvetle hediyeyi karıştırmamak lazım. Hediyeleşmek gönül almaktır. Fukara kişi ne götürebilir? Dağdan aluç toplayabilir. Hz. Hünkar aluçun her tanesi mukabilinde, istediği her buğdayın tanesi mukabilinde nefes teklif ediyor. Bunu reddetmesi mümkün değil. Orada hafif gaflet göstermesi Yunus’un 40 senelik seyr-u sülukuna mâl oluyor.
“Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah.”
O çiğlik demek ki 40 senede gidiyor. Peygamber Efendimiz Hira’da 15 sene, Hz. Mevlana’ya gidiyoruz 18 ay. Bu eğitim süreci insandan insana, kabiliyetten kabiliyete değişir. Hz. Yunus’ta da teorik olarak 40 sene devam etmiş. İyi ki 40 senede eğitilmiş ama bir saniyede o 40 senede aldığı varlığın özüyle alakalı bilgiler bir anda tulu etmiş. Bir nefes olarak karşımıza çıkmış. Yunus bir yerde ‘Erenler nefesidir devletimiz’ diyor. Demek ki erenler nefesi büyük bir devlet.
Anadolu’daki dergâhlarda dervişlere ne gibi eğitimler verilirdi? Dergâh dediğimiz zaman şuan ki zamanda geçmişe doğru baktığımızda acayip, garip şeyler düşünüyoruz. Öyle bir şey yok tabi. Özellikle Anadolu’daki dergâhlar ‘ayende ve revende’ yani yolcuya, gelene geçene her türlü hizmeti veren çok muhteşem yerlerdi. Bir ev düşünün ama biraz müştemilatı daha geniş. Tuvaletinden, banyosuna, hayvanların rahat bir şekilde beslenebileceği hayvan damına sahip, yatılacak hücreleri olan, yemek yiyecek meydanı olan, sohbet veya zikir için bölümler olan bazısı geniş bazısı dar olan yerlerdi. Tapduk Emre’nin dergâhı bizzat devletin, beyliklerin desteklediği bir yerdi. Bunu tarihi belgelerden anlıyoruz. Birde mütevazı mahalli tekkeler vardı. Onun sadece haremlik, selamlığı olabilir. Şeyh efendinin kaldığı yerler ve dervişlerin eğitildiği yerlerdi. Müştemilatı geniş olan tekkelerde halvet odaları vardı. Belli dönemlerde uzaktan gelen dervişler eğitim için uzun sürede kalabiliyorlardı ve ondan sonra işinin başına geri dönüyorlardı. Tekke hayatı vakıf hayatıdır. Mürşit efendinin, para kazanma amacıyla çalışması söz konusu değildir. Çünkü onlar hayatlarını üçe ayırır: Dinlenme süreci, ibadet süreci ve çalışma süreci. Mutlaka gelen giden kişiyle sohbet, zikir babında ilgilenmesi icap eder. Dolayısıyla tarlada saatlerce çalışacak zamanı bulamaz. Bazen imece usulü katılır ama bizzat para kazanmak için böyle bir emek sarf etmez. Tekkeler mensuplarca yaşatılır. Vakıflar insanlar yoluyla yaşatılır. Tekkelerde günlük düşünülür. Yani ambarlar tıka basa doldurulmaz. Doldurulursa bu fukara için düşünülür. Ertesi gün ‘Paramız kalmadı’ endişesi yoktur. Kalmadıysa yemezsin ama varsa insanlık için harcarsın. Mesela post altına bir akçe, beş akçe para koyar. Şeyh efendi bu paraları asla cebine koymaz. Bu eski usuldür. Bir kese vardır ve bu keseden sorumlu bir derviş han vardır. Harcamaları onlar yapar. Bu kadar buğday lazım, bu kadar yulaf lazımı onlar belirler. Gelene gidene mutlaka sofra kurulur. Bu sofra irfan sofrasından kinayedir. Tekkelerdeki hayat pasif bir hayat değildir. İçinde Kuran’ın ne olduğu, Peygamberimizin kim olduğu, hangi özelliklerinin olduğu yani tevhid bilincini, adalet bilincini öğrenmiş insanlar vardı. Bunlar zaviyelerde öğretiliyordu. Bu bilinci gerekirse kılıç kullanarak, gerekirse gül dağıtarak yeryüzünde görevlerini yapmış insan yetiştirdiler. Zaviyeler böyleydi. Tapduk Emre’ler pasif gibi görülür hayatlarına baktığımızda ama o bizi aldatmasın. Hâzinî’nin yazdığı Cevâhir'ul- Ebrâr’da 99 bin müritten bahsediyor. Bunlar yeryüzüne dağılmışlar. Atalarımızı etkileyen bu ruh nereden geliyor o zaman. Pasif insanlar olsa Ahmet Yesevi hazretleri, Tapduk Emre hazretleri, Yunus gibi bir aksiyoner çıkar mıydı ortaya? Biz sadece yazdığı için Yunus’u biliyoruz. Gücünü kelama vermiş Yunus. Gücünü başka ilmi, başka insani problemlere vermiş olanları nereden bileceğiz? Onlar yazmamışlar çizmemişler. Tapduk’ların cebinde Yunus bir tane değil ki bin tane Yunus var. Bunlar varlık âlemine adalet, bilgi ve sevgi dağıttılar.
Vardığımız illere, şu safa gönüllere, Baba Tapduk manasın saçtık elhamdülillah.
Erenler gönülden gönüle, dilden dile eğitirler.
Baba Tapduk’un manası ne ki? Malumunuz erenler bir silsileyle Peygamberimize bağlıdır. Dolayısıyla Baba Tapduk’un manası da Sırrı Muhammedi’dir. Hz. Mevlana’nın manası da Sırrı Muhammedi’dir. O silsile manevi silsiledir, maddi silsile değildir. Erenler gönülden gönüle, dilden dile eğitirler. O yüzden kelamları kutludur. Bizim kelamımız neden etkilemiyor da Hz. Yunus’un kelamı etkiliyor? Çünkü rengine aşkın boyandı onlar.
Tasavvuf ’ta seyahatin yeri nedir? Tasavvufa hangi açıdan bakarsan bak seyahatten ibarettir. İçselleştirirsek manevi seyahat, dışta değerlendirirsek afaki seyahat var. Hz. Peygamberin de “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diye bir hadisi var. Yunus seyahat etmiş midir? Evet, etmiştir. Etmese ne olurdu? Yine aynı Yunus olurdu.
Tasavvuf eğitiminde, terbiyesinde insanın nefsinin ruha, kalbe, sırra ulaşması için uygulanan yöntemlerde bir numaralı hadise zikrullahtır.
Elli tane kavram olsa birinci sıraya koyacağımız madde zikrullahtır. Cenab-ı Allah “Fezkurûnî ezkurkum” diyor. Sen beni zikret bende seni zikredeyim. Kalpler ancak zikirle tatmin olur, diyor. Kuran zikir kitabıdır. Zikretmeyen onu bulamaz ve ona ulaşamaz. İkincisi sohbettir. Sahabe sohbet ilişkisine bakarsak Yunus, “sohbet canı semirdir” diyor. Sohbet, can besleyicidir. Neden? Sohbetler senin nerede zaafın varsa manaya perde olur, nerede gedikler varsa onları tıkar ve yok eder.
Kalpler ancak zikirle tatmin olur.
Sen bunu sohbetle içselleştire içselleştire, gönlünü yedire yedire yolculuğa devam edersin ama bunu riyazetle, açlıkla, aşırı gayretle takviye etmezsen başarıya ulaşamazsın. Öyle durumlar olur ki sohbet, zikir, mücahede fakat bir türlü perdeyi yırtıp, aşamaz. Ama kibirde veya ummadığı bir davranışta takılır kalır. İşte burada iki tane tarz vardır. Birisi halvettir. Tek rakamlı günlerde aşırı ibadet, uykusuzluk ve gıdayı kesmekle uygulanan bir yöntemdir ama ruhbanca uygulanan bir yöntem değildir. Hz. Peygamber’in ve İslam’ın uygulamalarında ruhbanlık yok. Özellikle cinsi perhiz yok. İnsan halvetle de açılamayabilir.
Sosyolojik olarak baktığımızda tasavvuf, modern hayatın hangi problemlerine şifa sunuyor? Tasavvuf kavram olarak Allah ve insanla alakalıdır. İnsan problemleriyle, her türlü güzellikleriyle, her türlü melanetleriyle ilgilenmektedir. Çukurdan çıkarıyor. İki tane bilgi ve aşk kanadı takıyor. “Ey insan, esfel-i sâfilîne mecbur, mahkûm ve layık değilsin. Gel sana kanat takalım. Bunlarla aslına uçurayım seni.” diyor.
Hak’tan başka bir şeyin kalmadığını öğrenince derdinde kalmaz.
Allah’ta olma halini bildiren bir Meslek-i Muhammedi. İnsanın varlığının yapısını Allah’ta olduğunu bildiren ilahi bir yol. Bu yol şuradaki problemleri gidermez mi? Her türlü deva ondan olmaz mı? Olur. Şimdi insanı strese sokan, psikolojik bunalımlara sebep olan nedir? Ben kaynanamdan dertliyim, ben kocamdan dertliyim, ben çocuğumdan dertliyim, ben paradan dertliyim. Varlığın hakikatini öğrendikten sonra “Hakk'dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.” diyor Niyâzî-i Mısrî. Varlığın Hak ile kaim olduğunu öğrendikten sonra derdin kaynağı kalır mı? Bataklık kurudu. Dolayısıyla Yunus veyahut diğer büyüklerimizin sözleri aslında geçmişin, geleceğin ve bütün insanlık problemlerinin de derdinin devasıdır. Neden? Hak’tan başka bir şeyin kalmadığını öğrenince derdinde kalmaz. Bir bakmışısın ki derdin sana derman imiş. Onun için psikiyatriyle, pedagojiyle, psikolojiyle, sosyolojiyle, felsefeyle uğraşan kişilerin mutlaka derinlikli olarak Yunus’tan başlamalarını ve o çizgide 2000-3000 eser vermiş Yunus çizgisinde yetişmiş Hak dostlarıyla ilgilenmelerini isterim. Aradığı çareler mutlaka onların satır aralarında gizlidir. Bunu pozitif bir bilim olarak aldığın zaman bu işe yaramaz. Yunus ve benzeri mutasavvıflar hale davet eder. Bunu hal haline getirmemizi ister ve öğütler.
Video: Sosyolojik olarak baktığımızda tasavvuf, modern hayatın hangi problemlerine şifa sunuyor?