"Geleceğe dair en büyük korkum elimizde bu kadar fazla fırsat varkenki kayıtsızlığımızdır."
Teknoloji yazarı ve İnternet Ekipler Amiri Serdar Kuzuloğlu; gazeteciliğe nasıl başladığını, günümüz medyasını, insanların hayattan beklentilerini, tecrübe ile başarının şizofrenik ilişkisini ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Gazetecilik hayatınız nasıl başladı? Gazeteci olmayı dünyada en çok isteyen insanlardan biriydim. Küçük yaşlarda harflerin ve rakamların bir şeyler ifade ettiğini keşfettikten sonra etrafımdaki insanlara sürekli 'burada ne yazıyor' diye sorup okuta okuta bir gün okuma yazmayı öğrendiğimi fark ettim. Sonrasında hayatım gazete okumakla geçti. O dönemler her eve gazetenin girdiği dönemlerdi. Daha sonra kitaplarla tanıştım ama gazetenin bendeki yeri ayrıydı. Çünkü her gün evinize bir şey geliyor ve dünyada neler olup bittiğini anlatıyor, öğretiyordu. Bu durum bana çok sihirli gelmişti. O zamanlarda gazetecilik bugüne kıyasla saygınlığı, toplum içerisindeki rolü yüksek bir hizmetti. Ben de hep gazeteci olma hayali ile büyüdüm. Amcamın mülkiyede okurken sınıf arkadaşlarından birinin gazete çıkaracağını öğrendik. 1994 yılının sonu, karlı bir İstanbul gününde gazete binasına gidip bir görüşme yaptık ve beni kabul ettiler ama gazeteciliğe başlamam 'musahhih' olarak oldu. Ben musahhihin ne demek olduğunu iş görüşmesinde duydum ve hatta sordum ne demek diye. O zamanki yayın yönetmenim beni azarladı. Git evinde öğren ve yarın sabah gel, dedi. Meğer düzeltmenlik demekmiş.
Gazeteci olmayı dünyada en çok isteyen insanlardan biriydim.
Düzeltmen adı ile başladım ama aklınıza gelen bütün pis işleri yaptım. Çünkü orada istenmeyen biriydim. Herkes bir an önce bıkıp gitmem için ne kadar angarya fasarya iş varsa üstüme yıkmıştı. Ben de hepsini büyük bir sevgi ve aşkla yapıyordum. O dönem gazeteciliğin ve medyanın dijitalleştiği bir dönemdi ve bilgisayar geliyordu. Montaj, pikaj, film çıkışı gibi şeyler tamamen yerini bilgisayarlı alt yapılara bırakmaya başlamıştı ama çok eskiden gelen gazeteci kitlesinin bir uyum problemi vardı. Bu yüzden teknolojiden, bilgisayarlardan anlayan insanların el üstünde tutulduğu bir dönemdi. Dolasıyla benimde tutunmam, ayak uydurmam kolaylaştı. 94-95 yılları yavaş yavaş bilgisayarların kişiselleşmeye başladığı, bugün PC dediğimiz hatta artık gündemimizden bile çıkmakta olan cep telefonu ile cihazların popülerleştiği, internetin hayatımıza girdiği bir dönemdi. İlk özel internet şirketleri kuruluyordu. Ben de internet öncesinde BBS’lerden dolayı dünya ile haşır neşirdim. Bir anda çok popülerleşen bir konu oldu ama anlayanı çok azdı. O dönem gazetede teknoloji başlığı altında internet, bilgisayar ile ilgili olan şeyleri anlatmaya başladım. Her açıdan çok güzel bir zamanlama oldu. Sabırla, dişimi epey sıkarak ve baya bir şeyi sineye çekerek orada tutunmayı başardım.
Günümüz medyasını ve haberciliğini nasıl buluyorsunuz? Teknolojik gelişmelere ayak uydurabildiklerini düşünüyor musunuz? Medya; finans, telekomünikasyon ve sağlık sektörleri gibi doğası gereği teknolojiye mahkûm alanlardan biridir. Teknolojiyi görmezden gelerek bir şey yapmanız mümkün değildir. Medyanın teknoloji ile ilişkisi her zaman en uç noktada oldu. Medyadaki bugünkü farkın nedeni teknolojinin ilk defa sadece medyaya değil kullananlara da alet edevat sunması oldu. Yakın zamana kadar medyanın şöyle bir işlevi vardı; bir yerde bir gelişme olduğunda o gelişmenin muhataplarına sizin aracılığınızla doğrudan ulaşabiliyorlardı. Yani siz bir mecrasınız ve medya dediğimiz şey bir medyumdur. Siz aktarıcı ve bir filtre rolündesiniz ama sosyal medya, cep telefonları gibi araçlar giderek bu ara katmanı ulaşılabilirlik açısından anlamsızlaştırmaya başladı. Teknik olarak buradaki kitlenin artık muhatabına ulaşması için size ihtiyacı yok. Sosyal medya ve internetin hayatımıza girdiği günlerde hep kendi içimde şunun endişesini yaşamıştım; Herkes artık internetten birbiri ile temasa geçecek. Biz hiçbir anlam taşımayacağız ve bu meslek ölecek diyordum. Kısa zaman sonra şunu fark ettim; mesele insanların birbiri ile temasa geçebilmesi değil mesele her zaman aradaki filtrelerdir. Çünkü hayatımızda bizi doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren şeyleri bir önem sıralamasına koyacak, önemsizleri ayıklayacak, kıymetsiz ve hakiki olmayanları eleyecek, bize bizim anladığımız dile tercüme edecek insanlara ihtiyaç var. Herkesin birbirine bağlandığı bu dönemde medya olma rolünü üstelenen kişi ve kurumların her zamankinden çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Bu çağ kendi araçları dolasıyla çok hızlı bir iletişimi dayattı. Her şey çok daha hızlı olmak zorunda.
"Herkes daha sabırsız ve daha fazla şeyi kısa sürede tüketip haberdar olmak istiyor. Hikmet adına bir bilgi edinme yok."
Hepimiz bazı konular hakkında fikir sahibiyiz ama o konu hakkında derinlikli bir bilgimiz yok. Mesela hükümet, devlet hakkında fikir sahibiyiz ama şuan ki hükümet Türkiye’nin kaçıncı hükümeti bilmiyoruz. Biz bu röportajı yaparken Türkiye’de yerel seçimler yaklaşıyor ve biz bu kaydı İstanbul’da yapıyoruz. Şimdi sokağa çıkıp İstanbul Belediye Başkanı kim diye sorsak birçok kişi için bu büyük bir boşluk ama sosyal medyaya bakıyorsunuz herkes bu konular hakkında konuşacak bir kamyon lafa sahip. Enflasyonla ilgili bir sürü şey konuşuluyor. 'Enflasyon nedir?' diye sorsak cevap olarak elimizde büyük bir boşluk kalır. Bunlar hep gündemimizde var ama ne olduğuna dair kimsenin bilgisi yok. Dolasıyla bazı insanların kardeşim bak bu şu demektir, senin anlayacağın dille bunun anlamı şudur ve seni şu şekilde etkileyecektir demesine ihtiyaç var.
Geleneksel medya mecraları var olma konusunda büyük bir kriz ile karşı karşıyadır. Bugün gazeteler kapanıyor, kâğıda basılı bir şeyin varlığı ve anlamı sorgulanıyor. Ama hiç kimse haber denen şeyin önemini göz ardı edemez. Bugün sosyal medyanın içinde geleneksel olarak nitelendirdiğimiz oluşumların ürettiği içeriği çekip çıkarın geriye sadece dizi muhabbetleri kalır.
Dolasıyla önümüzdeki dönemde teknolojinin nimetlerini iyi kullanabilen ve filtre görevini iyi üstlenebilen kişi ve kurumların çok parlak bir geleceğe sahip olacağını düşünüyorum.
Katıldığınız bir panelde “Başkalarının izlerini takip ederek başarılı oluyoruz. Asıl önemli olan; kendi çizgimizle başarılı olmak” diyorsunuz. Kendi yolumuzu çizerken toplumsal baskıyı nasıl yenebiliriz? Bizim coğrafyamız ilginç bir şekilde vasatlığı çok kutsayan bir coğrafyadır. Vasatlık çok yüceltilen ve övülen bir şeydir. Mesela, Elitizm diye bir eleştiri var. Bu bana çok şaşırtıcı geliyor. Her insan hayatında seçkin, ayrıcalıklı, kendini donatmak peşindeyken bu kademeye gelmiş insanları hor görme, itip kakma gibi bir huyumuz var.
Okuma yazmaya yönelik bir saygımız var ama biraz fazla okumuş ve yazmışlara yönelik de tepkimiz var.
Bizim coğrafyamız ilginç bir şekilde vasatlığı çok kutsayan bir coğrafyadır.
Başarı aile ortamında, eğitim ortamında, iş ortamında her yerde toplumsal bir baskı olarak tepemizde sallanıp duran bir demokrasi kılıcı gibi bekliyor. Hepimiz başarılı olmak istiyoruz ama günün sonunda baktığımız zaman başarı tanımımız yok. Başarılı olmak nedir?Ruhani lider Dalay Lama’nın hayatta mutluluğa dair 14 maddeden oluşan küçük bir manifestosu var. Bunlardan başarı ile ilgili çok hoşuma giden ve aklımda tutmaya çalıştığım bir madde var. Bu maddede ‘başarılarınızı onlar uğruna neyi feda ettiğinizi düşünerek kazanın’ diyor.
Hepimiz başarılı olmak istiyoruz ama bazen başarılı olmak için çok kötü şeyler yapmamız, arkadaşlarımızı aldatmamız, topluma kötülük etmemiz, doğru olmayan bir şeyi doğruymuş gibi göstermemiz gerekebiliyor. Böyle bir başarı bizim istediğimiz gibi bir başarı mı? Başarılı olalım bu çok güzel ve motive edici bir duygu ama bunu taşırken alnımızın ak, başımızın dik, vicdanımızın da rahat olması lazım.
Katıldığınız bir programda “Hayattaki bütün beklentilerinizi bir insana yönlendirirseniz ilk başta kendinizi sonra o insanı mutsuz edersiniz” diyorsunuz. Mutlu olmayı beklerken sorumluluktan bu denli kaçışımızın nedeni nedir? Hayatımıza bir sürü teknolojik ürün, hizmet cihazı giriyor. Teknoloji deterministtir, belirleyici, demokratiktik ve acımasızdır. İyisi ve kötüsü ile liyakat ilişkisi içerisinde hiç kimsenin iltimasına pay bırakmadan hayatımızda kalır ya da çıkar. Kötü bir teknoloji hayatımızdan hemen çıkar ama başarısız insanlar hayatımızdan çok zor çıkarlar. Başarısız bir yönetici başarısızlıkları ile birlikte emekli olabilir. Emekli maaşını başarısız bir kariyer ile elde etmiş de olabilir. Biz insanları rasyonel akılcı, mantıklı varlıklar olarak düşünüyoruz. Fakat gündelik hayattaki davranışlarına baktığımızda bireyler ve toplumlarda hiçbir akla, mantığa uyduramadığımız davranışlar silsilesi görüyoruz. Burada insanın en yetenekli olduğu konu bahane üretmesi.
"Bahane üretme jeneratörü gibiyiz. Başarılarımız için kendimize ait övgülerimiz var ama başarısızlıklarımıza yönelik binlerce bahanemiz var."
Mesela, doksan dakikalık bir futbol maçı yapılıyor. Dokuz bin dakikalık tartışma programı var. Oysa maç bitmiş ve skoru belli. Bunu artık kimse değiştiremez ama onlarca insan onlarca kanalda saatlerce bunu konuşabiliyor. Öyle olsaydı böyle olurdu, böyle olsaydı şöyle olurdu. Biz sahip olmadığımız her şeyi, bütün beklentilerimizi etrafımızdaki insanlara yansıtıyoruz. Evli birinde eşi, çocuklu birinde çocuğu, bir çalışanda yöneticisi ya da bir yöneticide çalışanı oluyor. Biz kendi yapamadığımız ne varsa etrafımızdaki insanlara yansıtıyoruz. Evlilik metaforunda ya da ilişki metaforunda düşünelim.
"İstiyoruz ki kız arkadaşımız güzel, alımlı ve anaç olsun. Hayatımızda bir eşten ne beklentimiz varsa hepsini onun üzerine yüklüyoruz. Bu da doğal olarak mutsuzluk üretiyor. Böyle mutlu olmak mümkün değil. Bütün beklentileri karşı tarafa yansıttığınız zaman kaçınılmaz olarak mutsuz oluyorsunuz. Çünkü bütün sorumluluğu ona yıktığınızda sizin hiçbir sorumluluğunuz kalmıyor."
Felsefede ünlü bir tespit vardır; sizin sağlığınızı düşünen bir doktor, sizin vücudunuzun fit olmasını düşünen bir antrenör olduktan sonra siz artık bunları düşünmez hale gelirsiniz. Siz kendi sağlığınızı başka birine emanet ederseniz o ne derse onu yapmaya başlarsınız. Bu kuytu çok rahatlatıcı bir kuytudur. Kendinizi o kabukla kapsarsınız, çevrelersiniz ve onunla yaşamaya başlarsınız. Kendimize ait sorumluluklarımızla yüzleşmediğimiz için bütün yükümlükleri etrafımızdaki insanlara saçıyoruz. Bir anlamda onları öyle olmadıkları için suçluyoruz. Hepimiz eşsiz bir kar tanesiyiz. Hepimizin bir hayatı ve beklentileri var. Kendi sorumluklarımız ile yüzleşerek kendi adımıza daha mutlu bir geleceği inşa edebiliriz.
Katıldığınız bir programda “İnsanların nasıl olurda dünyanın en büyük buluşu olan internetten nasibini almadığını düşünüyorum” diyorsunuz. İnternet siteniz ‘www.dunyahalleri.com’ da gençlere ilham verecek paylaşımlarda bulunuyorsunuz. Sitenizden ve insanların interneti nasıl kullanmamaları gerektiğinden bahseder misiniz? İsterseniz Dünya Halleri’nin hikâyesi ile başlayalım. Bir gün bir tanıdığım dedi ki; Türkiye’nin en etkin ve en etkileşim alan bloglar listesi diye bir liste hazırladık. Senin blog orada haftalardır bir numarada. Benim kişisel bloğum ‘mserdark.com’ adresidir. Öyle olduğunu görünce kendimde bir sorumluluk hissettim. Madem bu blog Türkiye’nin bu kadar okunan bir bloğu öyleyse daha fazla vakit ayırayım ve daha fazla şeyler üreteyim, insanlara faydalı olayım dedim. Fakat blogtaki bir yazımın en kısa süreni 4-5 saatimi alıyor. Çok az gün bu kadar zamana sahibim. Orada aklıma bir şey geldi. Ben şunları yazardım diyeceğim şeyleri not almaya başladım. Bir pazar günü fırsatım da varken şurada şu oluyor, burada bu oluyor diye haftanın özeti olan birkaç maddelik bir şeyler hazırladım. Bu benim bloğun en çok okunan ve etkileşim alan şeyi oldu. İkinci haftada yaptım ve devamında 3-5 derken bu 40’lara kadar geldi. Ben bunu özenerek baya geliştirdim. Sonrasında bir banka buna sponsor olmak istedi. Ben de bloğuma reklam almıyorum. Sizinle bunu başka bir yere taşıyalım ve orada sizin de sponsor olduğunuz bir yapı olsun dedim. 44. haftada ‘dunyahalleri.com’ diye bir site oldu. Biz 100 küsur hafta daha o bankayla devam ettik. Daha sonra başka bir banka geldi ve o sponsor oldu. Biz şimdi şu röportajı yaptığımız zaman 210. haftalara geldik. 210 haftadır kesintisiz olarak bir şeyler üretiyoruz.
Kendimizi ve zihnimizi dışarıya açıp yeteri kadar beslenemiyoruz.
Ülke olarak en büyük eksiklerimizden bir tanesi İngilizce bilenlerin yok denecek kadar az olması.
Şirketlerin, üniversitelerin konferanslarının sahnelerine çıkıp bir şeyler anlatıyorum. Türkiye’de insanların bilgiye yönelik saygısı, açlığı, ihtiyacı yok olmuş değil. O bilgiye saygı var ama onun için gereken emeğe takat yok. Birisi o emeği benim adıma çeksin ve bana hazmedebileceğim şekle getirip önüme koysun istiyor. Ben de bu rolü üsteleniyorum ama bir yandan da Türkiye’de İngilizce bilen sayısı yok denecek kadar az. Bence bu ülke olarak en büyük eksikliklerimizden biri. Kendimizi ve zihnimizi dışarıya açıp yeteri kadar beslenemiyoruz. Kendimizi dengesiz ve kısıtlı kaynaklarla besliyoruz. Dünya Halleri’ndeki özetler doğası gereği yabancı kaynaklara referans veriyor. Çünkü dünyayı anlatıyoruz. Bunlar güzel ama İngilizceyi anlamıyoruz diye sitemler gelmeye başladı. Oturup interneti Türkçeleştiremeyeceğime göre dedim ki en azından pazar günü yayınlayacaklarımızdan beş tanesini çevirelim. Zaten gücümüzün yeteceği de buydu. Günde 5 tane haber yapmak biz de seçiciliği tetikledi. Ben her gün o gün için en anlamlı olabilecek şeyleri seçmeye başladım ve o şekilde içerik havuzuna dönüştü. Her hafta pazar günü haberleri yayınlamadan önce son kez gözden geçirirken diyorum ki; benim yaptığım bu şeye insanlar bedava ulaşıyor. Bunu 2-3 yıl biri okusa âlim veya kendi alanında uzman olur. Benim yaptığım şey herkese açık olan bir bilgiyi sadece alıp derleyip toplamak. Şurada açık büfe var. Burada aç insanlar var ama aç olan insanlar oraya gidip kendi sevdiklerini yemeye üşeniyor. Ben bir tabağa alıyorum onlar için bir seçki hazırlayıp sunuyorum. Bazen o tabaktan bile yemeyen insanlar oluyor.
"İstatiksel olarak baktığımızda 80 milyona yakın bir nüfus var. Yarısı genç ve yine istatistiksel olarak gösteriyor ki bu gençlerin yarısı işsiz. Bu gençlerin önemli bir bölümü de ne okuyor ne de çalışıyor. Büyük bir boşluktalar."
Kafası kesik tavuk gibi oradan oraya dolanıyorlar. Onlar için içeriği ürettiğim zaman diyorum ki; ‘Bu kadar çok şeyin yaşandığı bir dünyada bu kadar kayıtsız insan nasıl olabilir?’ Nasıl yaşayabilir? Huzurla başını yastığa nasıl koyabilir? Beni 200 küsur haftadır ayakta tutan ve bu enerjiyi sağlayan şey budur. Benim için çok yüksek maliyetli bir operasyondu. Çünkü artık bunu hayata geçirebilmek için bir sürü kişi çalışıyor. Ben onların geçimini sağlamak zorundayım ve bunu sağlamak için de bir sürü bir şey yapmak durumundayım. Hepsi ne için biliyor musunuz? Bunlardan biri okuyup da nasiplenir, faydalanır kendi dünyasında bir ufuk açar diye ama bir yandan bakıyorum potansiyel hedef kitlesi ile ulaşabildiğimiz hedef kitlesi arasında çok büyük bir uçurum var ve bu beni korkutuyor.
Yakın geleceğe dair en büyük korkum elimizde bu kadar fazla fırsat, imkân, kaynak varkenki kayıtsızlığımızdır.
Ben bunları umursamıyorum, diyor. Peki, sen neyi umursuyorsun kardeşim? Senin hayattaki derdin, hırsın ne? Sen ne olacaksın? Yarın bir gün yaşlandığında dönüp baktığında ne yaptım diyeceksin ya da 9 milyara yaklaşan dünya nüfusu içinde sen 2050 yılında dönüp baktığında 9 milyar insandan biri olarak dünya için ne ifade edeceksin? Bu ülkeye dair senin gelecekteki hedefin ne planın ne? Kendini nerede görüyorsun? İnternet dediğimiz şey insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar bütün yolu yordamı, başarıyı başarısızlığı sana ücretsiz sunuyor.
"Dünyanın en büyük patronlarının blogları var ve tecrübelerini yazıyorlar. Dünyanın en büyük en gelişmiş üniversiteleri Youtube'a derslerini koyuyorlar. İnsanlar o hocalardan ders alabilmek için dünyanın en zor sınavlarını atlatıp o sınıflara giriyorlar. Sen kanepende uzanıp kaşına kaşına play tuşuna basıp onu izleyebiliyorsun hem de bedavaya. Böyle bir dünyada hepimiz çok huzursuz, rahatsız ve tedirgin olmalıyız."
Dünya Halleri'nde gücümün yettiğince yapmaya çalıştığım şey budur. Bu kayıtsızlık çok tehlikeli bunu değiştirmemiz lazım.
İnsanlığa tavsiyem meraklarını beslesinler.
Gençlere verdiğiniz en büyük tavsiye nedir? Gençlere değil de bütün insanlığa tavsiyem meraklarını beslesinler. Çocuklar ve yetişkinler arasında büyük farklar vardır. Bazen bazı vesilelerle çocuklara konuşmalar yapıyorum. En çok fark ettiğim şey onların ne kadar katılımcı olduğu oluyor.
"Çocuklarla bir şey konuşurken ya da bir şey sorduğunuzda hepsi cevap vermek için birbiri ile yarışıyor ama yetişkinlere bir şey sorduğunuzda herkes aman ters bir şey söylemeyeyim diye suskunluğa bürünüyor. Koltuğunun, sandalyesinin içinde kendini kaybetmeye çalışıyor. Çocuklarla yetişkinlerin farklarından bir diğeri de soru sormaları. Bu sorular arasında en kıymetli olanı ‘neden’ sorusudur. Biz büyüdükçe 'neden' sorusunu sormayı unutuyoruz."
Gündelik hayatımız içinde sorduğunuz soruları bir yere not edin ve çentik atın. En az çentik 'neden' sorusunun karşısında olacak. Oysa çocuk en çok 'neden' sorusunu sorar ve bunu asla bir yetişkin gibi sormaz. Biz 'neden' sorusunu bile çok rasyonel ve mantıklı gerekçeler ile sorarız. Neden içinde zeytinyağı var? İnsanlar acıkırsa ekmek bandırıp yesinler diye. Bu bir yetişkin sorusudur. Çocuk sorusu şöyle olur; Bu ne? Zeytinyağı. Ama neden? Bu ne? Değirmen. Ama neden değirmen? Hadi bakalım bir şeyin neden değirmen olduğunu anlat. Bunu anlatmak zor olduğu gibi bunu merak etmekte bir dehadır. Bir şeyin neden değirmen olduğunu merak etmek zorundayız. Hiçbir yetişkinin böyle bir merakı kalmıyor. Bizim en büyük derdimiz merak duygumuzun yok olmuş olması. Üstelik merakımızı gidermek adına elimizde bu kadar araç, gereç, imkân varken bu derecede meraksızız. Oysa dünyada merak edeceğimiz sonsuz sayıda şey var. Bütün bunların cevapları bizimle ilgili olsun olmasın bizim hayatımızda bir işe yarıyor. Okul dünyasının kuşaklar boyu hiç değişmeyen sorusu vardır. Hocam bu gerçek hayatta bizim ne işimize yarayacak? Onun cevabı şudur; ‘Eşek evladım o senin bir işine yarayacak sadece zamanını bekle.’ Hayatta işine yaramayacak tek bir bilgi yoktur. Eğer işine yaramadığını düşünüyorsan ya vakti gelmemiştir ya da sen aradaki bağı kuramıyorsundur. Aradaki bağı kurmak içinde her şeyi merak etmek lazım. Gencine, yaşlısına, bebeğine tek tavsiyem ve tek dileğim meraklarını beslemeleri, her şeyi merak etmeleri, her şeyi sorgulamaları ve her şeyin cevaplarını aramalarıdır. Cevabını buldukları şeylerin sayısı arttıkça yaşamla olan ilişkileri de başka bir boyuta geçecek. Çok daha başarılı, çok daha mutlu ve çok daha huzurlu olacaklardır.