"Cennet, daha iyinin tasavvur edilemediği yerdir."
Hayata derin bakan, yazdığı her eserde bir meselesi olan, kalemi kadar sohbeti de güzel olan yazar Güray Süngü; hayatını, edebiyat anlayışını, anlatamayışlarını, derdini nasıl ifade ettiğini ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Kederden, tasadan, dertten en güzel kaçış yolu uykudur.
İzdiham Dergisindeki yazınızda “İnsan düşündüğünü dert eder, dert ettiğini düşünürmüş. İnsan, derdiyle değerlenir, değeriyle dertlenirmiş…” diye bir sözünüz var. Güray Süngü’nün bu hayattaki derdi nedir? İnsan derdi ile değerlenir. Değeri ile dertlenir. Aristo’nun yükselen şeyler benzeşir lafı vardır ya bu da böyledir. Mesela, bizim çok kıymetli bir şeyimiz vardır ama o şey gizli saklıdır. Bizden başka kimsenin görmediğini düşünürüz. Bu güzellik olduğu kadar aynı zamanda bir yaradır. Çünkü fark edilmeyen güzellik ağrıtır. Bu biraz onunla alakalı. Eğer ‘Benim derdim nedir?’ sorusuna normal sokaktaki bir insan olarak cevap verirsem herkesin derdi gibi dertlerim vardır. Ama yazan, çizen azıcık düşünen bir insan olarak bu soruya cevap vermek gerekiyorsa yazdıklarınla, temalarınla ve seçtiğin biçimle ilişki kurularak cevap verilmesi gereken bir sorudur. O pencereden de bakınca ‘Derdim ne?’ diye sorulur. Derdim ne anlatıysam o aslında. Düş Kesiği romanımda ne anlatmaya çalıştıysam, Dördüncü Tekil Şahıs romanımda ne anlatmaya çalıştıysam derdim odur. Bunlarda her romanın yazıldığı döneme dair bir şeyler söylenebilecekmiş gibi karşımıza gelebilir. ‘İnsanı bir roman yazmaya iten şey ne?’ hakiki dert orada. Buna dair bir şeyler söylenebilir. Sanatçıların derdi normal bir hayat yaşamayan bazı insanlar ile benzeşen bir derttir. Mesela, sabah erken kalkamayan veya gece yatıp uyumayan roman yazsın ya da yazmasın, beste yapsın ya da yapmasın bu tür insanların ne derdi varsa sanatçının da derdi odur. Farklı farklı isimlendirilebilir.
Mesela, Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı diye bir romanı var. Belki biraz dünya ağrısıdır. Hasan Şentürk diye çok genç müthiş bir öykücü var. Henüz kitabı yok ama onun yeryüzü gerilimi diye bir ifadesi var. Bu isimle bir öyküsü var. Bu belki biraz yeryüzü gerilimdir. Varoluşçu yazarlar için varoluş sancısı denmiş. Her döneme dair sanatçıların neden ürettiği ile alakalı bir takım isimlendirmeler yapılmış. Bunun özde tek bir ismi var. ‘O öz nedir?’ derseniz bunu ben de bilmiyorum. Çünkü hepsi birbirine çok benziyor. Bir sanatçının eser üretmesine yol açan o sızı tek bir sızıdır. Her sanatçı da farklı şekilde zuhur edip farklı tezahürleri olabiliyor. Ben de ne olduğunu biliyorum ama bilmiyorum diyeyim. Garip oldu biraz ama olsun.
Bir yazınızda “İçimizi delen şeyden çıkar hikâye, bakıp da gördüğümüz şeyden değil” diyorsunuz. Kendi hikâyelerinizle kendi hayatınız arasındaki bağa dair neler söylemek istersiniz? Çok alışıldık bir şey vardır. Öykücüler, sanatçılar, yazarlar bir araya geldiklerinde bir şey olur. Mesela otobüste birisi birisine seslenir, yoldan bir tane çocuk koşarak geçer. Yazarlar birbirlerine ‘aaa tam öyküsü yazılmalık şey’ derler. Bu klişedir. Bu bana çok gıcık geliyor ve hoşlanmıyorum. Sanki hayatın kenarında oturup elin çenende, gözlüğünü takmış izliyorsun ve öykülük bir şeyler yakalamaya çalışıyorsun. Bu hiç bana göre değil. Böyle bir avlanma ve hayatı yağmalama meselesi bana göre değil.
Ben hikâyenin içimizi delen şeylerden ortaya çıktığını düşünüyorum. Bakıp da gördüğümüz şeylerden değil.
Çünkü bakıp da çok şey görüyoruz. Ama görme biçimleri denen bir şey vardır. Baktık duvar gördük, baktık insan gördük, baktık ölüm ve aşk gördük. Bu bize ne yapıyor? Neyi ne kadar görüyoruz? Genellikle çok hazırlop tepkiler veriyoruz. Tabi ki bu insanları suçlamak değil. Ama kahrolsun şu, yaşasın şu, ölmesinler şekerde yiyebilsinler gibi tepkiler veriyoruz. Her şey çok otomatik. Kötü bir şey oldu hadi bunun öyküsünü yazalım diyoruz. Hayır, yazmayalım çünkü o kötü bir şey. O kötü şey muhtemelen sonuçtur. Biz onu eşeleyip o sonuca sebep olan şeyi bulmaya çalışıp kaşıya biliyor muyuz ya da kaşıdığımızda kanata biliyor muyuz? Yaramız var mı? Bunlara bakmak lazım. Hikâye içimizi delen şeyden çıkar, bakıp gördüğümüz şeyden değil. Elbette bakmamız, görmemiz lazım. Ama daha çok kanayıp kendimizi ve başkalarını kanatmamız lazım.
Ben istiyorum ki beni okuyan insanlar delirsinler ve kalpleri yağmalasın. Onlara ‘samimiyetle’ hücum etmek istiyorum. İnsanlar mutlu olsun diye yazmıyorum. Tabi ki beni sevsinler istiyorum. Ama ay ne tatlı insanmış bu da diye değil. Beni korkunç bulup sevsinler istiyorum. Ne açıdan korkunç bulsunlar? Ben onların kalplerini yağmalayabileyim. Görüp de geçtikleri şeyleri ben onlar için görüp de geçilmez bir hale getirebileyim. Böyle bir etkide bulunmak istiyorum. Bunun için diyorum hikâye içimizi delen şeylerden çıkar. En azından çıkmalı.
“Hayat, yaşayamadıklarındır” diye bir sözünüz var. Yaşadıklarımızı nereye koyuyorsunuz? Bir romanım var. İsmi, Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı. Orada hayat yaşayamadıklarındır diye bir ifade geçiyor. Aslında bu hayatın yaşayamadıkların olduğuna dair bir tespit değil. İnsanın hayatı hep yaşayamadıkları üzerinden düşünüp, yargılaması ve yorumlamasına dayalı bir tespittir. Aslında hayat yaşadıklarımızdır. Mesela, bir kızı sevdik o bizi sevmedi, o arabayı istedik alamadık, o okula girmek istedik yapamadık. Sanki o okulu kazansaydın başın arşa değecekti ya da o kız seni sevseydi sonsuza kadar mutlu yaşayacaktın. Oysa bu böyle değildir. Çünkü yine başka bir romanda bahsettim.
Cennet, daha iyinin tasavvur edilemediği yerdir.
Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi kitabınızda “Hiçbir şeyi hissettiğiniz ölçüde anlatamazsınız, açıklayamazsınız” diyorsunuz. Hissettiğiniz bir şeyi içinize sinerek anlatamadığınız mevzular oldu mu? Bu zor bir soru aslında çünkü Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’da ‘Kelimeler...kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor’ diye bir sözü var. Orhan Veli’nin 'Anlatamıyorum' diye bir şiiri var. Hatta 'Sanat ve İntihar' kitabında Ali Göçer o şiiri çok güzel ele alıyor. Orhan Veli açısından değil sanatçı açısından ele alıyor. Kalbin eserle tatmin olma meselesi anlatılsaydı, halledilebilseydi zaten biterdi ve bir dahaki eser olmazdı. Onun için asla anlatılmayacak. Ben buna kesinlikle inanıyorum. Ama şu var, ‘anlattıkların seni memnun ve tatmin ediyor mu?’ diye bakarsak ben memnunum. Yani anlatmayışımdan memnunum diyeyim.
Her yeni yazar yeni bir biçimdir.
Öykünün ve romanın yükselip yükselmediği zaman zaman tartışılan bir konudur. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Bütün dünyada bir roman patlaması var. Bu tarz patlamalar bile sektöreldir. Arz ve talep ile de alakalıdır. Sektörlere ve bir takım bazı yazarlara çok para kazandırıyor. Çünkü çok satılıyor ve çok okunuyor. Bu sebeple de arz ihtiyacı doğuyor. Yeni yazarlar çıkıyor ve yeni biçimler ortaya çıkıyor. Her yeni yazar yeni bir biçimdir. Dünyada böyle bir durum var. Türkiye’de ise romanda bir patlama söz konusu değil. Daha çok öyküde bir yükselmeden bahsediliyor. Bununla dalga geçenler var. Biz de zaman zaman bununla dalga geçtik. Yorumlar yapıp düşüncelerimizi söyledik. Son yıllarda edebiyat dergilerinde bir kıpırdama var. Bizim çok güçlü ve çok sayıda dergi geleneğimiz vardı. Bu son yıllarda biraz daha arttı. Bir de etkileşimin çabuk olması, internet ve sosyal medya sayesinde yapılan işin çok çabuk birilerine duyurulabilmesi biraz motive edici. Daha önce bir fanzin çıkarılırdı. Birkaç yere bırakılırdı. Ama kimsenin haberi olmazdı. Şimdi yine çıkarıyorsunuz. Yine okunmuyor ama sosyal medyada paylaşıyorsunuz yorum yapılıyor. Okunmasa bile aslında bir etkileşim içindedir. Bu da biraz yazarların iştahını arttırdı. Yeni mecralar oluştu ve yazarlar buralarda yer aldı. Yayınevleri arttı. Dergiciler tarafından yazarlar aranıyor, öykücüler keşfedilmeye çalışıyor. Göreceli olarak öyküde bir yükselmeden bahsedilebilir. Bunlar konuşulurken hep ‘nicelik olarak çok arttı ama nitelik çok vasat azizim’ denir. Ben hiç bu şekilde düşünmüyorum. Böyle kötümser bir adam değilim. Çünkü bu eleştireyim, beğenmeyeyim tavrı ile sahte bir otorite oluşturulmaktır. İnsan hayran olunca, beğenince, beğenmek için bakınca güzeldir. Yoksa onu da beğenmiyorum. Hiçbir şey yapılmıyor. Sen de hiçbir şey yapmıyorsun tavırları benim hoşuma giden tavırlar değil. Nitelik olarak da çok iyi öykücüler var. 20 ile 30 yaş kuşağı arasında son zamanlarda çok nitelikli yazarlar türedi.Bu demek ki imkânlar ve kişinin kendisine mecra bulması ile alakalıymış. Çünkü yazarlar mecralar az iken o mecranın yayın politikasına göre öykü üretmek gerektiğini düşünüyor. Bu da potansiyeli olan yazarları taklitçiliğe ve ‘mış’ gibi yapmaya yönlendiriyor. Büyük yazarlarımız olması gerekirken ‘yazarcıklarımız’ oluyor. Bunlar da çürüyüp gidiyor. Bu yeni mecralar belki de gencin kafasındaki öyküyü cesurca yazabilmesine sebep oluyor. Bu da bir süre sonra dikkat çekiyor. Bunda enteresan bir şey var. Çünkü çok özgündür. Yani genç bir adam veya kız bir öykü yazıyor. Sağı solu yamuk olabilir ama orada ona özgün bir şey vardır. Eğer iyiyse ve onda bir potansiyel varsa bunu görüp keşfedebilmek lazım.
Muhayyel dergisinin yayın yönetmenliğini yapıyorsunuz. Sizin bulunduğunuz “Edebiyat Çetesi” nasıl toplandı ve derginin kurulma sürecini anlatır mısınız? Edebiyat çeteleri en büyük derdimiz ve problemiz. İnsanlar birbirlerine yakınlaşırlar. Mesela, okulda futbol oynayan çocuklar birbirleri ile arkadaştırlar. Aralarında bir tane sessizce şiir okuyan yoktur. O sıkılık arasında nadiren vardır. Çünkü topal kuşlar topal kuşlarla, kargalar kargalarla takılır. Çete meselesi de böyledir. Kendince bir edebiyat anlayışın vardır. O romanı, o yazarı seviyorsundur. Bunlar iyi arkadaşlar olurlar. Bunlar kurgulanmış bir şey değildir. Kendiliğinden gelişir. Edebiyatta çetelerde biraz böyledir. Bir anlayışları ve görüşleri vardır. Bir de merkez dergiler vardır. Çok çeşitli görüşten ve estetik anlayıştan insanlar orada yer alır. Ben İz Yayıncılık'ta editörüm. İz Yayıncılık daha önce güzel, önemli dergiler yayınlanmış bir yayın evidir. Biz de son yıllarda bir şeyler yaptık ve bizim açımızdan edebiyat dünyası canlandı. Yeni yazarlar, yeni eserler yayınladık ve Muhayyel diye bir edebiyat dizisi yaptık. Değişik roman ve öyküler yayınlamaya çalıştık. Özellikle bunu genç kuşaktan yapmaya çalıştık. ‘Muhayyel edebiyat dizi düzeyinde bir dergi mi çıkaracaktık?’ sorun buradaydı. Yoksa daha genel daha kapsayıcı özellikle kuram açısından ağırlıklı bir dergi mi olacaktı bize sadece bu kritik kararı vermek kaldı. Daha butik daha Muhayyel edebiyat dergisindense İz Yayıncılığın kapsayıcılığı ile biraz daha kuram ağırlıklı bir dergi olsun diye niyetlendik. ‘Dergi çıkaranlar nasıl toplandı?’ dersek zaten toplu haldeydi. Geneli bizim İz Yayıncılık yazarlarıydı ama İz Yayıncılıkta kitabını yayınlamadığımız pek çok yazar dostumuz, abimiz de etrafımızdaydı. Küçük bir edebiyat ortamı oluştu. Şu anda birkaç sayı hazırladık ve yayınlandı. Benim de beklemediğim kadar ilgi gördü. Mottomuz bir takım hayal ve ciddi meselelerdir. Ama ciddi meseleler birazcık daha ağır basıyor. Bende ruhen biraz muzip bir insanım. Haliyle Muhayyile dergisinin Twitter hesabı ben de. Muziplik yapmak istiyorum ama yapamıyorum. Çünkü ciddi bir dergi oldu. Okuru da sahiplendi. Gelen maillerden bunu anlıyoruz. Böyle devam edecek. Ne kadar sürecek bilmiyorum. Aslında ben yapı olarak dergici biri de değilim. Her ay yazı takip et, yazarı ara, yazı gelmedi tarzında işlerle uğraşmak hiç bana göre değil. Ne kadar dayanırım bilmiyorum. Bakalım, kısmet.
İzdiham Dergisindeki yazınızda “Uçabildiğini kimseye söyleme, öyle bir inanmazlar ki düşersin” diyorsunuz. İnsanların söylemlerine çok mu değer veriyoruz? “Uçabildiğini kimseye söyleme, öyle bir inanmazlar ki düşersin.” Benim Twitter için yazdığım bir şeydi. Bazen hatta çok sık Twitter da adımı aratıyorum. Herkes paylaşıyor. Altına da Güray Süngü yazmışlar, sağ olsunlar. Acayip bir hal almaya başladı. Ben de dedim ki bu twit olarak kalmasın buna bir öykü giydireyim. Bir öykü yazdım ve bu ifadeyi öyküyle çevreledim. Geçenlerde Post Öykü’ye bir öykü yazdım. Mesela üniversite kantininde oturuyorsun. İnce şeylerden hoşlanıyorsun. Şiir okuyorsun, göğe bakıyorsun. Senin için roman önemli. Kariyer gibi şeyler aklına gelmiş değil. Orada gelecekten konu açılıyor. Sende kendince ve safça ‘kariyer dediğin şey insanın kendi dışında icat ettiği bir şeydir ve sahtedir. Asıl olan insanın özü diyorsun.’ Sonra bakıyorsun ki çayın bitmiş. Sen çay almaya kalkarken arkandan bakıp ‘bu da işte’ tarzında şeyler diyorlar. Maalesef her şey herkese söylenmiyor. Cahit Zarifoğlu’nun bir lafı var, ‘Onlara aşktan bahsetmek bize bile anlamsız gelir.’ Sen uçabildiğini düşünüyorsun. Adama diyeceksin ama adamın ideali araba sahibi olup arkasına bir şeyler yazdırmak. Bu alt kültürü eleştiriyorum anlamında değil. Bir ideal elle tutulur bir şey olamaz. Elle tutulur bir şeyi satın alabilirsiniz. Oysa ideal satın alınamaz. Onun için Zarifoğlu ‘onlara aşktan bahsetmek bize anlamsız gelir diyor.’ Mesela, uçabiliyorsan söyleme. Öyle bir dalga geçerler ki sen bile inancını kaybedersin. Bu öyle bir şeydir.