Cemil Meriç'in göz nuru Ümit Meriç: "Babam görmeyenlere örnekti..."
Gözlerini kaybeden Cemil Meriç’e 33 yıl hizmetkarlık yapan hayırlı bir evlat, kalbiyle konuşan bir düşünür olan Prof. Dr. Ümit Meriç; hayata, tarihe, günümüze, teknolojiye, babasıyla olan ilişkilerine kadar bir çok konuya dair düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Cemil Meriç’in 'gören gözleri' Ümit Meriç, babasına hizmet etmenin vatana hizmet etme olduğunu düşünen hayırlı bir evlat, babasının hakikat yolundaki davasında onun eli, kolu olan yol arkadaşı ve günümüzün en önemli sosyologlarından bir yazar... "Cemil Meriç sadece görenlere değil, görmeyenlere de bir örnek” tanımıyla babasının derin hikayesini bizimle paylaşmaya başlayan Ümit Meriç, Cemil Meriç'in her daim arkasında olan annesi Fevziye Menteşoğlu'nu, hayatını, günümüzü, teknolojiyle olan ilişkisini, İstanbul'un bilinmeyenlerini ve yeni çalışmalarını GZT için anlatıyor...
İrfan mektebinin muallimi, hakikat adamı, kendisini sevmeyenleri bile kendine tiryaki ettiren, 20. yy. Türk düşünce hayatının en parlak yıldızı olarak tanımlanan Cemil Meriç’i, siz nasıl tanımlarsınız? Cemil Meriç’i tanımlamak için önce 12 ciltlik kitabını okumak lazım. Ondan sonra Cemil Meriç’in namuslu bir aydın olduğunu tespit etmek lazım.
Sonra ciddiyetini teslim etmek lazım ve en sonunda da ülkesinin fikir haklarını, manevi haklarını bütün dünyaya karşı savunan bir insan, kanaatine varmak lazım. Cemil Meriç için birçok şey söylenebilir ama ilk ve en önemli vasfı, ciddi bir insan olmasıdır.
Bu ciddiyeti fikir sahasında gösteren bir insan ama ele aldığı bir konuyu incelerken, gözleri görmediği halde ulaşabileceği bütün kaynaklara ulaşan, bunun için çalışan, yüzsuyu döken ve sonunda da gerçekten elindeki malzemeyi en güzel şekilde yoğurarak, önümüze mükellef bir fikir abidesi çıkaran bir insan.
9'da başlayan mesaiyi, akşam 6'ya kadar devam ettiren bir insan.
Dolayısıyla ciddiyeti üzerinde ehemmiyetle durmak lazım. Bu açıdan hepimize örnek. Tabi bu ciddiyet beraberinde çalışkanlık kavramını da getiriyor. Çok çalışkan bir insan. Sabah saat 9’da başlayan mesaiyi, akşam 6’ya kadar devam ettiren bir insandı. Bu zor şartlar altında önce kendini yetiştiren, sonra kendi toplumunu yetiştirmek isteyen bir yol gösterici, bir mürşit diyebiliriz.
1950’lerin Türkiye’sini düşünürsek, o yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca okutmanı olarak görev yapan bir insandı ve batıcı olduğu bir dönemdi. O yıllardan hukuk fakültesi talebelerinin hatıralarında kalan izlenim, yumruğunu kürsüye vurup “ya batılı olacağız ya da batacağız” diyen bir Cemil Meriç’tir.
- Karşısındaki talebelerde batıya çok fazla ilgi duymayan, yani cumhuriyet ideolojisi muasır medeniyetler seviyesine çıkmak olduğu halde, batıya da çok fazla ilgi duymayan, üzerimizde hala devam eden ölü toprağı serpilmişlik var ya, öyle bir öğrenci kitlesiydi.
Fakat o öğrenci kitlesinin içinden, o da kendisi gibi ciddi olan öğrencileri seçmeyi bilen, onları evine alan, onlardan hiçbir ücret talep etmeden bildiği yabancı dili öğreten bir hoca.
Bu babamın seçtiği öğrencilerin hemen hepsi olan 1950’lerden kalan öğrenciler kuşağı, üniversitede kalmışlar ve profesör olmuşlardır. Bir kısmı ahirete intikal ettiler ama kendi ciddiyetini bir kriter olarak kullanıp, en ciddi öğrencileri seçen, onları rahle-i tedrisatından geçiren ve onları da ciddi birer entelektüel haline getiren bir hoca. Benim üniversitede asistanı olduğum Profesör Nurettin Şazi Kösemihal şöyle derdi babam için:
Babanız bir tekke şeyhi gibi ona bende olan derviş, ömür boyu onun alakasından dışarı çıkamıyor.
Bu teşbih gerçekten yerinde bir teşbihtir. Babamın bu seçmiş olduğu öğrenciler ömür boyu, babamın son nefesine kadar babamın çevresinde bulunan, ona okuyarak, ona kitaplar getirerek yardımcı olan insanlardır.
Cemil Meriç’i takdim etmek lazım
Mesela Selver Feridun Tanili, şimdi gençler arasında Uygarlık Tarihi kitabıyla çok okunan bir insan. Selver abi, Fransa’ya gitmişti. Oradan babamın Hint Edebiyatını yazdığı sırada ulaşmak istediği ama Türkiye’de ulaşamadığı kitapları alıp, Türkiye’ye yollayan insandı. Talebeleri de babamın eserlerinin hazırlanmasında, içinde bulundukları şartları değerlendirip ona yardımcı olurlardı. Tabi ki bugünün Türkiye’sini, tekrar ediyorum gençlerimize bir çalışkanlık, bir ciddiyet abidesi olarak Cemil Meriç’i takdim etmek lazım.
Günümüzde bu çalışkanlık, bu ciddiyet maalesef biraz küllenmiş vaziyette ama yine de temenni ediyorum ki, 21. yy. Türkiye gençliği gözleri görmeyen bir insanın 12 ciltlik bir külliyat kaleme almış olmasını kendine örnek alarak ciddiyetle çalışmalarına başlar ve devam ettirir.
Cemil Meriç nasıl bir baba ve nasıl bir arkadaştı? Bizim babamla aramızda tam 30 yıl yaş farkı var ama babam çocuklarıyla çocuk olmayı bilen bir insandı. Hatta torunlarıyla da onların yaşına inip küçük bir çocuk olmayı bilen bir insandı.
Gözlerini kaybettikten sonra ben başladım
Dolayısıyla bir yerde ben onun gözlerinin yerine geçtim.
Babam başlangıçta bize çok ciddiydi. Gözlerini kaybettiği dönemlerle kıyaslarsam, gözlerinin gördüğü dönemlerde daha bir kaşı havada bir babaydı. Gözlerini kaybettikten sonra ben ona okumaya başladım. Ben 8, babam 38 yaşındaydı. Dolayısıyla bir yerde ben onun gözlerinin yerine geçtim. Tabi sadece ben değil, annem, abim, az önce bahsettiğim talebeler kuşağı, herkes ona okurdu. Malum kız çocuğu babaya çok bağlıdır. Bende bu kuralın içine dâhil olan bir kız çocuğuyum. İlkbahar günlerinde şimdi Büyükşehir Belediyesi’nin lokantası olan Fetih Paşa Korusu’nun önündeki evimizin mermer merdivenlere otururduk.
Ben ona Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu okurdum. Mesela İdeolocya Örgüsü, bunu okuyorum ama İdeolocya Örgüsü ne demek, bunu babama sorardım.
Sonra baktım ki rahatsız ediyorum, çünkü hiçbir şey anlamıyorum. Onun üzerine karar verdim. Anlamasam bile okuyayım, babam için okuyorum, kendim için okumuyorum. Anlamadan okumaya devam ettim. Zaman içinde birçok şeyi bende anlamaya başladım. O dönem böyle bir çocukluk kararına varmıştım. Çünkü babamın körlüğünü unutması, ona okumamıza bağlıydı. Yani karanlıklarının aydınlanması için, zihninin mutlaka doldurulması gerekiyordu. O dışarıdan gelen malzemeyi en güzel şekilde, kendi hazırlığıyla mükemmelleştirerek, yepyeni bir terkip olarak sunuyordu.
Aramızda baba-kız ilişkisinin ötesinde hoca-talebe ilişkimiz var.
İlerleyen zaman zarfında bu ilişki sekreterlikten, yazı arkadaşlığına döndü ama bence en önemlisi iki dost ilişkisiydi. Babamda benimle sırlarını paylaşırdı, bende babamla sırlarımı paylaşırdım. Tabi olarak bir babanın kızına anlatmaması lazım gelen şeyleri, dost olduğum için ve sır saklamasını bildiğim için o bana anlatırdı. Bir kız evladının babasına anlatmaması gereken konuları da, ben babama anlatırdım. Dolaysıyla biz onunla çok boyutlu, dünya tarihinde ben ikinci bir örneğini bilmediğim, çok katmerli bir ilişki var aramızda. İlişkimizin son demlerinde de, felç olduğu için onun hemşiresi de oldum.
Ona bir Tıp mensubuymuş gibi, dikkatle hizmet ettim ve son nefesine kadar yanından ayrılmadım.
Öğrendiğimiz kadarıyla anne tarafınızda Menteşe Beyliğine dayanan soylu bir aileden geliyor. Anneniz Fevziye Hanım ve ailesini sizden dinleyebilir miyiz?Tarih kitaplarımız geçmişimizle ilgili yüzeysel, sati bilgiler veriyor ve bu yüzden Osmanlı bile hayatımıza yeni yeni girmeye başladı. Bu açıdan Osmanlı öncesi Anadolu Beylikleri döneminin de, Cumhuriyet kuşaklarının hafızasına kazandırılması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bugün bizlerin üzerinde yaşamış olduğumuz bu topraklar 1200’lerde Anadolu Selçuklarının yıkılmasından sonra, bir dönem Türk Beylikleri arasında paylaşılmıştır. Bir tür eyalet sistemi gibi paylaşılmıştı. Bunların içinde Menteşe Beyliği bugünkü Bodrum, Milas, Marmaris bölgesine hakim olan ve uç beyliği olarak adı geçen bir beylik.
Hatta Deniz Müzesi’nde ilk deniz savaşını yapan Türkmen Beyliği olarak geçiyor. Rodos Şövalyeleriyle savaşıyorlar, Venediklilerle ticari ilişkiler içindeler ve kendilerinden önceki medeniyetleri de sinelerine sarmış vaziyetteler. Bugün o bölgede yapılan kazılarda caminin yanında kilise de ortaya çıkıyor. Camiye baktığınızda üzüm motifleri var, bir friz olarak. Bu motiflerin hepsi bizim medeniyet tarihimize Anadolu’daki daha eski medeniyetlerden intikal eden unsurlar.
Onları yok etmedik biz, onlar bize karıştılar ve bu şekilde medeniyetimiz bir kartopu gibi büyüyerek bugünlere kadar geldi.
Ben o açıdan beylikler döneminin de, 1071’den itibaren Anadolu Selçukluları’nın arkasından Türkmen Beylikleri döneminin, Anadolu’da yaşayan insanların zihninde yeniden canlandırılması gerektiği kanaatindeyim. Menteşe Beyliğinin kurucusu Menteşe Bey’in türbesi şu anda Fethiye’de bulunuyor. Gidip sorarsanız kimse bunun farkında değil ama o topraklarda betondan evi olan her insan, o eve sahip olmayı Menteşe Bey’in o toprakları almış olmasına borçludur. Tarihimizle bu bağlantıyı kurmamız şart. Üstelik insanların zihnini maalesef bir takım yanlış bilgilerle donatıyoruz. Mesela, Menteşe Bey’in türbesi Fethiye’de kral mezarlarının hemen önünde, bir kapalı türbedir. Yanında o dönem Anadolu’yu fethetmiş insanların mezarları var. O mezarlıkların altında yatan insanların her birisi Fatihalarla mutlaka anılması gereken insanlar ama öyle olmuyor. Mezarlığı bir köşesi alınıyor istimlak ediliyor ve ilkokul binası yapılıyor.
Ayrıca Menteşe Bey’in türbesine, Gazi Ahmet’in türbesi deniliyor. Hem tarihimize karşı bir saygısızlık var hem de tarihimize karşı bir cehalet söz konusu. Bu özelliklerimizi iptal edip, Anadolu topraklarına yeni bir bilinçle bağlanmamız lazım. Annem, Yıldırım Beyazid’in fethetmiş olduğu Menteşe Beyliğinin üç şehzadesinden birinin soyundan geliyor. Bu şehzadelerden birisi Kıbrıs’a sürülüyor. Meşhur edebiyatçı ve musikişinas olan Ahmet Rasim Bey, Kıbrıs’a sürülen şehzadenin soyundan geliyor.
İkinci şehzade Erzurum’a sürülüyor. Eski bakanlardan Haldun Menteşeoğlu, o şehzadenin soyundan geliyor. Annemin büyük dedeleri de Safranbolu’ya bağlı Bulak adlı bir köye yerleştiriliyor ve ilk defa dedem Safranbolu medresesini bitiriyor. Katır sırtında Bartın’a iniyor, oradan bir tekneyle Zonguldak’a geliyor. Oradan da bir gemiyle İstanbul’a geliyor ve Fatih medresesinde talebe oluyor.
Dedem bir Osmanlı kadısı, İstanbullu bir hanımla evleniyor.
Sancaktar Ali Bey’in kızıyla, Zeyrekli bir ailenin kızıyla. Önce Maraş’ta, sonra Girit’te hakimlik yapıyor. Beyrut’ta hakimlik yaparken annem ve ikiz kardeşi olan teyzem dünyaya geliyorlar. Bir kuşak öncesinde ailem Beyrut ve Girit’te bürokrat olarak görev yapmış. Zannediyorum ki Türkiye Cumhuriyeti elbette ki sevgili devletimizin sınırlarıdır ama hepimizin bilinçaltında bir parça Osmanlı sınırları, bir parça Selçuklu sınırları yaşamaya devam ediyor. Mesela eski Beyrut Belediye Reisi Adıl El Solh adlı bir beyefendi vardı. Göztepe’deki evimizde karı-koca bizim komşumuzlardı. Adıl Bey derdi ki: Şam’daki dondurma dükkânında 2. Abdülhamid’in portresi asılı.
Yani bugün Şam üzerinde oynanan oyunlar, büyük girdaplar bir tek bu hikâyeyle bile anlaşılabiliyor. Annem Darülfünun ’un son mezunları kuşağındandır. Galatasaray Lisesi, bürokratların, paşazadelerin erkek çocukları için açılmış. Onun muadili, kızlara mahsus olan lise olarak da Kandilli Kız Lisesi açılıyor. Orası Abdülhamid’in halası olan Adile Sultan’ın sarayıdır. Sonra Erenköy Kız Lisesi’ne gidiyor ve orada Reşat Nuri Güntekin’in talebesi oluyor.
Farsça hocası Muallim Cevdet, böyle çok seçkin hocaların elinden yetişmiş. Sonrasında Darülfünun coğrafya şubesine gidiyor ve orayı bitirdiği sene, Darülfünun lav ediliyor ve 1933’te İstanbul Üniversitesi oluyor. Dolayısıyla annem, Darülfünun son mezunu ama Anadolu’nun çalıkuşlarından bir tanesi. 15 yıl Anadolu’nun çeşitli liselerinde annemin öğretmenliği var. Sivas’ta, Adana’da ve Bilecik’te öğretmenlik yapıyor.
Sabri Ülgener hikayesi...
Mesela Bilecik ortaokulunda Sabri Ülgener annemin talebesidir. Fakir bir köylü çocuğu o zaman Sabri Ülgener.
Hatta şöyle bir olay olmuş. Bilecik’in soğuk bir kış günü, okulun odun alacak ödeneği olmadığı için öğrenciler yanlarında tezek getiriyor. Her sabah çocuklar yollarını yürüyerek geliyor. Gislaved lastiklerin içinde çorapları ıslak annem sobayı yakıyor ve akşama kadar çocukların çoraplarını öğretmen iskemlesinin kenarına asıp kurutuyor. Türkiye’nin bu dönemleriyle kıyaslandığı zaman hikâye zannedilebilecek kadar zor yıllardır. Annem, bir gün karşısında çocuklar otururken boyunlarını bükmüşler, karanlık düşüncelere dalmışlar gibi geldi, diyor. Birden dersi kestim ve çocuklara ‘Beni dinleyin size farklı bir şey söyleyeceğim dedim.’ diyor. Hepsi bir dirildi. ‘Siz şimdi kendinizi nasıl görüyorsunuz?’ diye sordum diyor. Böyle fakir köylü çocukları, istikbali yok, ne olacağı belli değil. Annem, ‘Ben karşımda yarının büyük iş adamlarını görüyorum, bunlar yurtdışına ihracat yapıyorlar. Ben karşımda büyük doktorlar, başhekimler görüyorum. Ordunun büyük temsilcilerini görüyorum.’ diyor. Bu sözü dinleyen talebeler arasında Sabri Ülgener var. Türkiye’nin en büyük ihracatçı şirketlerinden birisi olmuştur.
Yine Fikret Pamir adında bir öğrencisi var. O da Etfal Hastanesi’nin başhekimi olmuştur. Annemin vermiş olduğu o moral çocukların hayatlarını, bir yere odaklanarak kanatlanmalarını sağlayacak kadar anlamlı olmuştur. Babamla tanışmaları bir parça öyle, babam 24 yaşında, annem 36 yaşındaydı. Babam yüksekokul talebesi, annem lise hocasıydı. Tanışmalarına Osmanlı Marksist’i olarak bilinen Kerim Sadi Bey vesile oluyor. Babamda İstanbul’a geldikten sonra o çevrelere giriyor. Yaş farkı var ama Fevziye Hanım çok aklı başında bir insan, Cemil’deki cevheri keşfedebilir, diyorlar. Gerçekten de öyle oluyor.
Evlenme teklifi...
Tanışmalarından kısa bir süre sonra babam evlenme teklifi ediyor. Babam bir takım kötü özelliklerini de sayıyor ama annem alındaki nuru hissettiği için ‘teklifinizi kabul ediyorum, cesaretimi takdir edersiniz’ diyor. Bu şekilde evleniyorlar. Babamın 11 binlik ciltlik bir kütüphane kurması, memur maaşıyla 4 kişilik bir aileyi geçindirmesi annemin ferasetine borçlu olduğumuz bir güzelliktir. Annem senelerce aynı paltoyu aynı ayakkabı giymiştir ve babamın eserlerini yazması için ona gereken atmosferi hazırlamayı hayatının en anlamlı görevi bilmiştir. Her erkeğin arkasında bir kadın vardır denir. Fevziye Hanım için doğru bir tespittir. Cemil Meriç’in arkasında Fevziye Menteşoğlu var.
Ben mesela Bodrum’un bir köyü olan Gündoğan’daydım. Tam sahilde bir cami var. Denize en yakın olan camiye namaza gitmiştim. Oranın imamı ile tanıştık. Biraz hoşbeşten sonra ben Cemil Meriç’in kızıyım dedim. İmam tanımıyordu Cemil Meriç’i. Hakikaten bende hayret ettim. Demek ki zannettiğimiz kadar çok tanınmıyor ama belli bir entelektüel seviyenin üstündeki insanlar, sağ ve sol cenahtan Cemil Meriç’i okuyorlar. İnşallah bundan sonraki yıllarda, bütün gönlümle temenni ederim. Onun gösterdiği irfan dünyasına da girerler ama dünya kültüründen kopmadan.
Kendini ne sağcı ne solcu olarak gören Cemil Meriç, her kesimin saygısını kazandı. Muhafazakâr kesimin Cemil Meriç’i bu kadar sahiplenmesini nasıl açıklarsınız? Evvela, dili dolayısıyla. Bu dil sağ cenahın sevdiği, özlediği bir dildi. Ben bu sağ ve sol kavramlarının artık Türkiye için, dünya için de eskimiş olduğu kanaatindeyim. Muhafazakâr kavramının yeniden değerlendirilmesi lazım geldiği kanaatindeyim. Muhafazakârlar neyi muhafaza ediyorlar? Bu soruyu sormamız gerekiyor. Manevi değerlerimizi, evet. Cemil Meriç’le bu noktada buluşuyorlar ama bence Cemil Meriç kendini muhafazakâr olarak takdim eden kesimin dışında da okunuyor. Tasavvur buyurunuz ki, Cemil Meriç’in kitaplarını basan yayınevi, sol bir yayınevi olarak bilinen bir yayınevidir. Yani bu kavramlar artık aşınmıştır.
Sağ, sol, muhafazakâr, yenilikçi gibi kavramları kenara atıp ciddiyetle Cemil Meriç bize ne anlatmak istedi, bunun peşine düşmek gerek.
Bu da dünya entelektüeli olmak için gereklidir. Yani Cemil Meriç dikkatimizi kendi tarihimize çekmiştir ama dünya ufuklarına da işaret etmiştir.
Son zamanlarda Sefa Kaplan Bey’in “Gözleri görmeyen iki adam: Cemil Meriç-Jorge Luis Borges” diye bir kitabı çıktı. Sefa Kaplan şahsen babamı tanıyan bir adam, evimize gelmiş gitmiş bir insan.
Ben kitabını çok sevdim. Kitapta Cemil Meriç ile Borges, ikisi de görmeyen iki entelektüel, birisi Arjantin’de biri Türkiye’de, aşağı yukarı çağdaşlar(doğum-ölüm tarihleri itibariyle) ve üzerine çalışmış oldukları konularda benzer. Mesela Borges’te bir Dünya Edebiyatı kaleme almak istiyor. O daha çok İngiliz ve Alman Edebiyatları üzerine çalışıyor. Cemil Meriç’te bir Dünya Edebiyatı kaleme almak istiyor. Önce İran’dan başlıyor, sonra İran’ı bırakıp Hint’e geçiyor. İltifat görmeyince Edebiyat Tarihi yazmaktan vazgeçiyor ama bu özellikleri onları ayrıca yakınlaştırıyor. Fakat Borges bugün dünya çapında bir aydın, bütün dünya biliyor, bütün dünya dillerine tercüme edilmiş bir insan. Cemil Meriç ise Türkiye Türkçesini konuşan, sınırların dışında ismi hemen hemen bilinmeyen bir isim.
Azerbaycan biraz Cemil Meriç’in farkındadır. Bence Türkiye’deki entelektüellerin bir kısmının dünya çapında tanınmamasının sebepleri üzerine düşünmek lazım. Bu bizden çok batıdan kaynaklanan bir kusur, çünkü batının batı dışında kalan ülkelere gösterdiği ilgi, özellikle Türkiye söz konusu olduğunda belli konularla sınırlanıyor. Mesela Kürtler olduğunda bu birden itibar kazanıyor veya Ermeni meselesi. Ermenilerle olan ilişkilerimizdeki hoşa gitmeyen taraflar, belli konuların dışında Cemil Meriç gibi kendi ülkesinin irfanına dikkat çekmek isteyen ama aynı zamanda da dünyanın kültürüne Türk insanını taşıyan bir insan yeterince cazip gelmiyor. Bu Türkiye’den çok batı ülkelerinin Türkiye’deki belli şikâyet konularını kaşımak istemelerinden kaynaklanıyor. Anlaşılan biz de kendimizi yeterince tanıtamıyoruz. Cemil Meriç Türkiye’de Fransa’nın kültür elçisi sayılabilecek bir insan olarak değerlendirebiliriz. Böyle olduğu halde Fransa Cemil Meriç’ten şuan itibariyle habersiz.
Bu Ülke'nin hikayesi...
Cemil Meriç gözlerini kaybettikten sonra “hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim” dediği ‘Bu Ülke’ kitabını yazdı. İnsanlar bu kitabı neden okumalı ve okuyanlar bu kitapta Cemil Meriç’ten neler bulacaktır? Evvela başlık ikaz edici, “Bu Ülke”. Evvela kendimize dikkat etmemiz lazım geliyor. Kendimizi tanımamız, kendimizi bilmemiz lazım geliyor. Cemil Meriç “Bu Ülke” adlı eserinde bir manada tarihimizin fezlekesini yapar ve bize eğitim adı altında öğretilenlerin doğru olmadığını söyler.
Mesela 1960’larda azgelişmişlik kavramının fevkalade muteber olduğu bir sırada, Cemil Meriç azgelişmişlik kavramını yerden yere vurur ve der ki; azgelişmişlik nişanını aydınlarımız iftiharla göğüslerine taktılar. Tabi ki üslup bu değil ama bu manada cümle sarf eder. Bu aslında bizim kendi tarihimizden kopmuş olmamızdan kaynaklanan, kendimizle ilgili bilgisizliğimizin kabulü manasına gelir. Ve batının bizi yerleştirmek istediği yerdir ama biz bu değilizdir, demek ister. Kitapta elbette ki altın harflerle yazılması gereken cümleler var ama bu bir manifesto, o kitabın açıklaması diğer eserlerde yer alır. Zaten Cemil Meriç bir roman okur gibi bir okunup bitirilecek bir insan değildir.
Cemil Meriç bize hem kendi tarihimizin hem de dünya ülkelerinin kütüphanelerini açar.
Başlangıç olarak “Bu Ülke” ilk kitap olarak alınabilir ama hemen arkasından diğerleri okunur ki, Cemil Meriç’in kullanmış olduğu özel isimler, kavramlar okuma durdurulup lugatlara başvurularak genişletilmesi gereken isimler ve kavramlardır. Bu şekilde 12 cilt bitirildikten sonra tekrar başa dönmek ve tekrar Cemil Meriç’i Bu Ülke’den okuma başlamak lazım gelir. O zaman belki de bu 12 cildin içindekiler öğrenildikten sonra asıl okuma başlayacaktır. Artık Cemil Meriç’in dünyasına nüfuz etmişsinizdir ve onun ne demek istediğini artık bilerek okuyorsunuzdur.
Cemil Meriç üniversite gibidir. Dört yılda nasıl üniversite okunuyorsa, dört yıla yayılarak okunulması gereken ve içindekiler bilindikten sonra bir daha okunması gereken bir düşünürdür.
Cemil Meriç, ‘Kendini tanımak, marifetlerin marifeti.’ diyor. Sizce bu dönemde kendimiz tanımanın yolları nelerdir? Kendi hayat sürecimde de kendime sormuş olduğum bir soruydu. Küçükken bize dini bir eğitim vermediler. Annem ve babam bizi 10-12 yaşlarındayken çağırdılar. Biz size dininizi öğretmeyeceğiz. Siz büyürsünüz, araştırırsınız, öğrenirsiniz, karar verirsiniz ona göre hayatınızı yaşarsınız.
Orucun da çok önemli olduğu kanaatindeyim. İnsan, İslami emirleri yerine getirdikçe kendisini gerçek manada insan olduğunu, hayvanlıktan ayrı bir insan tarafı olduğunu keşfediyor. Birebir anlıyor ve hayatını bu mihver üzerine kurduğu zaman da, gerçek manasıyla ölmeden önce ölmüş oluyor ve ölmeden önce de cennete girmiş oluyor.
Hoca olmaya ne zaman karar verdiniz? Hoca olmak benim aile kaderimde var. Annem hoca, babam hoca, halam hoca, teyzem hoca, dayım hoca dolayısıyla gördüğüm bütün örnekler meslek olarak hocalığı seçmiş olan insanlar. Benim üniversitede hoca olmaya karar verişim, ilkokulu bitirdiğim sırada orta birde oldu. Şu sebepten babama hep parlak öğrenciler geliyordu ve onlar hep üniversitede ilerleyip profesör olacak insanlardı. Babam ise profesör olmayacaktı. Bunun rahatsızlığını hissettim. Orta birdeyken bir defterimin arkasına ortaokul, lise, üniversite, asistan, doçent, profesör diye yazdım. Yani benim üniversitede hoca olmaya karar verişim. İlkokul beşte şöyle bir öğretmenlik tecrübesi yaşadım. Sultantepe ilkokullunda okurken, ilkokul birinci sınıfın öğretmenlerden biri rahatsızmış. Müdür Bey geldi ve hocamdan bir öğrenciyi birlerin başına görevli olarak göndermek için seçmesini istedi. Nigar öğretmende rahmetli, bir baktı sınıfa ve Ümit sen git dedi. Bende hemen kalktım 40 yıllık öğretmenmişim gibi aşağıya indim. Birinci sınıfta silgiler havada uçuşuyor, çocuklar bağırıyor çağırıyorlar.
Annemden öğrendiğim bir şey o, Erenköy Kız Lisesi’ndeyken öğretmen geldiğinde kapıyı dışardan tıklatırmış. Öğrenciler hizaya girdikten sonra hoca öyle sınıfa girermiş. Ben de bu hatırayı bildiğim için tıklattım kapıyı içeride çocuklar şaşırdı tabi. Gayet otoriter bir edayla, ilkokul beşinci sınıf otoritesiyle oturun çocuklar dedim. Çocuklar çok şaşırdı ama baktılar çok ciddiyim. Pısır pısır geçtiler oturdular. Bugün dersimiz matematik ve öğretmeniniz gelmediği için ben size göstereceğim dedim. Matematiğim pek parlak değildir ama onlara öğretecek kadar biliyordum. Çocuklar 40 dakika boyunca hiç seslerini çıkarmadılar. Ben de onlara toplama, çıkarma işlemlerini gösterdim. Sonunda teşekkür ettim çıktım ve çıktığım anda dedim ki; demek ki ben öğretmen olabilirmişim.
Bu beşinci sınıftaki öğretmenlik tecrübemle orta birdeki profesör olmaya karar verişim, birbirini tamamlayan iki tecrübe ve bir karardır. Hocalığı çok severim. Talebelerimi de çok severim. Hatta talebelerim benim hocamdır derim. Bugün dekan olan hatta rektör olan talebelerim var. Pek çok profesör olan talebelerim var, yazar olan öğrencilerim var. Dolayısıyla hocalık hayatının benim için başarılı olduğu kanaatindeyim. Bir öğrenci olayları hakkında bir hatıramı nakletmek isterim.
Türkiye’nin 12 Mart öncesi son derece karışık günleriydi. Tabancaların ve yumrukların patladığı ve her gün fakültelerin önünden öğrenci cenazelerinin geçtiği bir dönemdi.
Edebiyat fakültesinin giriş katında geniş bir amfi vardır. Benimde o gün orada dersim vardı. Fakat çok elektrikli olduğun için üniversite koridorlarında hava, dersleri takip eden az öğrenci var. Sık sık kapanıyor üniversiteler. Ben de yine böyle bir gün dersime girdim. 150 kişilik amfide aşağı yukarı 15-20 talebe var. Dersi anlatmaya başladım. Dersin ortalarına doğru koridorun dibinden giderek yaklaşan bağırışlar, çağırışlar oldu. Sesler giderek yaklaştı. Kapısı kapalı olan ender amfilerden bir tanesi benim ders verdiğim amfi olduğu için kapı şiddetle açıldı. Saçı sakalına karışmış, parkalı aşağı yukarı 30-35 kişilik bir güruh kapının arkasında belirdiler. Baktım, ‘Buyurun, ne istiyorsunuz?’ dedim.
Öğrencilerimi bu haydutlara vermeyeceğim.
En öndeki hempa, böyle cebinde de tabanca var, yürüyüşünden belli. ‘Yürüyüş var, öğrencileri istiyoruz’ dedi. Bir an düşündüm. İçimden dedim ki, ben öğrencilerimi bu haydutlara vermeyeceğim. O sırada kurşunlanmak son derecede doğal bir şey. ‘Beni vurabilirler, vursunlar. Tarihe bir hocada amfideki öğrencilerini haydutlara kaptırmadığı için vurularak öldürüldü diye geçerim.’ dedim. Bu kararı verdikten sonra gayet sakin bir sesle döndüm. ‘Ben sizi tanımıyorum. Dekanlıktan izin aldınız mı?’ dedim. ‘Ne dekanlığı’ dedi. ‘Bu amfide bulunan öğrencilerin her biri Anadolu’nun bir köyünden, bir kasabasından, anneleri-babaları tarafından çok zor ekonomik şartlar altında İstanbul’a gönderildiler. Burada eğitim görüyorlar. Eğitimlerini bitirip, bu ülkeye bir meslek sahibi, hoca olarak hizmet edecekler, ben onlara belli bilgileri öğretmek için devletten maaş alıyorum. Bu maaşı hak etmek için derse devam etmem lazım. Sizi tanımıyorum. Dışarıya çıkın ve kapıyı kapatın.’ dedim. Tabi öğrencilerimin benzi atmış, hepsi sapsarı oturuyor. Benim dizlerim titriyor. O haydutların en önündeki her kim idiyse, böyle baktı ve sonra herhalde şöyle düşündü. Şu 15-20 talebeyi almasak da olur, değmez bunlarla uğraşmaya. Sonra kapıyı çarparak gittiler. Ben derse gayet normal şekilde devam ettim ama eve gelene kadar dizlerim titremeye devam etti. Akşam eve geldim. Babam hemen sesimden anlardı, duygularımı. ‘Ne oldu Ümit, sende bugün bir hal var?’ dedi. Bende olayı olduğu gibi anlattım. Koltuğundan kalktı ve ‘Gel Ümit.’ dedi. Elleri ilerde yanıma yaklaştı. Ne yapacağımı bilmiyordum, şaşırdım bende. Bir baktım, iki eliyle başımı tuttu ve alnımın tam ortasına bir öpücük kondurdu.
Hayatımda aldığım en önemli şeref madalyası, hala sıcaklığını hissettiğim, babamın alnımdaki o aferin öpücüğüdür.
İstanbul, Peygamber efendimizin İslam dünyasına bir hediyesidir. Tanıdığımız ama yeterince bilmediğimiz bu hediyeyi ne kadar biliyoruz ve bu şehri daha iyi tanımamız için önerileriniz var mı? İstanbul, büyük medeniyetlerin şehri. Önce Roma İmparatorluğu’na sonra Doğu Roma İmparatorluğu’na sonra da Osmanlı Devleti’nin.
Bütün yollar Roma’ya çıkar, bütün yollar Doğu Roma’ya yani İstanbul’a çıkar.
Dolayısıyla burası dünya tarihinin anaforlarının, girdaplarının yaşandığı bir şehir. Burası geçit şehri değil, burası merkez şehir. Bütün yollar Roma’ya çıkar, bütün yollar Doğu Roma’ya yani İstanbul’a çıkar aslında. Böyle bir medeniyet merkezinde yaşamış olmanın bize getirdiği mükellefiyetler var. Şehir sadece İstanbul için değil. Anadolu’nun bütün şehirleri kendi çapında önem arz ediyor. Çünkü onlarca medeniyetin yaşanmış olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz ve bu coğrafyada yaşadığımızın bilgisine sahip değiliz. Mesela Çorum, Hititlerin başkentine yakın olan bir şehrimiz. Çorum’da Hitit Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerin özel olarak hepsinin Hitit tarihini bilmeleri lazım. İstanbul’da okuyandan farklı olarak Hititolog olmaları lazım. İstanbul’da okuyanlarında bir manada İstanbul uzmanı olması lazım geliyor. Şimdi vapurlar, motorlar boğazda geziler yapılıyor. Boğaz sahilinde yalılar görülüyor. Şimdi bunların bir kısmı aşı boyalı, bir kısmı tahini dediğimiz bejimsi bir renge boyalı, bir kısmı da gri boyalı ya da başka renklere boyalı. Burada tam bir renk sembolizmi vardır. İstanbul’da çok az insan bunu bilir. Aşı boyalı yalılar Osmanlı bürokratlarının mesela kahvecibaşının, hekimbaşının yani bordomsu kahverengidir. Tahiniler Osmanlı’nın zengin, esnaf kısmına ait olan yalılardır. Gri ve diğer renklerde olanlarda gayrimüslimlere ait olan yalılardır. Yalı bahçe içindeyse Müslüman bir aileye aittir. Bitişik nizamsa Hristiyan yalılarıdır.
Sadece buna baktığınız zaman renk sembolizmiyle bir topografyayla şehrin kartvizitiyle tanışmış oluyorsunuz. Mesela Osmanlı döneminde sahillere çınar ağacı dikilir. Yamaçlar selvi dikilir, tepelere fıstık çamı dikilir. Bugün hakikaten İstanbul anayollar itibariyle çok bakımlı bir şehir. Ben dünyada bu kadar bakımlı olan başka bir şehir bilmiyorum.
Mesela Washington’da Amerika Birleşik Devletleri’nin başkentindeki süs, şehir direklerine takılan geniş saksılar içindeki sardunyalardan ibarettir. Ama İstanbul her mevsim değişen çiçekleriyle, çimleriyle fevkalade bakımlı bir şehir. O açıdan Büyükşehir Belediyesi’ni tebrik ediyorum.
Yalnız ecdadımızın florayla ilgili bilgilerine yeterince sahip olmadığımız için mesela tepelere sedir çamı dikiliyor. Yani sivri çamlar dikiliyor. Hâlbuki Osmanlı fıstık çamı diker. Neden? Niye Osmanlı zamanında tabiatla bu şekilde bir diyalog kurulmuştur? Diyelim ki, Kanlıca ’ya yoğurt yemeye gittiniz. İskender Paşa’ya rahmet okuyacaksınız ve orada ki çınarların altından geçeceksiniz. Çınarla baharda yapraklanır, yazın dibine gölge verir. Sahil serindir ve geniş yapraklı çınar ağaçlarının gölgesinde oturmak sizi serinletir.
Kış geldiğinde yapraklarını döker. Dolayısıyla artık gölgesine ihtiyaç olmadığı bir zamanda güneş sizi ısıtır. Selviler ortalara dikilir. Çünkü çizgili bir elbise giydiğiniz zaman uzun gözükürsünüz. Ecdad yamaçların boyunu daha yüksek göstermek için sivri sivri Selviler diker.
Tepeleri yumuşak inişlerle kapatmak için fıstık çamı dikilir. Ecdadımızdan sadece botanik konusunda bile öğrenmemiz gereken şeyler var. İstanbul’la ilgili dersler mutlaka üniversitelerde yapılmalı. Yani inkılap tarihi dersi var, Türkçe dersi var, mutlaka İstanbul dersi de olmalı. Bir ara kondu ve hatta bunların kitabı bile yazıldı. Ders olarak öğrencilere puan kazandırdı. Fakat hangi sebebe istinaden bu şehir derslerini yeniden kaldırdılar. Çok büyük bir hata olduğu kanaatindeyim. İstanbul’un gezilerek tanınması geldiğine de kati olarak inanıyorum.
İstanbul’un Kabe’si...
Mesela bir Fatih Camisi İstanbul’un Kabe’si olarak bilinir. Ziyaret edip orada namaz kılan bir insanın şunu bilmesi lazım. Fatih Cami’nin avlusundan Roma zamanında Mesa yolu geçiyor. Mesa yolu Ayasofya’nın önünden başlayıp Beyazıt’a kadar gelip sonra ikiye ayrılan yollardan bir tanesi, şimdi ki Edirnekapı’dan dışarı giden bir yol. O yol ekinoks günlerinde güneşin geçtiği yola göre çizilmiştir ve kâinatla İstanbul arasında kurulmuş olan bağın Romalılardan itibaren ne kadar kuvvetli olduğunu gösterir.
Fatih caminin avlusundan geçer o yol ve henüz Hristiyanlıktan önce politeist dönemde Roma İmparatorluğu devam ederken, orada bir 12 burç mabedi vardır. Zeus’ların, Afrodit’lerin tapıldığı bir mekan. Sonra şehri Roma İmpartorluğu’nu başkenti yapan Konstantinus, aynı yere 12 havari kilisesini kuruyor. 12 havarinin cenazelerini İstanbul’a getirmek istiyor. Hepsinin yerini hazırlıyor, 12 tane merkat.
Tam ortaya da kendi mezarını yapılmasını istiyor. Havarilerden sadece iki tanesi, İncilci Lucas’la, Timotheus’un kabirlerini İstanbul’a getirmekte muvaffak oluyor. Kendisi de İzmit’te ölüp yaptırmış olduğu yere defnediliyor. Fetihten sonra Havariyyun Kilisesi model olarak birçok dünya kilisesine kendini tanıtmıştır. Mesela Venedik’teki meşhur kilise doğrudan doğruya Havariyyun Kilisesi örnek alınarak yapılmıştır.
1204-1261 Haçlı işgali sırasında Havariyyun Kilisesi yağmalanmıştır ve Konstantinus mezarı açılmıştır. İstanbul’un fethine kadar bu harabe hali devam etmiştir. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra, eski 12 burç sonra ki Havariyyun Kilisesi’nin yerine Fatih Camini yaptırmıştır. Sinan-ı Atik adlı bir Hristiyan mimar yapmıştır. Bu caminin inşasında iç havluda mesela şadırvan, vaftiz havuzudur. Sonra depremde büyük hasar görüyor ve Fatih cami yeniden inşa ediliyor. Fatih caminin haziresi tek başına 19. yüzyılın bütün Osmanlı devlet ricalinin bir arada bulunduğu yerdir. Yani tasavvur buyurun Ahmet Mithat Efendi orada, Ahmet Cevdet Paşa da orada. Şimdi İstanbul’da yaşarken çok kısa özetle geçtiğim şu Fatih camiyle ilgili bilgilerin dahi bilinmeden İstanbul’da yaşanması, İstanbul’a olan liyakatimizi kaybetmemize yol açar. Bu şehri başından itibaren B.Çekmece’deki mağaradaki kalıntılarından başlayarak, bugüne gelen süreç içinde tanımak, tek başına Dünya Medeniyetler Tarihi’nde önemli bir cilti bilmek olacaktır.
İstanbul’u yaşarken ona layık olarak yaşamamız lazım geliyor.
Cami mihrabında namaz kılma gibi özel bir merakınız varmış. Bu merak nereden geliyor? Bu bir fantezi tabi. Süleymaniye Camii’nde kıldım. Anadolu’da Ümmi Sinan Camii var orada kıldım. Anadolu bazı camilerin mihrabında, bir manada Kabe’ye en yakın yer olduğu için kıldım.
İran’da mesela İsfahan’da Cuma Camii var. Çok muhteşem çinilerle süslü olan bir cami.
İran’da mihrap iki karış kadar derin yapılıyor. İmam namazı bir çukurda kılıyor diyebiliriz. Bunun sebebi şöyle izah ediliyor: Bir tevazu, aslında Rabbin önünde herkesin ne kadar acz içinde olduğunu bilerek. Huzuru hakta secde etmesinin bir nişanesi olarak imamın cemaatten daha çukur bir yerde namaz kılmasıdır. İkincisi, Hz. Ali’nin şehadeti dolayısıyla bir manada cemaatin imamı sırtıyla koruması için o şekilde inşa edilmiş. Cuma Camii’nde o çukur yerde namaz kıldım.
Basın İlan Kurumu Yayınları’ndan çıkan “Türk Basınında Cemil Meriç” isimli proje hakkında bilgi verebilir misiniz? Bu tabi çok sevindirdi beni. Cemil Meriç hakkında yayınlar çoğalıyor. O yayının en önemli kısmı bence ağmalara da hitap eden CD’yle beraber verilmesi. Cemil Meriç’in ağmalığı dünya ağmalar tarihinde bir zirve olmasıyla teslim edilecek bir hakikattir ve ağmalara da bir örnektir.
Cemil Meriç sadece görenlere değil, görmeyenlere de bir örnektir. “Benim Babam Cemil Meriç” kitabımın eski baskısından bilhassa ağmalarla ilgili kısımları ben oraya okudum. Cemil Meriç’in kızının sesinden, Cemil Meriç ağma kardeşlerimize o vesileyle tanıtılmış oldu.
Sosyal medya paylaşımları...
Teknolojiyle aranız nasıl ve sosyal medya kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?Ben teknolojik açıdan bilgisayar çağının insanı değilim. Ben hala Gutenberg galaksisine bağlıyım. Tabi ki internete giriyorum. Google’nin keşlerinden birisiyim.
Doğrusunu yanlışını ayırt etmek imkanını bulduğumu zannediyorum. Bir ara Twitter’ım vardı ve 70 bin civarından takipçim oldu. Orada yeni dualarımı yazıyordum. Sonradan baktım ki Twitter, “Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan” misali, ben dua ediyorum bana zarif olamayacak şekilde hitap edenler var. Bu sebepten Twitter sayfamı kapattım. Zaten orada ki dualarımı eski ‘Dualar ve Âminler’ kitabımla birleştirerek yeni bir dua kitabında toplayacağım. Whatsapp grubum var. Kontrolüm dahilinde olan insanlarla beraber oluyorum. Aşağı yukarı 30 tane çok sevdiğim, yakınım olan insan var.
Singapur’a gittim mesela Singapur’da Sultan Camii’nde bir akşam ezanını kayda aldım ve onu koydum. Mesela en son koyduğum bir gurktan kalmış tavuğun altındaki yumurtaları kırıp çıkan civcivlerin videosu. ‘Ya Allah Ya Hayy Ya Kayyum’ demek istedim. Hayatın nasıl başladığını görmesi açısından arkadaşlarımdan bana gelen güzellikleri, bende onlara güzellikler yollayarak, çok geniş olmayan bir çevrede ama insanlarla oturduğum yerde dostluğumu sürdürme imkanı verdiği için Whatsapp grubumu seviyorum açıkçası.
Ümit Meriç’in bir günü nasıl geçer? Babamdan ve annemden öğrendiğim üzere bir tek saniyemi bile fevt etmek istemem. Benim günüm çalışmakla geçer. Aşağı yukarı dokuz buçuk, on gibi başlarım. Akşam beşe kadar çalışırım.
Yemek ve namaz saatleri hariç. Bunun dışında yaz olduğu için, bende yüzmeyi çok sevdiğim için denize giriyorum. Kızımın evi Anadoluhisarı’nda onlarla beraberim. Anadoluhisarı’nın sadece iki deniz aralığı var. Birinden girip Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’na kadar yüzüp dönüyorum.
Biyolojik saatim çok sistemli işler.
Bazen akıntı bana refakat ediyor, bazen ters akıntıya rast geliyorum ama her gün yaklaşık 45 dakika, 1 saat arasında yüzüyorum. Onun dışında yemek yapmayı çok severim. Ben akşamları erken yatarım. Yani 11’de yatarım, sabah namaza kalkarım. Biyolojik saatim çok sistemli işler. Geceleri çalışmayı sevmem, gündüz çalışmayı severim. Mesela damadım sabah çalışırken beni bırakıyor, akşam geliyor tekrar beni çalışırken buluyor. ‘Ne kadar çalışkansın anne’ diyor. Bu çalışkanlığım tabi topluma karşı borçlu olduğum, minnetimi ifa etmek için gerekli.
Şu sıralar ‘Babam Cemil Meriç’ kitabı, Kültür Bakanlığı’ndan 1993’te ilk baskısı çıkmıştı. Sonra 10 baskı yaptı o kitap. Ben Türkiye’nin Ruhu belgeseli dolayısıyla babamı tanıyan 60 küsur insanı, yaptığı konuşmadan da parçalar alarak, biraz da hatıralarla zenginleştirerek, o 160 sayfalık kitabı 450 sayfalık kitap haline getirdim. Yakında biteceğini ümit ediyorum. Arkasından o dua kitabım gelecek. Sonra İstanbul’la ilgili ‘Dünyanın Kalbigahı İstanbul’ diye bir kitabım var. Daha evvel yaklaşık 10’a yakın yazı çıkmıştı İstanbul’la ilgili, onu 19’a tamamlayacağım. Besmele’nin rakamı 19’u ben çok severim. ‘Asırların Harman Yeri Anadolu’ diye bir kitabım var. O da 19 parçadan oluşacak. Dünya seyahatlerimi içerecek olan ‘Dünyadan Kâinata Mektuplar’ diye bir kitabım var. Çünkü ben çok seyahat ediyorum. Haziran ayında Singapur, Japonya ve Güney Kore gezisi yaptım. Kütüphanede öğrenemediğiniz birçok şeyi gezerken öğreniyorsunuz. Mesela Kore ile ilgili, bizim tarihimizle ilgili malum askerlerimiz var ve bir yeri de var. Kore’de 500 yıl devam eden bir hanedan olduğunu ve bazı özelliklerinin Osmanlı’ya benzediğini ancak Kore’ye gittikten sonra öğrenebildim, Joseon Hanedanlığı diye. Aynen bizim mehter takımımız gibi mesela sarayda belli saatlerde belli ritimlerle müzik yapılarak hayatın akışına musiki de dâhil ediliyor. Bürokratik teşkilatı keza öyle. Joseon Hanedanlığını tanımıyordum, bu vesileyle tanımış oldum. Daha önce Küba, Meksika gezim var. İnka ve Mayalarla birebir tanıştım. Onların insan kurban edilen piramitlerine çıktım. Rio de Janeiro’da Borges’in gittiği kahvehaneye gittim. Tolstoy Rusya’da Yasnaya Polyana adlı köyde doğmuştur. Uzun yıllar da orada yaşamıştır. Kışlık evleri Moskova’da, yazlık evleri aşağı yukarı 200 km mesafede Moskova’ya. Tolstoy’un yaşamış olduğu evde dolaştım ve hayret edecek kadar bizim evimize benzediğini gördüm. Bizim Fetih Paşa Korusu’ndaki evimiz gibi yerdeki parkeler kalın ve zamanla kurumuş aralanmış araları.
Kütüphane’deki kitapların çok büyük bir kısmı babamın kütüphanesindeki kitaplarla aynıydı. Sonunda Tolstoy’un mezarını da ziyaret ettim. Doğmuş olduğu koruluğun içinde bir daire şeklinde açılmış ağaçların ortasında, bir insan boyunda, bir toprak tümsek, üstü çimli o kadar hiçbir şey yok, taş yok, kimin yattığına dair işaret yok ama Tolstoy orada yatıyor. Bu tür seyahatlerle kendimi dünya vatandaşı olarak hissediyorum. Seyahat etmenin kendi şehrimizde, ülkemizde ve dünyada çok önemli olduğu kanaatindeyim. Yurtdışına çıkmak için şöyle bir sıralama yapıyorum.
Önce Mekke, sonra Medine, sonra Kudüs, sonra Endülüs.Bu dördü görülmeden diğer ülkelere gitmemek lazım.
Mümkün olduğu ölçüde dünyanın her yerine gitmek lazım. Çünkü zaten küçücük bir dünyada yaşıyoruz. Çağımızın getirdiği imkânları kullanmak, çağımızın getirdiği kötülükleri yaşarken bir tür teselli oluyor. Her türlü deniz, hava tecrübesini yaşayarak bize Rabbimizin lütfettiği sevgili dünyamızı kucaklama gerektiği kanaatindeyim.