"Bu millet, devletin, ülkenin sıkıştığı her yerde imdadına koşar ve mutlaka bir yol haritası oluşturur."
Yeni Şafak ve TVNET genel yayın yönetmeni, gazeteci ve yazar İbrahim Karagül; gazeteci olma hikâyesini, Türkiye’de yapılan gazeteciliği, Türkiye’nin verdiği büyük mücadeleyi, Ortadoğu’yu, yeni çıkan kitabı ‘Tanklar Kâbe’ye Dayanmadan’ı ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Gazeteciliğin içinden gelen biri olarak gazeteci olma hikâyenizi sizden dinleyebilir miyiz? Herkesin bir gazetecilik hikâyesi vardır aslında. Yani kendince kurgulanmış, zihninde yazılmış bir hikâyesi de vardır belki. Benim öyle bir hikâyem yok. Biraz kendiliğinden olan bir şeydi. Gazeteciliğe daha ortaokul sıralarında merak sarmıştım. Gazetecilik değil de okumaya ve yazmaya çok meraklıydım. Çok okuyordum. Ne bulursam okuyordum yani, o yaş kuşağına uygun olmayan kitapları bile, ağır kitapları, yüksek lisans tezleri, doktora tezleri bile okuduğumu biliyorum ortaokulda. Çünkü onlara ulaşabiliyordum, onları okuyabiliyordum. Ve tabi okuyan her insan bir şeyleri yazmak, ifade etmek ister. Bu bir ihtiyaçtır. Ya şiir yazarsınız ya konuşursunuz, ya öykü yazarsınız ya kendinize başka bir şeyler, denemeler yazarsınız. Benim orta birden itibaren hayatım hep böyle oldu. Bulduğum yerlerde yerel gazetelere bir şeyler yazmaya çalışırdım ortaokulda. Öykü yarışmalarına katılırdım ortaokul talebesiyken. Lisede yine hep böyle yazı, çizi ve okuma faaliyetleri hep böyle bir tutku halineydi ama tabi bunları yaparken bir hedefim yoktu. Gazeteci olacağım diye bir hedefim yoktu, yazar olacağım diye bir hedefim yoktu. Öyle bir hesabımda yoktu.
Hayat biraz kendiliğinden sana yol açıyor. Sen kendi donanımına göre yürüyorsun sana yol açılıyor bir şekilde. O yolu da yürümeye devam ediyorsun. İyi bir avukat olmayı istiyordum ya da iyi bir hâkim olmayı istiyordum. Hukuk okumayı istiyordum, hukuk okudum zaten. İmam hatip lisesini okuduktan sonra, çok isteyerek ve severek hukuk fakültesine gittim. Daha okuldayken iyi bir avukat ya da hâkim olma düşüncesi kafamda vardı. Belki lise ortaokul dönemlerinde kafamda oluşturulmuş tek hedef oydu. Onun dışında somutlaştırılmış bir hedefim yoktu. Ama okuma tutkum ve merak duygumun yüksek olması beni yazar ve gazeteciliğe itti. Merak çok yüksek olunca gazeteciliğe itiyor. Dünyayı çok takip ediyordum. Haberleri çok yoğun izliyordum. Çok geniş çerçevede hem okuyup hem ilgi duyuyordum. Uluslararası ilişkiler yazmıştım ama nasip hukuka gitmek oldu. Fakat o dönem bir yandan da dünya gündemi ile çok ilgileniyordum. Üniversite hayatım boyunca dergilerde birtakım denemeler yazmaya başlamıştım. Birtakım denemeler yazmaya başlamıştım. Piyasa da çıkan dergiler vardı. Müslüman camiada tanınan, bilinen, güçlü dergiler vardı. Periyodik değil de ara sıra yazıyordum. Yurtdışına bir yere gittiğim zaman seyahat notları yazıyordum, gönderiyordum. O bir şekilde kendi kendine bir yol oluşturdu.
Biz orada yetiştik aslında. İmam hatipten, Hukuk Fakültesi'nden sonra biz orada yetiştik. O hamur bizi yetiştirdi. O günden bu yana o idealle koşmaya devam ediyoruz. Gazetecilik hesabım yoktu, hedefim yoktu. Yazarlık, köşe yazarlığı hedefim hiçbir zaman olmadı ama Yeni Şafak’a editör olarak başladıktan sonra birden gazeteciliğe girmiş olduk. Dışarıdan yazı dizileri hazırlıyordum ya da deneme yazıları, farklı yazılar, izlenimler yazıp gönderiyordum. Editör olarak buraya başladıktan sonra kendimi gazeteciliğin içinde buldum. Tabi her şeyi ile ilgileniyordum. Uzun bir süre editörlük yaptım. Dışarıdan gazeteye gelen yazıları okuyordum, düzenliyordum. Birçoğu araştırma görevlisiydi. Yardımcı doçentti, doçentti, profesördü. Yani gazetenin dışından gelen birikimleri gazetede biraz daha formatlayıp yayınlıyorduk. Bunlar baya etkili bir yayın oluyordu. O zamanlar da daha ilk yazılarını gazeteye gönderen, Türkçesini beğenmeyip tekrar tekrar konuşup şunu söyle yazalım bunu böyle yazalım dediğimiz şu anda piyasada tanınmış çok yazar var ama bunların ismini vermeyeyim. Yeni Şafak’ın "Düşünce Günlüğü" bile bir sürü yazar yetiştirdi. Bunları bir öğretmen gibi veya bilen bir adam gibi değil beraberce yetişiyorduk. Onları okuyarak, onları düzelterek, karşılıklı konuşarak kendimizi yetiştiriyorduk. Uzun süre yazı yazmadım. Israr edilmesine rağmen yazmadım. Şuna inanıyordum; yazı belli bir yaş olgunluğundan sonra yazılmalı, köşe yazarlığı belli bir yaş olgunluğunu gerektiren bir şeydir.
İnsanlar artık okumadan yazmaya başlıyor. Okuyup, taşacak noktaya geldiğinde yazmaya başlamak lazım. Yani bir malumat değil de bilgiyi sentezleyerek, üreterek, kendi cümlelerini, kendi fikrini, kendi duruşunu, perspektifini biçimlendirerek, estetize ederek yazmaya başlamak gerekiyor.
O olgunluğa ulaştıktan sonra yazmaya başlamak lazım. Maalesef o gelenek çok fazla yok. Eskiden böyle bir konuda hassasiyet gösteriliyordu. Şimdi çok fazla değil. Çok az bir şey okuyan insanlar, okuduğundan daha fazla yazmak istiyorlar. Çünkü yazmayı bir şöhret kapısı olarak görüyorlar yazmayı bir popülerlik olarak görüyorlar. Şimdi bunun yerini sosyal medya aldı tabi. Ben daha sonra Yeni Şafak gazetesinin dış haberler yöneticisi oldum. 7-8 sene bunu yaptım. Çok iyi ekiplerle çalıştık. Dış haberler sorumlusu olduğum zaman bizim camiada gazetelerin dünya perspektifi Afrika ve Ortadoğu’ydu. Onun dışında bir dünya perspektifi yoktu. Yoğun Afrika haberleri girerdi, yoğun Ortadoğu, klasik Ortadoğu haberleri girerdi ama bunlarda malumattı. Analitik şeyler çok fazla yoktu. Şunu düşündük arkadaşlarla böyle bir dış haber perspektifi olmaz. Bütün dünyayı takip etmek lazım. Amerika’nın ne olduğunu, Avrupa Birliği’nin ne olduğunu, Avrupa içi yapılanmaların ne olduğunu dünyanın ne olduğunu okuyuculara sunmamız lazım. Asya’nın ne olduğunu sunmamız lazım. Çin nedir? Rusya nedir? Asya Pasifik nedir? Bizim camiamızda böyle bir perspektif yoktu. Ortadoğu ve Afrika’ya sıkıştırılmış bir dış habercilik anlayışı vardı. Benim bunun kırılmasında çok önemli bir payım olduğunu düşünüyorum. Yeni Şafak’ta dış haberler sorumlusu olduktan sonra, Yeni Şafak’ın o anlamda dış haber açılımı bizim medyaya örnek oldu. Diğer medya gruplarını da etkilemeye başladı. Çok güçlü iki tane dış haber sayfamız vardı.
Yorumlar, analizler, sentezler, tartışmalar, dünyadaki tartışmaları taşıyorduk. O zamanın ölçeğine göre konuşuyorum, bugüne göre konuşmuyorum. Piyasada ve bütün medya içerisinde en güçlü dış haberler Yeni Şafak’ın dış haber sayfalarıdır, diye bir algı oluşmuştu. Hala o gelenek bizde devam ediyor. Gerçi şimdi dış haber diye bir şey kalmadı. Biz Afrin’i tartışırken Amerika’yı tartışıyoruz ve birbiri ile bağlantılı tartışıyoruz. Rusya’yı da birbiri ile bağlantılı tartışıyoruz. Benim gazetecilik serüvenim gerçekten çocukluktan başlayarak bir ideal etrafında olmadı, yazarlık serüvenim de öyle olmadı. Üniversite hayatımda arkadaşlarım güzel yazılar yazıyordu. Aslında onların yazar olması gerekiyordu. Benim öyle yazar olma beklentim yoktu. Benim mücadele azmim çok güçlüdür. Türkiye için mücadele, yerli milli damarım çok güçlüdür. Muhafazakâr, İslamcı bir gelenekten geliyorum. Çocukluğumdan beri o gelenekten geliyorum. O gelenek bizi besledi bu noktaya getirdi. Dönüşe, dönüşe bu noktaya getirdi. Olgunlaşa, olgunlaşa bu noktaya getirdi. Gazetecilik değil de iyi bir hukukçu olmayı düşünüyordum ama nasip buymuş gazeteci oldum. 20-25 senedir aktif olarak gazetecilik yapıyorum. Daha önce de dergilerde de bir şeyler yapıyordum. İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuduğum zaman İstanbul’a gelip buradaki dergilerde gönüllü çalışıyordum. Yani, öyle para pul almak yok. Bir yemek olursa yiyorduk. O kadar idealistçe bu işi seviyorduk ki dergi paketliyorduk, postaneye götürüyorduk. Onlarla bile uğraşıyorduk, tamamen gönüllü. Dergi ortamlarında koltuklarda uyuyorduk, üniversite öğrencisiyiz yani. O idealizm. Ben o idealizmi hala taşıyorum. Kendi iç dünyamda bu hep var. Bu yüzden biraz hırçın, biraz sert görünebiliyorum bazen. Çok fazla mücadeleci görünebiliyorum. Bunun dışındaki şeyleri çok fazla ciddiye almayabiliyorum. Şimdi Yeni Şafak’ın ve Tvnet’in yayın yönetmeniyim. Yazarlık yapıyorum. Bir sürü arkadaşla çalışıyoruz. Yüzlerce insanla çalıştık. Onların hepsi Türkiye’de başka yerlerde şimdi. Bu bir serüven, bir hayat serüveni. Meslek olarak görmüyorum gazeteciliği.
Gazetecilik bir hayat tarzıdır. Köşe yazarlığını meslek olarak gördüğünüz zaman samimiyetsiz yazılar yazarsınız, inanmadığınız şeyler yazarsınız.
İnanmadığım hiçbir şeyi yazmadım.
Konjonktüre uygun yazılar yazarsınız, maslahata uygun yazılar yazarsınız, ben hiç bir zaman maslahata uygun yazılar yazmadım. Hiç böyle bir hesabım olmadı. Neysem onu açık açık yazdım. İnanmadığım hiçbir şeyi yazmadım. İnanırım ve bunun içinde korkunç kavga ederim. Yani, kim rahatsız olur bunu hiç düşünmedim. Bu yönde çok sıkıntılar çektim açıkçası. Çok büyük tehlike, sıkıntılar, bunalımlar yaşadım ama Allah’a şükür Türkiye’nin geldiği nokta ile bizim geldiğimiz nokta aynı. Şuan Türkiye’nin geldiği nokta ile bizim olgunlaşa olgunlaşa geldiğimiz nokta aynı nokta ve bir Türkiye mücadelesi veriyoruz. Yazarlık serüvenim, gazetecilik serüvenim bu. Hala o amatörlükle, hala o ilk başladığım günlerdeki özveriyle çalışmaya devam ediyorum. Bir hayat tarzı olarak devam ediyorum. Gazeteciliğin dışında bir hayatım da yok zaten. Yani farklı hayatlarım, hobilerim yok. Okumak, araştırmak, çalışmak, yazmak, çizmek, gazete yapmak, haber üretmek, dosyalar üretmek, yayınlar yapmak, televizyon için yayınlar yapmak bunlarla uğraşıyorum. Bu bir uğraş değil, bir hayat tarzı. Bir şeyin hayat tarzı olduğunu anlatmak zor. İnsanlar dışarıdan bizim, yazılar yazdığımızı, televizyonlarda konuştuğumuzu, gazeteye yazdığımızı ama başka hayatlarımız olduğunu zanneder. Bazılarının vardır ama benim bunun dışında bir hayat tarzım yok. Gazeteciliği bir hayat tarzı olarak benimsemiş bir insanım. Benimsemesem bile öyle yaşayan bir insanım. Böyle devam ediyoruz. Allah ne kadar ömür verirse devam edeceğiz.
Türkiye’de yapılan gazeteciliği nasıl buluyorsunuz? Size göre yapılan yanlışlar nelerdir? Son dönemi konuşursak, tabi gazetecilik zor bir meslek. Bu konuda insafsız eleştiriler yapmamak lazım. Gazetecilik dışarıdan göründüğü kadar renkli, hoş, insanı havalara uçuran bir meslek değil. Sıkıntısı, stresi çok fazla olan bir meslek ama heyecanı çok fazla olan bir meslektir. En önemli özelliği gazeteciliğin sürekli üretmek zorundasınız. Sürekli yeni şeyler üretmek zorundasınız, sürekli merak etmek zorundasınız, sürekli aramak zorundasınız. Bir günü bile boş geçirmemeniz gerekiyor. Bu böyle bir meslektir ki mesaisi yoktur bu mesleğin. Gazeteciliği mesai olarak gören insanlar iyi birer gazeteci olmazlar.
Medya bir operasyon aracı olarak kullanılmıştır.
Akşam saat 7’de işim bitti evime gidiyorum diyen insanlar, dükkanı kapatan, telefonları kapatan, bu hayatı kapatan insanlar iyi gazeteciler olamazlar zaten. Özellikle gençlerin bu konularda, niyetli olan gençlerin çok dikkatli olması lazım. Türkiye’de medya siyasi konjoktürden her zaman çok etkilenmiştir. Darbeler döneminde çok sıkıntılar çekmiştir. Medya bir operasyon aracı olarak çok fazla kullanılmıştır. Medya ile Türkiye toplumu arasında güven kaybı ciddi anlamda birçok zaman erozyona uğramıştır. O itibarı tekrar kazanmak çok zor olmuştur ama Türkiye’de medyanın son döneminde geldiği nokta açısından üç şey söyleyebilirim; birincisi, Medya sermaye ve donanım olarak güçlenmiştir, kadrolar olarak güçlenmiştir. Yeni kuşaklar, genç kuşaklar çok daha donanımlı olarak geliyorlar, çok daha birikimli olarak geliyorlar ve imkânları çok fazla. Yabancı dil biliyorlar, iyi okullara gidebiliyorlar. Bir de iletişim çağı o kadar ileri noktalara ulaştı ki artık her şeye ulaşabiliyorlar. Bilgiye, enformasyona çok rahat ulaşabiliyorlar. Artık gazetelerin, televizyonların, internet sitelerinin ‘bilgi tekeli’ yok. Biz sadece gazetelerde, televizyonlarda, internet sitelerinde bilgiyi analiz edip pazarlıyoruz.
Aslında biz haber vermiyoruz, haber verme dönemi kapandı. Haber için bir yayın organına ihtiyaç yok artık ama ‘analiz ve yorum’ için ihtiyaç var. Doğru analizlere ihtiyaç var.
Medya eskisine göre bu konuda çok donanımlı ve çok güçlü. Sermaye yapıları çok güçlendi, büyüdüler. İkincisi, Türkiye’de ilk defa medya milli reflekslere sahip bir güce ulaştı. İlk defa milli reflekslere sahip medya Türkiye’nin dokusu ile uyuştu. Türkiye’nin mücadelesine katıldı. Devletin dönüşümü ile sistemin dönüşümü, medyanın dönüşümü arasında çok ciddi bir paralellik var. Birbirlerini besliyorlar. Türkiye’de ilk defa milli medya kamuoyunu oluşturan en baskın güçtür. Baskın medya grubu haline geldi. Böyle değildi. 28 Şubat dönemlerinde sokaklarda insanları linç ediyorlardı. Başörtülüleri linç ediyorlardı, muhafazakârları linç ediyorlardı. Medya asıp kesiyordu zaten. O zamanları hatırlamadıkları için şimdi bazıları rahat konuşuyor. O dönemleri bir hatırlasınlar.
Medya, hükümet yıkıyordu. Aydın Doğan başbakanı eşofmanla karşılıyordu. Refah-Yol hükümetini yıkabiliyordu. Neden? Güç kartelleşmişti, güç belli tekellerde birleşmişti.
Devletin iktidar gücüyle sermayenin iktidar gücü, medyanın iktidar gücü ile beraber belli güç alanları oluşmuştu. Toplumdan tamamen uzak, oligarşik yapılar vardı. Türkiye’yi de, devleti de, toplumu da her şeyi yönetiyorlardı ve bunların Türkiye’den, Türkiye hassasiyetinden, milletimizin hassasiyetinden çok Avrupa ve Batının hassasiyetlerine göre hareket ediyorlardı. Onlara göre milletimizi küçümsüyorlardı, ülkemizi küçümsüyorlardı. Şimdi o dönem geçti. Medya ilk defa Türkiye’de millileşmiştir. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türkiye’de medya millileşmiştir. Bu çok güzel bir şeydir. Çok doğru bir şeydir. Afrin operasyonundaki kamuoyu desteğine bakıyorsunuz bu kamuoyu desteğinin en önemli payı medyadır.
Entelektüel donanım zayıflamaya başladı.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türkiye’de medya millileşmiştir.
Nasıl destek veriyorlar? Olağanüstü bir destek veriyorlar. Yapay bir destek değil, içsel bir destek veriyorlar. Yani gerçekten gönülden istedikleri için destek veriyorlar. Üçüncü söyleyeceğim biraz eleştirel mahiyette olacak. İçerik zayıflıyor. Medyanın entelektüel içeriği zayıflamaya başladı yani donanımlar güçlendi, kapasitesi güçlendi, imkânları güçlendi, etki alanı güçlendi ama içerik zayıflamaya başladı. Entelektüel donanım zayıflamaya başladı. Birikim yüzeyselleşmeye başladı. Hatta tırnak içinde “düzeysizleşmeye” başladı. Bizim bu milli medya dediğimiz artık daha Türkiye’nin ana akım medyası oldu. Bu milli medya bu konuda gerçekten çok büyük mücadeleler verdi. Milli medyamızda eksik olan şey bu. Siyaset büyük bir mücadele yürütüyor, devlet büyük bir mücadele yürütüyor, Türkiye Cumhuriyeti dönüşüyor. Yani 20.yüzyıldan sonra 21.yüzyılda yeni bir güç inşası var. Coğrafyaya açılıyorsun ama siyasetin altını dolduracak, siyasi söylemlerin altını dolduracak entelektüel söylemleri üretmede zorlanıyor medyamız. Siyaseti destekliyor ama destek sadece onun söylediğini tekrar etmekle olmaz. Destek yeni şeyler üretmekle olur. Siyasete malzeme üretmekle, topluma malzeme üretmekle olur. Medyanın o anlamda medyatik entelijansiyansının çok güçlü argümanlar, söylemler, çok güçlü dil üretmesi gerekiyor. O konuda biraz eksiğimiz var. Bence bu kadar donanımdan sonra yoğun yatırımların kaliteye, estetiğe ve içeriğe olması lazım. Bundan sonra seferberliğin bu alan da olması lazım.
Ortadoğu siyasetini en yakından takip eden gazetecilerin başında geliyorsunuz. Türkiye'nin verdiği bu büyük mücadelede kararlarını ve duruşunu nasıl buluyorsunuz? Evet, ben 20 yıldır günü gününe Ortadoğu’yu izliyorum. Tabi sadece Ortadoğu’yu izlemiyorum. Özellikle birçok insanın ilgilenmediği Asya-Pasifik bölgesini çok yakından izlerim. Çokta merak ederim, günü gününe izlemeye çalışırım. Amerika, Avrupa ilişkilerini izlemeye çalışırım. Avrupa içi dengeleri, Amerika içi dengeleri izlemeye çalışırım. Ortadoğu bizim coğrafyamız, bizim havzamız, bizim medeniyetimiz. Dolayısıyla Ortadoğu’yu biz gazeteci olarak izlemem. Ortadoğu’yu bu medeniyete ait bir kişi olarak, kendi evimiz olarak izlerim. Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ne olup bittiğini her detayını görmeye çalışırım. Birinci Dünya savaşından sonra bir Ortadoğu dizayn edildi. Özet geçeceğim, çok fazla detay vermeyeceğim. Bunu herkes biliyor. 100 yıl sonra 21.yüzyılın başında yeni bir Ortadoğu dizayn ediliyor. Bizim coğrafyamız ikinci kez dizayn ediliyor. Türkiye, Atlantik ekseninde bir ülkedir. O zamanlar vesayet altındaydı. Batı adına yapılan bu dizaynın bir parçasıydı. Yani kendisi de yaptığı eylemlerle batının dizaynına yardımcı olmaya çalışıyordu. Türkiye'de medya ilk defa nasıl millileşmişse, Türkiye’de milli devlet aklı oluşmuştur. Cumhuriyet tarihinde ilk defa ve çok güçlüdür bu. Türkiye, bu coğrafyanın dinamiklerine göre dizayn edilmesine inanan bir ülkedir.Bu konuda Ortadoğu’da bizim bulunduğumuz coğrafya da tek ülkedir. Türkiye şuanda Ortadoğu’ya bir diriliş haritası sunuyor. Bir diriliş söylemi sunuyor. Bir ayağı kalkma söylemi oluşturuyor, bir dil oluşturuyor. Türkiye ve Suriye’nin kuzeyinde yapıp ettikleri, Ortadoğu'nun diğer bölgelerinde yapıp ettikleri ortada. En önemlisi de Türkiye’nin durduğu nokta, kullandığı dil, tarihe bakışı ve geleceğe bakışı. Bizim millileşmemiz bu anlamda coğrafyanın bağımsızlığını öngörüyor, coğrafyanın güçlenmesini öngörüyor. Türkiye asla coğrafyadan kendini soyutlayarak güçlenemez, ayakta duramaz. Coğrafyası ile birlikte güçlenmek zorundadır. Coğrafyayı dönüştürmeye çalışıyor. Batının yeni coğrafya inşası karşısında bugün var olan tek alternatif şey, ‘Türkiye’nin coğrafya perspektifidir.’ Türkiye’de kendi coğrafyası, bölgenin coğrafyası ve bu topraklarda yaşananlarla birlikte yerli topraklara ait bir coğrafya inşa etmeye çalışıyor. Bu çok büyük bir mücadeledir ve birinci dünya savaşı kadar büyük bir mücadeledir. Ve bu mücadelenin en kritik safhalarındayız. Afrin’e, oraya, buraya yaptığımız operasyonlar tamamen buna bağlı şeylerdir. Bundan sonra devam edecek operasyonların tamamı bu perspektifle devam edecektir. Ben buna bir tarih yürüyüşü, büyük yürüyüş diyorum. Büyük tarih kırılması diyorum. Şuanda bazı Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’nin karşısında dikildiğini görsek bile üzülmeyelim. Bir süre sonra o coğrafya, o topraklar, o sokaklar da öyle bir direniş ağı oluşacak ki Batının, Amerika’nın İsrail’in oradaki rejimler üzerine ürettiği dalgaların etkisi giderek kaybolacaktır. Dünya sistemine, batının dünya sistemine alternatif karşıt bir meydan okuma içerisindeyiz ve bu coğrafyayla birlikte meydan okuma içerisindeyiz. Birinci dünya savaşından sonra coğrafyamızdaki en büyük tarih kırılma budur ve bunun öncülüğünde Türkiye yapmaktadır.
Bundan sonra Ortadoğu’da nasıl bir coğrafya biçimlenecek? Amerika’nın yeni bir coğrafya haritası var. İngiltere’nin yeni bir Ortadoğu haritası var. İsrail’in yeni bir Ortadoğu haritası var, İran’ın yeni bir Ortadoğu haritası var. Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kendilerine göre bir Ortadoğu denklemi var. Herkesin bir denklemi var. Türkiye’nin de bir denklemi var. Şimdi bundan sonra ne olacak? Batı, Amerika ve Avrupa, İsrail’le birlikte bölgeyi yeniden biçimlendirecek mi? Haritaları yeniden değiştirecek mi? Ülke haritaları yeniden çizilecek mi? Şuanda masalarda bu harita taslakları dolaşıyor. İran, Şii jeopolitiğine göre bir şey oluşturabilecek mi? Oluşturduğunun üzerine neler katacak? Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır öncülüğünde “Arap Bloku” bölgede o rejimler üzerinde ne kadar varlık ihdas edecekler? Arap dünyası ne olacak? Bunlar derin sorular, çok zor sorular. Türkiye coğrafya üzerinde ne kadar etkili olabilecek? Batıdan gelen bu istila dalgasını nasıl kırabilecek?
Ben duruma sadece Türkiye Cumhuriyeti ölçeğinde bakmıyorum. Tarih ölçeğinde bakıyorum. Şöyle bir tezim var; coğrafyamıza yönelik bütün büyük müdahalelere bakıyorum ve bir de Haçlı savaşlarına bakıyorum. Haçlı savaşları batının coğrafyaya yönelik büyük bir istila hareketiydi, hareketleriydi. Haçlı savaşları Kudüs’ü hedef alıyordu ama Anadolu’da kırıldı. Haçlı savaşlarını kıran Anadolu’dur. Bu coğrafya için büyük bir şokudur. Çok büyük bir şoktur. Moğol İstilası çok büyük bir şoktur ve mücadele Anadolu’da başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı bu coğrafyaya yönelik üçüncü büyük şoktur. O kadar büyük şoktur ki Atlas Okyanusu'ndan Pasifik'e kadar Müslüman dünya artık İslam’ın tarih sahnesinden silindiğini düşünmeye başladı. Bütün ümitleri yok oldu. Artık Muhammed’in ümmeti ayağa kalkamayacak diye konuşulmaya başlanmıştı. Mehmet Akif’in şiirlerinde ki o karamsarlıkları görürsünüz. İki şoktan sonra çok daha büyük bir tarih yükseliş yaşandı. Çok daha büyük devletler ortaya çıktı bu coğrafyada. Direnişler ‘Anadolu eksenli’ oldu. Selçukludan bugüne kadar gelinen süreci çok dikkatli takip edin ve bu perspektifle Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığına bakın. Öyle yaptığımız zaman anlayacağız. Üçüncü büyük şokun etkisini biz yeni atlatıyoruz. Bizim için Birinci Dünya Savaşı yeni yeni bitiyor, daha bitmedi.
Savaş bitti ama Birinci Dünya Savaşı vesayeti Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde 20.yüzyıl boyunca devam etti. Biz 100 yıl sadece kendimizi korumak için, Anadolu’yu korumak için, bu devleti korumak için, bu milleti korumak için uğraştık. Daha büyük bir imparatorluğu kaybettik. Son kaleyi, son evimizi de kaybetmemek için o kadar çekingen o kadar ürkek, o kadar savunmacı bir politikayla dünyayla ilişki kurduk ki, tek motivasyonumuz vardı. Anadolu’yu korumak. Başka bir hesabımız yoktu. Başka da bir şey yapamazdık zaten ve çok doğru bir şey yaptık. Biz Anadolu’yu koruduk. 21.yüzyıl başlayınca dünyanın denklemi yeniden değişmeye başladı. O zaman yeni bir fırsat alanı doğuyor. 21.yüzyılda tekrar Anadolu’ya sıkışıp kalmamalıyız. İşte bu Birinci Dünya Savaşı'nın bitişidir. Çünkü yeni bir dönem başlıyor. Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Türkiye’nin yeniden yükselişi başlıyor. Üçüncü büyük yükseliş bunu böyle görün. Türkiye öncülüğünde bütün coğrafyanın yükselişi başlayacak. İlk iki şoktan sonra böyle oldu. Selçuklu kuruldu, Osmanlı kuruldu değil mi? Şimdi Türkiye Cumhuriyeti var. Türkiye Cumhuriyeti’nin hızla büyüdüğü bir dünyaya doğru gidiyoruz. Böyle değerlendirin. Ortadoğu da ne olacak derken konjoktürel değerlendirmeyin. O bin yıllık tarihle bakın. Ben bin yıllık tarihle bakıyorum. Bu coğrafya ve Türkiye için baktığımda olağanüstü umutlu şeyler görüyorum.
Yeni çıkan kitabınız “Tanklar Kabe'ye Dayanmadan” da neyi anlatmaya çalışıyorsunuz? Aslında kitapta daha önceden yazdığım yazılar, kitaba eklediğim şeyler, son 30 yılın bir hafızası var. Son 30 yılda 1991 Körfez Savaşı’ndan beri coğrafya dizaynına ilişkin ne olduğu ne bittiği, aslında hesaplarının ne olduğu, programlarının, projelerinin ne olduğu var. Kitabın ilk bölümü aslında hafıza tazelemesidir. Medyadan, siyasetten, enformasyondan, ulusal medyadan, uluslararası ilişkilerden görmediğimiz bir şey var orada. Orada aslında gerçek olayların perde arkası anlatılıyor. Çünkü ilk bölümde bu hafıza tazelemesini yapmazsan geleceğe dönük hiçbir şey kurgulayamazsın, okuyamazsın. Bu bir bütündür. Onu anlatmaya çalışıyorum. İkinci bölümde, ortasında ve sonrasında aslında bugünü ve geleceği anlatmaya çalışıyorum. Gelecekte ne olacak, bütün bu söyleyişi boyunca konuştuğumuz şeyleri anlatmaya çalışıyorum aslında. Bu umutlu şeyleri anlatıyorum. Umutlu şeyleri anlatırken her şey umutlu değil önümüzde. Önümüzde kötü senaryolar da var. Çok kötü senaryolar da var. Mezhep savaşları üzerinden Ortadoğu’nun bölgesel iç savaşa sürüklenmesi hesabı var. Müslüman dünyayı birbirine kırdırmaya dönük büyük projeler var. Asla vazgeçmediler.
15 Temmuz’da Türkiye’ye saldırdılar da durdular mı? Hayır. Yeni yeni senaryolarla geliyorlar.
Bölge için de yeni senaryolarla geliyorlar. Yani İslam içi, iç savaş tasarlıyorlar bu bölgede. Bunları anlatmaya çalışıyorum. Kitap aslında bir çağrı kitabı, bir uyarı kitabı. Öngörüleri olan bir kitap. En kötü en tehlikeli senaryoları anlatıyorum ve bunlara karşı uyanık olmaya, sağlam durmaya çağırıyorum insanları. Okuyucular kitapta son 30 yılı bulacaklar ama birçok şeyin söylendiği gibi olmadığını da görecekler. Perde gerisinde başka senaryoların olduğunu, vitrinde gördüklerimiz gibi olmadığını, aktörlerin daha girift ilişkileri olduğunu ve bunların detaylarını bulacaklar. Bundan sonra neler olabileceğine dair öngörüler, bizim ne yapmamız gerektiğine dair ön görüler var. Bizim ne yapmamız gerekiyor o yöne dikkat çekmeye dönük çaba var. Kitabı önemli buluyorum. Benim kitabım olduğu için değil. 10 yıl öncede benzer şeyleri söylerken insanlar inanmıyorlardı. Ben birçok şeyi erken söylerim ve bunun bedelini öderim. Söylediklerimin biraz tarih sapmaları olsa da olur. İlk başta karşı çıkarlar sonra bu böyleymiş derler. Bir şeyi ilk kez söylediğiniz, erken okuduğunuz, gördüğünüz ve paylaştığınız zaman yadırganıyorsunuz. Çok uçuk geliyor insanlara. Son 30 yılda bölgede yaşadıklarımız olağanüstü şeyler. Normalde yaşamadan önce söylesek herkes ‘delirmiş bunlar’ derlerdi ama yaşanıyor. Onları anlatmaya çalışıyorum. Onları anlatıyorum ki ayaklarımızı denk alalım, durduğumuz yeri sağlamlaştıralım. Hazırlıklarımızı yapalım. En önemlisi onları ters düz etmeye ve başka bir ters rüzgar, dalga oluşturmaya dönük kendi mücadelemizi verelim. Kitapta onu anlatmaya çalışıyorum.
***İbrahim Karagül'ün "Tanklar Kabe'ye Dayanmadan kitabını" http://www.kitapyurdu.com/kita...sitesinden satın alabilirsiniz.
Zor bir süreçten geçen toplumumuzun sosyolojik durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Eğer Türkiye’nin geçici zor dönemi ile ilgili toplumun tavırlarını soruyorsan; Türkiye toplumu bence bu büyük dönüşümü medyadan bile daha önde götürüyor. Gerçekten o kadar büyük destek veriyorlar ki, toplum birçok yerde devletten daha önde koşuyor aslında. Kendini hızlı değiştiriyor. Neden? Çünkü bu toplumun genetiği, birikimi yüzlerce yıla dayanıyor. Toplumsal kültürümüz de öyle sadece siyasal kültürümüz değil. Sosyolojimiz öyle, kültürel yapımız öyle, duygularımız öyle, şiirlerimiz öyle, halk müziğimiz öyle. Türküleri dinleyin nasıl bir hafıza görürsünüz, nasıl bir sosyoloji görürsünüz, nasıl kimlik görürsünüz değil mi? Efsanelerimize bakın, masallarımıza bakın. Toplum bunlarla ayakta durur. Sadece dinle değil. Din, kültür çeşitliliği, akrabalık ilişkileri, Anadolu’da yaşamış bir sürü başka kavimlerin bıraktığı mirasların üzerine bir şeyler inşa edilir.
Türkiye’nin bu büyük mücadelesinde toplumumuz, halkımız, milletimiz olağanüstü destek veriyor. Bazen devlet kilitlendiği zaman o kilidi açıyor.
Bu millet devletin, ülkenin sıkıştığı her yerde imdadına koşar ve mutlaka bir yol haritası oluşturur.
Böyle bir toplumsal basirete sahibiz biz. Bu basiret sanki bir genetik gibi Anadolu’da. Anadolu’nun yaşadığı tarihe bakın. Son bin yıla baktığınızda olağanüstü travmaları görürsünüz. Bütün bu travmaları yaşamış bir toplum hafızası var bizde. Bizim yapmamız gereken sadece bu hafızayı uyandırmak. Bu uyandıkça toplum daha çok destek veriyor. Daha çok önde gidiyor. Türkiye’nin büyük mücadelesinde destek için medya nasıl yeniden yapılanmışsa, bu büyük mücadelenin öncüsü siyasetten daha çok toplumdur. Öyle görelim ve bu millete güvenelim. Bu millet devletin, ülkenin sıkıştığı her yerde imdadına koşar ve mutlaka bir yol haritası oluşturur.