"Benim derdim okuyanları heyecanlandıran kitaplar yayımlamak."
Gelenekten beslenen fantastik temalı öyküleriyle Modern Türk öyküsünün en önemli temsilcilerinden yazar Aykut Ertuğrul; yazarlık macerasını, iyi ve kötü öykünün ne olduğunu, Post Öykü'nün nasıl ortaya çıktığını, yeni kitabı 'Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu'nu ve daha birçok konuyla alakalı düşüncelerini GZT okurlarıyla paylaştı.
Yazma ve okurluk maceranız nasıl başladı? Yazı yazma serüveniniz nasıl başladı? Bu tarz sorular çok soruluyor. Elbette soranlar da sormakta haklılar. Fakat biz de soru sorulan tarafta olduğumuz için cevap vere vere bir yerden sonra kendi kendimizin klişesini oluşturmaya başladık. Bu galiba kaçınılmaz bir durum. Benim de çok sık verdiğim bir cevap var. Onu burada da tekrar etmek istiyorum. Biraz geriye gidelim. Size önce okuma maceramdan bahsedeyim. Neyi ilk defa tutkuyla okudum? İlk defa hangi kitaptan etkilendim? Bu macera tam olarak hangi noktada başladı? Tarzındaki sorulara ben de soru ile geri dönüş yapıyorum. Mesela, ilk defa ne zaman pilav yedim? İlk defa ne zaman kahkaha ile güldüm? İlk defa ne zaman yerden yükseğe sıçradım? Bu soruların geriye dönük bende ve hiç kimsede nasıl bir cevabı yoksa ilk okurluğa ne zaman başladım sorusunun da bir cevabı yok. Çünkü pilav yemek, kahkaha atmak bizim için nasıl doğalsa ve bu hayatımızın her anında devam eden bir eylem olmakla birlikte bir başlangıç noktasıdır. Benim için de okurluğun hatta yazarlığın bile başlangıç noktasını kestirmek mümkün görünmüyor ama okumayı öğrendiğim andan itibaren okumayı çok sevdim ve hiç bırakmadım. Her an elimin altında kitaplar vardı. Bunu hep bir lütuf olarak gördüm. Okurluktan başlamayı seçtim çünkü yazmak dediğimiz hadise tamamen okumakla alakalı. Özellikle günümüzdeki modern yazarlar için. Eğer iyi bir okur değilseniz iyi bir yazar olmanız çok zor.
Dolayısıyla benim de yazma serüvenim okumakla başladı. Daha sonra 'Ben de acaba bir şeyler yazabilir miyim? Benim de söylediklerimin bir kıymeti olur mu?' diye düşünmeye başladım. Bu düşünceleri sesli dile getirmedim ama içten içe hep düşündüm. Hatırladığım kadarıyla gazetede bir köşe yazısı okumuştum. Bazı yazarlar çok iyi mektup yazar ve o mektuplar o kadar iyidir ki yazmayı bildiklerini mektuplarına bakarak anlarlar. Bu yazıyı okuduktan sonra 'Acaba bende yazabilir miyim?' diye kendi kendime sordum. O zamanlar lisede yatılı okulda okuyordum ve sağa sola çokça mektup yazan biriydim. Belki ben de yapabilirim diye yazma denemelerine başladım. Bu denemelere de öykü yazarak başladım. Şiir yazmayı denemedim. Ayrıca, yazma serüvenimizde ilkler çok önemlidir. Mesela ilk etkilendiğimiz ve bize büyük bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu hissettiren yazarlar çok önemlidir. Benim için de lise yıllarından bugüne bakarsak Dostoyevski çok önemli.
Dostoyevski’yi tanıdığımda onun büyük bir yazar olduğunu dahi bilmiyordum. Suç ve Ceza’yı elime aldığımda adeta çarpıldım.
Sait Faik Abasıyanık, “Yazı yazmak için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım” diyor. Aykut Ertuğrul’un yazı yazması için ne lazım? Yazı yazmak için bize ne lazım sorusu aslında hayatın farklı evrelerinde değişiyor. Tek ve sabit bir cevabı yok. Hatta her yazar için bile değişiyor. Eskiden daha genç ve coşkuluyken hiçbir şeye ihtiyacım yoktu. Kalabalık bir ortamda etrafım doluyken hatta insanlar bana laf atarken, onlarla sohbet ederken bir yandan da elimde kalem kâğıtla ya da bilgisayarla bir şeyler yazabiliyordum. İnsanlarla iletişim içinde olduğum o birkaç saatin sonunda kafamı kaldırıp bir öykü yazdım galiba dediğimi hatırlıyorum.
İlham denilen şeyin yeni başlayan amatörlere has bir şey olduğunu fark ettim.
Son zamanlarda yazma eylemi benim için bir seremoniye dönüşmeye başladı.
Fakat son zamanlarda bu yazma eylemi benim için bir seremoniye dönüşmeye başladı. Bu yaşla da alakalı olabilir. Bu sürede masamı derleyip toplamaya, beni çok etkileyen çok sevdiğim yazarlardan küçükte olsa herhangi bir sayfayı açıp onların metinlerini okuyup o rüzgârı hissetmeye ihtiyacım oluyor. Eskiden ilhama dönük yazıyordum. Bir şey gelecek ve ben orada oturup hemen yazmaya başlayacağım diye düşünüyordum. Daha sonra ilham denilen şeyin yeni başlayan amatörlere has bir şey olduğunu fark ettim. Biraz iddialı ama bir yerden sonra artık o ilhamla aranızda bir hukuk oluşuyor. O ilhamı çağırmanın yollarını biliyorsunuz. Zarifoğlu’na bir röportajında ilhamı soruyorlar. O da “ilham ne ki çağırırız gelir” diye cevaplıyor. Bu cevabı beni çok etkilemişti. Yazmaya başlamak için bir ayine ihtiyaç duyabiliyorum. Bunun sebebi de ilhamın gelmesini sağlamak.
İyi öykü, başkalarına öykü yazmayı heves ettiren, bende böyle bir şey yazmalıyım dedirten metinlerdir.
O yüzden iyi öykü ve metinleri okuyup o hevesin gelmesini hızlandırmaya çalışıyorum. Bu çalışmamda işe yarıyor. Eskiden yazmamı şiir tetiklerdi. Fakat son zamanlarda felsefi metinlerin, iyi bir denemenin, Salah Birsel’in, Refik Halit’in veya insanın halleri üzerine düşünen filozofların metinleri beni yazmaya teşvik ediyor. Etrafımda kitaplar oluyor. Kendimi yazmaya psikolojik olarak hazırlıyorum ve bu şekilde başlıyorum.
İyi öyküyü tanımlamak zordur. Kötü öykünün nitelikleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Kötü öykü, tanımlanabilir.
İyi öykü, tanımlanamaz olandır.
Kötü öykü tanımlanabilir. İyi öykü ise tanımlanamaz olandır. Mesela ben daha fantastik öyküler yazmayı seviyorum ama toplumcu ve gerçekçi bir öykü okuduğumda onun hakkında burun kıvırabiliyorum. Bu örneği bunun yanlış olduğunu göstermek adına veriyorum. Çünkü arada hepimiz bu hatayı yapıyoruz. İyi öykü hangi ekole bağlı olursa olsun, hangi zaman da yazılıyor olursa olsun, kim yazıyor olursa olsun iyi öykü iyi öyküdür. Bunun nereye bağlı olduğu değişmez. Yazıldığı şartlar içerisinde o iyiliği yakalayabilmiş olandır. İyi sanat eserini bilmekten ziyade hissederiz. Büyük bir şey ile karşı karşıyayım galiba deriz ama onu tanımlamakta zorlanırız. Kötü öykü çabuk tanımlanabilen metinlerdir. Özellikle yeni başlayanlarda görülen kötü öyküler çok net tanımlanabiliyor. Ben gittiğim yerlerde gençlere diyorum ki kalabalıklar içinde yalnız adamı yazmayın. Bunalan adam ve kadınları sakın yazmayın diyorum. Rilke'nin Genç Bir Şaire Mektuplar'ında bir genç şaire önerisi aşk hakkında sakın yazmayın diyor. Çünkü yazdığınız şey hakkında daha önce binlerce iyi şey yazılmış. Onların klişesine düşmemek onları tekrar etmemek neredeyse imkânsız.
İyi bir metin, yazarın kendisi dışına mümkün olduğunca çıkabildiği metindir.
Fantastik, her alanda yükseliyor. Öykü de bu yükselişten payına düşeni alıyor. Fantastik öyküyü nasıl anlamalıyız? Gerçeklikten kaçış mı ya da gerçekliğin yüksek bir temsili mi? Bazı şeyler ister istemez üzerimize yapışıyor. Çünkü tam olarak inandığımız dünyada yaşamıyoruz. Modern bir dünyada yaşıyoruz. Konuştuğumuz kavramlar da bugünün dünyasına ait kavramlardır. Bu kavramlardan yardım alarak yaptığımız işi tanımlamaya çalışıyoruz. Ben fantastik bir şeyler yazmayı seviyorum ama tanımlanmış fantastiğe de karşıyım. Aslında işe fantastik tanımını reddetmekle başlıyorum. Çünkü günümüzde fantastik, doğaüstü şeylerle ilgili yazılan metinler olarak ifade ediliyor. Benim inancıma göre ve geleneksel dünyada doğa veya doğaüstü diye bir ayrım yoktur.
Fantastik ve doğaüstü olaylar hayatımızın göbeğindedir. Sağ omuzumuzda ve sol omuzumuzda meleklerle yaşadığımıza inanıyoruz. Mesela bu benim dedem için hiç fantastik değil.
Doğaüstü şeylere inanma ihtiyacı insanın fıtratında olan bir şeydir.
Aksine bu çok normal. Ben Hızır’ın hikâyesini yazmak istiyorum. Ama bir batılı buna ne kadar fantastik(!) diyebiliyor. Oysaki fantastik değil. Hızır bizim hayatımızdadır. Meleklere ve cinlere inanıyor olmamız lazım. Dolayısıyla ben bu anlamda çok realist şeyler yazıyorum. Fantastik dünyadaki kutsallık ihtiyacından dolayı yükselmeye başladı. Çünkü modernimizden itibaren bütün o kutsal ve ilahi olan her şey hayatımızdan çekildi. Daha doğrusu insanoğlu bunları hayatından attı. Doğaüstü şeylere inanma ihtiyacı insanın fıtratında olan bir şeydir. Dolayısıyla bu açılan boşluğu doldurmak için fantastik icat edildi. Mesela en bilinen fantastik metin Yüzüklerin Efendisi’dir. Yüzüklerin Efendisi’nde bütün o ortamı kuşatan büyü sonunda asla ilahi olan bir şeye bağlanmaz. Kötüler vardır. Kendinden büyülü nesneler vardır. Fakat bunlar bir Tanrı inancına bağlanmaz. Bizim fantastiğin kökenleri diye örnek verdiğimiz geleneğimizden Hazreti Ali Cenkleri ise öyle değildir. Orada her şey Allah’a bağlanır. Mesela, Hz.Ali fantastik bir şekilde bir orduyu yendiğinde, bir ejderhayı kılıç darbesi ile öldürdüğünde ben yapmadım Allah yaptı der. Bütün o gücünü ve yiğitliğini sonunda Allah’a bağlar. Gelenek ile fantastik arasındaki fark budur. Ben bu fantastik tanım içinde geleneğin tarafında durmam gerektiğini düşünüyorum ama maalesef beni besleyen metinler Hazreti Ali Cenklerinden çok Yüzüklerin Efendisi’dir. Çünkü benim aldığım ve genelin aldığı eğitimden dolayı modern kavramlarla düşünüyoruz. Hazreti Ali Cenklerini çoğaltmam gerektiğini biliyorum. Bu modern dünyada yetiştim. Bunun arasını nasıl bulabilirim? Bu tarz sorular içinde çelişkiler yaşıyoruz.
Kitabınızdaki ‘3 Hadis’ öyküleri gibi hadislerin hikâyeleştirildiği bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Cemal Şakar ile bir gün geleneksel metinlerin yeniden üretilme meselesini konuştuk. Bizde de çok köklü bir 40 hadis geleneği vardır. Genelde bunu âlimler yaparlar. En son İsmet Özel yıllar önce yaptı. Bir edebiyatçı acaba bu geleneğe nasıl bakar diye konuştuk. Bu konuşma sırasında hadisleri çok yorum katmadan mümkün olduğunca kendi üslubumla yeniden anlatmak için bende orada bir nevi söz vermiş oldum.
Post Öykü nasıl ortaya çıktı ve nasıl kuruldu? Post Öykü dergisi, yaklaşık 4 yıl önce benim çıkardığım Yumuşak G dergisinde eserler yayınlayan, o dergi sayesinde tanışan Arda Arel, Ertuğrul Emin Akgün, Burcu Bayer ile birlikte çıkardığımız bir dergidir. Yumuşak G kapanalı birkaç yıl olmuştu. Fakat dergicilikte bir kabul vardır. Dergi çıkarma meselesi bir nevi virüs gibidir. Mesela dergi çıkarmadığın dönemlerde bir yazar arkadaşınla sohbet sırasında sana ilgi çekici güzel bir şeyden bahsettiği anda direk zihninde keşke dergi çıkarsaydım bu anlattığını da kendisine yazdırırım gibi bir düşünce beliriyor. Hep bu şekilde dergi çıkarıyormuş hissi ile yaşıyorsunuz. Hatta Cemal Süreyya’nın meşhur bir sözü vardır; ‘Bir dergi gibi benim hayatım. Bu yüzden ölmem; batarım.’ Dergiciler de biraz böyledir. Biz de zaten o sırada boşluktaydık. Yazarlığı, edebiyatı, öykü üzerine konuşmayı bırakmış değildik tabi ki sadece dergi çıkarmayı bırakmıştık. Daha sonra acaba biz de 'Yeniden bir dergi çıkarsak mı?' dedik. İş ciddiye binmeye başladı ve 5,6 ay kadar düşündük. Nasıl bir dergi istiyoruz? Nasıl bir dergi okumak istiyoruz? Nihayetinde ortaya Post Öykü çıktı. Bizim umduğumuzdan da fazla ilgi gördü. Sonuçta bir tür dergisiydi ama çok fazla okura ulaştı ve etki aldı. Genç öykücülerden, genç okurlardan çok acayip ilgiyle karşılaştık. Bu derginin ekibini ve okur sayısını da arttırdı. Post Öykü de Acaibü’l Mahlûkat atölyesi yaptık. Sonrasında Kanetti atölyesi yaptık.
Dergi, öykücülük anlayışımızı inşa ettiğimiz yerdi.
Daha sonra bu tarz başka atölyeler yapmaya devam ettik. Dergi, bizim öykücülük anlayışımızı inşa ettiğimiz yerdi. Fantastik konusunda bahsettiğimiz gibi edebiyat dünyasında da çok fazla ezber var. İnsanlar konuşurken çoğu şeyin ne anlama geldiğini çok düşünmeden konuşuyor ve yazıyoruz. Fantastik dediğimizde ne demiş oluyoruz? Postmodern dediğimizde ne demiş oluyoruz? Çünkü derginin meselelerinden biri de bu postmodernizim. Postmodern edebiyat dediğimizde ne demiş oluyoruz? Fantastik dediğimizde, gelenek dediğimizde ne demiş oluyoruz? Geleneğin öyküde ve edebiyatta yeniden üretimi deyince ne demiş oluyoruz? Ne yapamaya çalışıyoruz? Post Öykünün en temel 3 sorusu bunlardır. 4 yıldır da bunların peşinde metinler yazıyoruz. Elbette iyi öykü yayınlamaya çalışıyoruz. Hep gençlerle hareket etmek istiyoruz. Birkaç kitabı çıktıktan sonra her yazar istediği dergide eser yayınlayabilir. Görünmekle ilgili sıkıntısı kalmıyor. Bizim ekibin dergicilik anlayışın göre yazı ile okuru buluşturan yazarı okura gösteren mecralardır. Öyleyse biz görünmeye asıl ihtiyacı olanlara gençlere kapımızı biraz daha fazla açalım dedik. Post Öykü hep gençlerin metnine öncelik veren bir dergi oldu. Bu şekilde de devam edeceğiz. Hâlihazırda 23. sayımız raflarda ve İnşallah daha da devam edeceğiz.
Son kitabınız “Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu” kitabınızdan ve Ketebe buluşma hikâyenizden bahseder misiniz? Daha önce üç kitabım çıktı. Birincisi Keyfe Kader Kahvesi, ikincisi Mümkün Öykülerin En İyisi, üçüncüsü İki Dünyanın Ustası. Bu dördüncü kitabım da mart ayında okurla buluştu. Kitabın hikâyesinden bahsedemeyiz. Çünkü biz öykücüyüz. Öykü yazıyoruz ve belli bir noktaya ulaştıktan sonrada öyküler kitap edecek bir hacime ulaşıyor. Benim kitaplarımın üçü de öyleydi. Bu son kitabımda da devam etti. Ben yazarken bir tema bütünlüğü gözetmiyorum. Yazdığım döneme göre kendiliğinden bir bütünlük oluşuyor. Yazdığım öykülerimi topluyorum. Kötüleri çıkarıyorum. İyileri alıyorum. Olabilecekler üzerine biraz daha yoğunlaşıyorum ve onları iyi bir kitap haline getirmeye çalışıyorum. Bu çalışmalar sonucunda bir de iddialı bir isim buluyorum. Yeni bir kitabı ortaya çıkarma sürecim bu şekildedir. Ketebe macerası benim için önemli bir maceradır. Ben yayınevinin yerli çağdaş edebiyat kısmında editörlük yapıyorum. Biz Ketebe de çok şey yapmak istiyoruz. Genç edebiyata kapıları ardına kadar açık bir yayınevi inşa etmek istiyoruz. Diğer yandan bugüne kadar yeterince kıymeti bilinmemiş, yeterince emek verilmemiş eserlere, yazarlara yeniden eğilmek, kitaplarını yeni edisyonlarla yeniden basmak istiyoruz. Birçok usta ve yazarla güçlenip merkezi yayın evi olmakta amaçlarımızdan birisidir. Bütün bunları yapabilecek bir yayın evi olma fikri beni çok heyecanlandırdı. Bu yüzden Ketebe'nin çalışma teklifini kabul ettim. Kendi kitabımı da verdim. Çünkü insanları çağırdığınız yerde ben de buradayım diyebilmelisiniz. İnsanları benim kitaplarım başka yerde ama siz buraya gelin diye olduğunuz yere çağıramazsınız. Bende buradayım, buna inanıyorum, kendimi ortaya koyuyorum hadi sizde gelin demek amacıyla bunu yaptım. Ekim'de hazırdı dosyam ama yayın evi şartlarının olgunlaşması için Mart'a kadar kitabımı beklettim. Bu kitabın macerası bu yüzden yayınevi ile eş değer. Diğer yandan Harun Tan sayesinde kitaplar kapak tasarımı ile ön plana çıktı. Benim kitabım da dâhil olmak üzere, kitaplar için çok iyi tasarımlar yaptı. Şuanda iyi gidiyor ve inşallah daha da iyi olur. Umarım daha iyi kitaplar okuyup yayınlayabiliriz. Çünkü temel olan budur.
Benim derdim okuyanları heyecanlandıran kitaplar yayımlamak.
Bu anlamda Remzi Şimşek’in, Ali Emre’nin kitapları yayınlandı. İlhami Çiçek’in yıllarca baskısı olmayan şiir kitabı yayınlandı. Elif Genç’in öykü kitabı yayınlandı. Emre Ergin’in öykü kitabı yayınlandı. Bunları kendi alanım olan edebiyat kısmı için söylüyorum. Ben bu gelişmeler için çok heyecanlanıyorum. Umarım bu hep böyle devam eder.