Babamın gören gözleri olmak vazifemdi
‘Dünya tarihinde gözleri görmeden 12 fikir eseri kaleme almış olan ilk ve son insan’ olarak tarif ettiği babasının gören gözleri, 8 yaşından itibaren en önemli asistanı, çalışma arkadaşı olmuş bir insan Prof. Dr. Ümit Meriç. Eşine az rastlanır bir çocukluk geçirmesine rağmen bunu şans olarak görüp başarılarla ve ilim sevgisiyle dolu bir yaşam öyküsüne imza atan Ümit Meriç’in Cemil Meriç’ten kalan mirası, ondan aldıkları ve ona kattıklarıyla örülmüş hikayesi, bilinmeyen detayları ve en samimi haliyle Doğduğum Ev’de.
16 Aralık 1946, Ümit Meriç nasıl bir evde doğdu?
Zeynep Kamil doğumluyum. Aslında benim ilk evim Zeynep Kamil. Zeynep Hanım ile Kamil Bey'in, çocuğu olmayan bir karı kocanın asırlardır devam eden bir hayır müessesinde dünyaya geldim. Göbek adım o sebeple Zeynep. Karlı bir günde gözlerimi dünyaya açmışım. O dönemde biz Erenköy Kokarpınar Sokak'taki iki katlı bir ahşap evin alt katında oturuyormuşuz. Fakat orada sadece 14 ay yaşamışım. Ondan sonra asıl gözlerimi gerçek manasıyla dünyaya açtığım, dünyayı tanımaya başladığım yer Üsküdar ile Kuzguncuk arasındaki Fethi Paşa Korusu'nda, bugün İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin bir lokanta olarak işlettiği ev. Üsküdar mutasarrıfının evi. Ahşap, o dönemin mimari üslubunu yansıtan bir ev. Benim hayatım tabiatın ortasında geçti. Gerçekten de bugünkü çocukların pek azının erişebileceği bir tabiat saltanatıyla hayata başladım. Fethi Paşa Korusu'nda daha sonra harabe haline gelmiş olan ama 1940'larda varlığı devam eden bir köşk varmış, sonradan yanmış. Evimizin arkasından bir yol kıvrılarak oraya giderdi. Yol boyunca da kocaman Lübnan Sedirleri dikilmişti. Mor salkımlar vardı, çiğdemler vardı ve evin arkası tamamen bir meyve bahçesiydi. Ben ayva çiçeklerini açtığı zaman, artık yazın geleceğini hisseder ve okul kapanacak tatil başlayacak diye çok sevinirdim. Elma ağaçları, erik ağaçları, kayısı ağaçları bütün bunlar tabiatın ortasındaki bahçemize, bize, çamlarla beraber renk katan güzelliklerdi.
Evimiz, önden tek bir sıra halindeki aşağı yukarı 20 mermer merdiven ile (Marmara mermeri ile) çıkılan ve küçük bir terastan sonra içine girilip kocaman bir salon; iki tarafta iki büyükçe oda, oradan geçilen bir mutfak, bir büyük mutfak ve banyodan oluşur ve oradan tekrar dışarı çıkılırdı. Aslında evimiz Üsküdar Mutasarrıfının evi fakat zaman içinde satılmış ve satın almış olan zat da üst katı kendisine ayırıp alt katı kiraya yani bize vermişti. Tabii bu güzel tabiatın ortasındaki insan ilişkilerine de bence biraz girmek lazım. Çünkü şimdi aynı sitede oturan insanlar, aynı apartmanda oturan insanlar birbirlerinden çok defa habersizler. Neşede ve tasada ortak olamıyoruz, fiziki olarak en yakınımızda olan insanlarla bile. Ama Fethi Paşa Korusu'nda, benim çocukluğumda öyle değildi; burası at nalı şeklinde bir sokaktı. Ve ben küçücük bir çocuk olduğum halde hangi evde hangi teyze ve amca oturuyor, annem hangileriyle görüşüyor, ben hangi çocuklarla arkadaşlık edebilirim bütün bunları bilerek yaşıyorduk. Yani ben bir mahalle çocuğuyum, bir mahallede büyüdüm ve selam alıp vermeyi, arkadaşlarımla hangi saatlerde oynayıp hangi saatlerde evde istirahat edeceğimizi ya da kitap okuyacağımızı bilerek yaşadık.
Siz dünyaya geldiğinizde babanız Cemil Meriç hastanede değilmiş, yanınıza geç geliyor. Bunun hikayesi neydi?
Aylardan Aralık, hava soğuk ve Cemil Meriç'in cebinde bir araca verip Zeynep Kamil'e gelecek kadar para yok. Dolayısıyla doğumun olmasını bekliyor ve yürüyerek Erenköy'den Zeynep Kamil'e kadar geliyor ve müjdeyi hemşirelerin ağzından aldıktan sonra “ismini ne koyalım?” diyorlar, hiç düşünmeden babam, “Ümit olsun, hem bizim ümidimiz hem de başka insanların da ümidi olsun” diyor.
Giyecek ayakkabım yoktu, okula terlikle gittim
Dünyaya geldiğiniz dönemde ailenizin içinde bulunduğu durum nasıldı?
Babam serbest mütercimlik yapıyor bir dönem. Fakat bu çok kısıtlı bir gelir sağlıyor aileye. Dolayısıyla hakikaten fakirliği tatmış bir ailenin çocuğuyum. Ben doğmadan önce (abim rahmetli benden 21 ay büyüktü) portakal alıyorlar mesela Üsküdar çarşısından, portakalın suyunu sıkıyor annem, abime içiriyor. Kalan liflerin posasını da kendisi yiyor. Yani bir portakalı kesip yiyemeyecek kadar fakir bir aile. Böyle olmasına rağmen ben çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum, gıdamız çok iyiydi. Giyim konusunda bugün böyle gardıroplar dolusu elbiseler var, efendim dolaplar dolusu ayakkabılar var, hepimiz ihtiyacımızdan fazlasını alıyoruz maalesef. Ama o dönemde mesela bir yazlık bir kışlık elbisemiz olurdu. Bir yazlık bir de kışlık ayakkabımız olurdu. Çok güzel bir tabirimiz var, 'güle güle eskit' diye, şimdi maalesef hiçbir şeyimizi eskitemiyoruz. Ama benim çocukluğumda mesela babamın bana ayakkabı alacak parası olmadığı bir dönemde ancak terlik alabilecek parayı anneme verdiğini ve annemle beraber Üsküdar çarşısına gidip kunduracı Ali Bey amcadan bir terlik beğendiğimizi hatırlıyorum. Böyle ayakkabıya benzeyen, ponponlu battaniye kumaşından terlikler vardı. Arkası kapalı olduğu için ayakkabı niyetine kabul edilebilirdi. O ayakkabıyı alıp evimize döndüğümüzü ve ortaokul talebesiyim o zaman, ertesi gün ayağımda o pantuflarla okula gittiğimi hatırlıyorum. Hatta arkadaşlarım etrafımı sarıp, “aa Ümit'e bak, terlikle gelmiş evden” deyip, böyle onların alay konusu olmaktan da çekindiğim için küçük ve masum bir yalan uydurduğumu hatırlıyorum, “aa” demiştim, “ayakkabımı giymeyi unutmuşum…” Halbuki giyecek ayakkabım yoktu.
Cemil Meriç denilince akla gelen bir sahne var. Çalışma odasında masanın üstüne sandalye koyup, onun üzerine çıkıp ampule yaklaşarak okumaya devam eden bir adam… Nedendi bu?
Yine Nacak Sokak'taki evin salonunun sağ tarafındaki odada bir masa ve üzerine babamın bir iskemle koyduğunu ve çıkıp kitap okuduğunu hatırlıyorum. Bu gerçektir ama zaten kısa bir süre sonra da gözlerini kaybetti babam. Tabii bu kadar ışığa yakın olma ihtiyacının kaynağında da sadece kabloyu uzatacak paranın olmaması değil; beraberinde gözlerinin artık fevkalade bozulmuş olması vardı. Yani kitabı zaten gözüne çok yakınlaştırarak okuduğu, gözlerinin gördüğü son döneme ait bir hatıra bu.
Annem masa örtüsünü gömleğe dönüştürmüştü babam iş görüşmesine gidebilsin diye…
Sizin doğduğunuz ay başlayan bir görevi var Cemil Meriç’in. İş görüşmesine gitmeden önce bir gömlek bulma sorunu yaşanıyor evde, nasıl olmuştu?
Evet, gerçekten de Cemil Meriç'in frenk gömleği tabir edilir ya, beyaz bir gömleği yok, kravat takabileceği... Hocası Sabri Esat Siyavuşgil kendisini arıyor ve diyor ki, “Cemil, böyle böyle okutmanlık imtihanı var, şu tarihte gel”. Babam tabii büyük bir sevinçle bu davete icabet etmek istiyor fakat bir devlet memuru olmaya aday olduğu için rastgele bir kıyafetle gitmemesi gerekir. “Ne yapacağım Fevziye?” diyor yani “gömleğim yok, bir frenk gömleğim yok”. Annemin gözü birden masanın üzerindeki beyaz örtüye ilişiyor, patiska bir örtü var. “Cemil'cim hiç merak etme, ben sana güzel bir gömlek dikerim” diyor. Ve hakikaten annem o örtüyü alıyor ve o örtüden hokus pokus bir gömlek dikip çıkarıyor. Fakat kumaş az. Az olduğu için sırtı yok, kolları da yok. Sadece göğüs kısmı ve yakası var dolayısıyla Cemil Meriç, ceketin içine o önlüklü patiska, Fevziye Meriç imalatı gömlek bozması önlüğü giyiyor, bir de kravat bağlıyor ve imtihana o şekilde gidiyor.
Yaşanan maddi zorluklara rağmen abiniz Mahmut Ali Bey de siz de Şişli Terakki Lisesinin ilkokul bölümünde yatılı olarak eğitim alıyorsunuz, dayınızın desteği söz konusuydu değil mi?
Henüz 6-7 yaşında bile değilim, 5 buçuk yaşındaydım. İlkokulun olduğu Sultantepe bir hayli uzak yani karda kıyamette, yağmurda çamurda benim evden çıkıp, yokuşu inip, Paşalimanı'ndan yürüyüp tekrar Sultantepe yokuşuna çıkmam için o küçük ayaklarımla bir yarım saat yürümem lazım geliyor. O dönemde şimdiki gibi servisler yok, dolayısıyla ben 5 buçuk yaşındayken abimi vermiş oldukları Şişli Terakki, yaşımın küçüklüğüne rağmen beni kabul ediyor. Annemle babam da bakıyorlar ki akıllıca bir kız çocuğuyum, herhalde başarır, diyorlar ve beni yatılı olarak dayımın rahmetli ücretini verdiği Şişli Terakki İlkokulu'na kaydediyorlar.
Yatılılık hayatının hüsranı hala içimde yaşıyor
Şişli Terakki’de eğitim almak önemli bir katkı ancak aynı şehirdeyken hem de henüz küçücük bir çocukken yatılı okumak nasıl bir histi sizin için?
İlkokul hayatı özellikle yatılılık hayatı benim için bir hüsran dönemidir. Yani düşünün, şimdi mesela torunum 4 yaşına geldi, gündüz yuvaya vermek istemiyorum. Çocuk sabah akşam evde olmayacak, yabancı bir çevrede olacak diye. Belki biraz büyükanne egoizmi yapıyorum veyahut belki de yapılması gerekeni yapıyorum. Belki torunum konusunda gösterdiğim ihtiyatlılık, çok küçük yaşta annemden ve babamdan ayrılmış olmamdan da kaynaklanıyor. Akşamları, yolun kenarında bir teneffüs salonu vardı yemekten sonra orada bir yarım saat kadar oynardık. O dönemde tramvay geçerdi Şişli Terakki'nin önünden. Ben tramvayların numaralarına bakarak kendime göre fal tutardım. Mesela '22 numaralı tramvay geçerse yarın annem bizi ziyarete gelecek' derdim. Dolayısıyla evet, belki erken okula başlamış olmam erken liseyi bitirmeme ve dolayısıyla üniversiteye erken girmeme hayata bir yerde erken başlamama yol açtı ama doğrusu hüsranı hala içimde yaşıyor.
Şişli Terakki’den Sultantepe’ye geçişiniz nasıl bir süreçti, arada ciddi farklar olsa gerek?
Yatılılık dönemim 1956-57'de sona erdi ve ben Sultantepe İlkokulu'na girdim. Aslında ait olduğum mahallenin okuluna gittim dolayısıyla mahalledeki arkadaşlarımın ve benzer mahallerdeki çocukların gittikleri bir okulun talebesi oldum. Şişli Terakki benim için çok aşırı zengin velilerin olduğu bir okuldu. Mesela Ömer Madra, Madra Zeytinyağları'nın sahibi olan ailenin torunu, abimin sınıf arkadaşıydı. Annesi böyle leopar bir kürkle gelirdi okula ve uzun kuyruklu Amerikan arabalarıyla çocuğunu almaya gelirdi. Gerçi bizi de dayım Buick marka arabasıyla almaya gelirdi hafta sonları. Ama benim annemin üzerinde 4 sene boyunca hiç değişmeyen taba renkli bir palto vardı. Dolayısıyla bu servet farklılıklarını görüyordum. Bu beni tabii biraz rahatsız ediyordu ama Sultantepe'ye girdiğim zaman bir öğretmen karı kocanın evladı olarak tam yerimi bulmuş gibi hissettim kendimi. Hatta Cemil Meriç'in henüz o sırada Cemil Meriç olmadığı yıllar ama kütüphanesini kurduğu yıllar… 'Türkiye'de ilk matbaa İbrahim Müteferrika'nındır, Naima Tarihi'ni de basmıştır' cümlesini öğretmenimiz derste söyleyince ben ertesi gün o koca 2 cildi yüklenip o bahsetmiş olduğum yokuştan inip Paşalimanı'nı geçip Sultantepe yokuşunu çıkıp o sınıfa Naima Tarihi'ni götürerek müstakbel tarihçilerin olabileceği sınıfıma çok paha biçilmez bir hediye getirmiş oldum. O kitabı ben şu sırada Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki Millet Kütüphanesi'ne hediye ettim. Babamın bütün eski harf kitaplarıyla beraber.
Hastane odasında başlayan Cemil Meriç’in gözleri olma görevim hep devam etti…
Cemil Meriç’in 12 buçuk numara miyopi ve hipermetropisi var. 1954 yılının ilkbaharında ailecek gidilen bir gezi sırasında gözleri tamamen kapanıyor. Neler hatırlıyorsunuz bu durumla ilk yüzleşmenize dair?
Babam 38 yaşında ben 8 yaşındaydım, ilkokul 3. sınıf talebesiydim babam gözlerini kaybettiği zaman. Çok sıcak bir yazdı ve babamın hasta yatağında yattığı, annemin de bir divanda istirahat etme mecburiyetinde olduğu bir küçük odaydı hastane odası. Ben aslında annemle babamın yanında kalmak zorunda değildim. Caddebostan plajında, burada, dayım, yengem ve devam eden bir hayat vardı ama ben hep annemle babamın yanında olmayı tercih ettim. Bana buradaki denize girme, buradaki arkadaşlarla işte mısır alma ya da dondurma yeme, annemle babamın yanında olmak kadar cazip gelmiyordu. Cerrahpaşa Hastanesi'nde sağdaki binaydı. 2 kat yukarı çıkıyorduk ve bir oda babamın odasıydı. Ben annemle babamın yanında kalmayı tercih ettim ve geceleri annemle aynı divanda bir kenara sıkışarak uyudum. Aslında çocukların hastanede kalması yasaktı o yüzden doktorlar viziteye gelecekleri zaman önceden hemşireler haber verirdi. Ben hemen odanın yanında dar bir balkon vardı, oraya saklanırdım. Onlar gittikten sonra tekrar çıkardım.
Hastane odasında günlük gazete okumakla başlayan görev bir ömür boyu sürüyor. Sizden dinleyebilir miyiz bu süreci?
Evet, babama gazete okuma sürecimiz Cerrahpaşa Hastanesi'nin o küçücük odasında başladı. Cumhuriyet Gazetesi okuyordum babama. Bazen bilmediğim kelimeler çıkıyordu. Onları babama soruyordum. Babam 1-2 cevap veriyordu fakat sonunda anladım ki, o kadar çok bilmediğim şey var ki… Babama yaptığım bu okuma görevini keserek kendi dünyamı yeni kelimelerle aydınlatmak çok da zarif bir davranış olmayacaktı babama karşı. Onun için sormaktan vazgeçtim. Tabii Cerrahpaşa Hastanesi'nin o küçücük odasında, o sıcak yaz günlerinde gazete okumakla başlayan ‘Cemil Meriç'in gözleri olma’ görevim hastaneden çıktıktan sonra… Babam Paris'e gidip döndükten sonra da… Gelen yeni yazda da devam etti. Artık ona dergiler de okuyordum. Hatta zaman zaman Türkçe kitaplar da okumaya başladım. Fakat kitapların da seviyesi benim üstümde olduğu için ve babama da bunun ne demek olduğunu sormamam gerektiğine karar verdiğim için bir müddet okuduğum şeyleri anlamayacağımı zannettim. Ömür boyu ben okuduklarımı anlamayacağım sanıyordum. Fakat zaman içinde elhamdülillah o şüphem ortadan kalktı ve babamla başlayan yazı arkadaşlığımız boyunca ben babamın ciddi bir sekreteri olma görevini üstlenmiş oldum.
Yaz akşamları açık sinemalarda izlediğimiz filmleri babama anlatırdım
Anılarınızda Ahmediye’deki Bizim Sineması ve Doğancılar’daki yazlık Aypark Sinemasına ailecek gidişlerinizden bahsediyorsunuz. Beyaz perdede olanları anlatmak da size düşüyormuş değil mi?
Yaz akşamları, şimdi maalesef şehirlerimiz o güzelliği de kaybetti, açık sinemalar vardı. Akşamüstü annemle babam Üsküdar'a inme kararını alınca biz bu yolculuğun sonunda sinemanın da olabileceğini ümit ederek abimle beraber en uslu halimize girerdik. El ele tutuşarak annemle babamın önünden yürüyerek Üsküdar'a doğru yol alırdık. Orada işkembecide bir akşam yemeği yedikten sonra babam “çocuklar sinemaya gitmek ister misiniz?” diye sorardı, biz de “isteriz” derdik. Şöyle bir filmlere bakılırdı neler var ve sonunda karar verilirdi. Genelde Türk filmine gitmezdik, yabancı filmleri tercih ederdi babam. Aypark Sineması, Doğancılar yokuşunun sonundaydı. İşte bileti alırız, içeriye gireriz beraberinde fıstık ile… Bir tane o kabuklu fıstıktan mutlaka koca bir paket alınır ve tahta iskemlelere oturulur film seyredilmeye başlanırdı. Babam tabii gözleri görmediği için ben yanındaki iskemlede oturduğumdan “Ümit ne oluyor?” diye sorardı ben de gözümün anladığı kadarıyla “Babacım işte şimdi bir bey geldi, lokantaya girdi, orada bir aile oturuyordu onlara doğru yaklaştı” diye filmi babama anlatmaya gayret ederdim. Fakat yine tabii yaşım çok küçük olduğu için filmde bazı yerleri anlayamazdım, birbirine bağlayamazdım, susardım. Babam, “Ümit ne oluyor?” diye tekrar sorunca ben tekrar anlatmaya gayret ederdim fakat bu sefer tabii ön sırada oturan bir bey ya da bir hanım arkadaki fıs fıs konuşan bir çocuğun sesinden rahatsız olur, şöyle arkaya doğru dönüp ters ters bakardı. Bu sefer de ben korktuğum için susardım yani bir problem olmasın diye. O şekilde çok tatlı yaz akşamlarımız olmuştur. Sinemadan çıktıktan sonra vakit bir hayli geç olurdu. Karpuz alırdık yoldan, babam onu koltuğunun altına alırdı. Ben de abimle yine el ele hatta bu sefer birimiz öbürünün koluna girerek çok uykumuz geldiği için… Derdik ki, “bir direkten öbürüne kadar sen gözlerini kapat yürü ben seni götüreyim, öbür direkten sonra da sen gözlerini kapat ben seni götüreyim”. Bu şekilde yani ne kadar uyurduk tabii yürürken orası komik bir olay ama gözlerimize inen uykuyu gözlerimizi kapatarak tatmin etmeye gayret ederdik.
Hayat rutininizde Sadullah Paşa Yalısının yanındaki Bedavacılar Plajı ve dayınız Reşit beyin işlettiği Caddebostan Plajı mutlaka yer almış. Cemil Bey görmediği halde yüzmeye hiç ara vermemiş. İlginç değil mi?
Ben bir boğaz kızıyım. Yani 14 aylıktan 14 yaşıma kadar Fethi Paşa Korusu'nda oturduk. İki sene hariç, o iki sene yine Çengelköy'de geçti. Hem Nacak Sokak'ta evimizin ana caddeyle kesiştiği noktadan sonra devam eden bir sokak vardı, denize açılan bir sokak. Hem de Çengelköy'de Sadullah Paşa Yalısı'nın hemen yanında bir doğal kumsal plaj vardı. Nacak Sokak'taki evimizin denizi biraz daha hırçın bir denizdi. Boğazın akıntılarının sahilden hissedildiği bir denizdi. Genelde Üsküdar'dan Kuzguncuk'a doğru bir sahil akıntısı olurdu, onun hemen 3-5 metre ilerisindeyse büyük boğaz akıntısı yani Kuzguncuk'tan Üsküdar'a doğru olan akıntı olurdu. Biz yaz günleri öğlen saatlerinde… Sabah okumuşuz, yazmışız, 'hadi artık denize inelim' denince mayolarımızı giyeriz üstüne de eski bir elbise çekeriz, ailece hep beraber yokuştan inip o caddeyi geçip sahile geliriz. Orada bir dönem kayıkhane varmış böyle kışın kayıkların çekilmesine mahsus paralel konmuş yuvarlak tahtalardan oluşan bir çekek yeri vardı. Ama biz onun hemen yanından boğazın devamlı teması sonunda çok güzel bir yosun yeşili rengiyle kaplanmış olan büyükçe bir taşın üzerine gelirdik. Oradan girdiğimiz zaman belimize ancak gelirdi deniz. Dolayısıyla babamın denize atlama yeri orasıydı. O taşın üzerinden babam balıklama atlar, ilk yukarı olan akıntıyı geçer, aşağı doğru olan akıntıya doğru yaklaşırdı. Biz de sahilden ona kumanda ederdik, “Babacığım, buradayız, sola yüzün, sola yüzün”, babam da Reyhanlı'daki Yenişehir Gölü'nde öğrendiği yüzme üslubuyla sahile doğru yüzer ve bulunduğumuz kayaya gelip dışarı çıkardı. Bir gün başımıza tatsız bir olay geldi. Babam biraz fazla açılmış anlaşılan, akıntıya kapıldı. O gün de akıntı şiddetli. Biz babama sesleniyoruz, 'babacım biz buradayız gelsene' diyoruz, babam kulaçlarını atıyor ama bir türlü yaklaşamıyor. Akıntı giderek onu bizden uzaklaştırmaya başladı tabii gözleri de görmüyor. Biz çok telaşlandık. Allah'tan o gün yanımızda daha sonra profesör olan babamın öğrencisi Ali Özgüven vardı. Ali Abi Karadenizli, o hemen 'ben atlayayım' dedi anneme. Tabii bizim gitmemize imkan yok. Ali Abi atladı ve baktık ki aşağıya doğru giderlerken akıntıyla, babamın yanına doğru bir hayli yaklaştı. Oh, dedik, biz rahat ettik. Artık nasılsa babamı sahile çıkarır diye sevindik. Fakat aradan bir yarım saat geçti hala gelmediler biz bu sefer ciddi bir endişeye kapıldık, ne oldu diye. Neyse biraz sonra babamla Ali Abi ufukta mayolarıyla belirdiler ama babam da titriyor Ali Abi de titriyor. Yani soğuktan değil korkmuş ikisi de. Çünkü babama kavuştuktan sonra Ali Abinin onu sahile çekmesi de bir hayli zor olmuş akıntının kuvveti dolayısıyla. Sahile gelmişler fakat bazı yalılar sadece dik bir kayanın üzerine inşa edildikleri için tutunmuşlar ama kaymışlar. Sonunda neyse bir yalının denize inen merdivenini bulup çıkıp yanımıza gelebilmişler. Ama öyle bir ciddiye yakın boğulma tehlikesi geçirmişti babacığım.
Ağır hastayken, 40 derece ateşle Fransızcanın kural dışı çekimlerini çalışıyordum
Tıbbiye veya astronomi okumayı düşünürken Cemil Meriç Fransız Filolojisine gitmenizi tavsiye ediyor ve o bölüme kaydoluyorsunuz. Daha sonra neden sosyolojiye geçtiniz?
Tıbbiye her zaman ilgimi çekmiştir. Doktorlara çok büyük saygım vardır. Astronomi de başımızın üzerindeki kainatın ilk adımlarını ilmi olarak atabileceğimi zannettiğim bir derin konuydu. Liseyi bitirdiğimiz günlerde babam abimle bana 'Nereye girmek istiyorsunuz, niçin?' diye bir kompozisyon yazmamızı istedi. İkimiz de o kompozisyonu yazdık ama babam cevaplarımızı tatminkar bulmadı. Ve dedi ki “Ümit”, ben lise son sınıfta Fransızcaya başladığım için “Senin Fransızcanı mükemmelleştirmen lazım abin Saint Joseph'ten mezun onun Fransızcası çok iyi ama onun da Türkçesi zayıf. Dolayısıyla sen filolojiye gir abin de hukuka girsin” dedi. Biz de tabii bu babamın düşüncesine saygı gösterdik. O sene üniversitelerin kendi sınavlarını yaptıklarını son seneydi. Yani ondan sonra Merkezi Üniversite Sistemi oldu. Ben Edebiyat Fakültesi'nin, Hukuk Fakültesi'nin ve İktisat Fakültesi'nin sınavlarına girdim. Abim de hem Edebiyat Fakültesi'nin hem Hukuk Fakültesi'nin hem İktisat Fakültesi'nin sınavlarına girdi. İkimiz de her 3 fakülteyi de kazandık. Fakat abim hukuka gitti, hukuku bitirdi, ben de Fransız Dili Edebiyatı'na girdim ve hazırlık sertifikasını tamamladım. Fakat filoloji öğrencilerinin büyük çoğunluğu Fransız liselerinden gelen öğrencilerdi yani Saint Joseph'ten, Saint Benoit'dan, Dame de Sion'dan. Onlar A şubesindeydiler. Diğer Türk liselerinden gelenlerse B şubesindeydi. Yani biraz hakir görülen bir sınıf. Fransızcayı bilmeyen Anadolulu çocuklarla beraber ben de eğitimime devam ettim. Haziran sınavlarında başarısız oldum. Eylül sınavlarındaysa çok büyük bir başarıyla, iyi dereceyle 2. sınıfa geçtim. Tabii 7-8 sene Fransızca okumuş olan sınıf arkadaşlarıma sadece bir yaz tatilinde, lise son sınıfa geçtiği sene Fransızcayı öğrenmeye başlamış bir çocuk olarak onlara yetişmem çok zordu. Fakat ben bunu bir, ne diyelim, 'namus meselesi' yaptım ve çok ciddi bir şekilde Fransızcaya çalıştım. O kadar ki, mesela grip olduğumu hatırlıyorum, Fransızcada kural dışı çekimler vardır, ağır ateşli hastayım, ama o kural dışı fiilleri yatağımın yanındaki duvara yazdım. 40 derece ateşli böyle baygın düşüyorum uyuyorum, sonra gözümü açıyorum ‘öyle böyle… tamam böyle…’ tekrar onu öğrenip tekrar uykuya devam ediyorum. Öyle hırslı bir çalışmayla Eylül ayında başarıyla 2. sınıfa geçtim. Tabii filolojide Latince öğreniyorduk, eski Fransızca öğreniyorduk sadece Fransızca öğrenmiyorduk. 2. sınıfı da tamamladığım sene babam dedi ki, “Sen artık Fransızcayı öğrendin”. Çünkü bu arada ben babama devamlı Fransızca okumaya başladım. Yani sadece okuldaki, üniversitedeki derslerle yetinmedim. Babama devamlı okuduğum için Fransızcam hakikaten çok çabuk ilerledi. Ve hatta hiç unutmuyorum, evimiz Göztepe'deydi oradan Caddebostan'a, plaja yürürken şöyle dedi babam, “Sen artık Fransızcayı öğrendin, bunu ülkenin yararına kullanman lazım, dolayısıyla sosyolojiyi tercih etmeni tavsiye ederim” dedi. Ben de sisler arasında kaybolan bir Orta Çağ Fransa'sından ise beni kendi ülkemle tanıştıracak olan, kendi ülke insanımı bana sevdirecek olan, kendi tarihimi bana keşfettirecek olan sosyolojiyi tercih ettim.
Babamın öğrencileri profesör olacaktı ama babam hiçbir zaman olamayacaktı
Üniversiteyi bitirdikten sonra akademisyen olmayı tercih ediyorsunuz. Sanırım bu çocukluk hayalinizin özel bir sebebi vardı?
Annemle babamın hikayesi şöyle, biz doğduktan sonra iki kere vapurla Hatay'a gidiyoruz. Hatay'da babamın ablaları var, abla çocukları var. İlk seferinde güvertede otururken başka kişiler de tabii yolculuk yapıyorlar, yandaki şezlonglara onlar oturuyorlar. Ahbaplık başlıyor. “Beyefendi ne iş yapıyor?” diye sorulunca annem, “Profesör” diyor. Babam, annemin bu çıkışına orada müdahale etmiyor fakat sonra kamaraya geldikleri zaman “Fevziye ben profesör değilim, niye profesör dedin?” diyor. Annemin ona cevabı aslında babama duyduğu büyük hürmetin ifadesi, “Benim için sen, benim gözümde sadece bir branşın değil; birkaç branşın profesörüsün. Bu titri resmi olarak tanıyıp tanımaman bir şey ifade etmez” diyor. Annemin babama yakıştırdığı bu profesörlük titrini, ben de demek ki çocuk gönlümde babama yakıştırmışım. Fakat biliyorum ki babam profesör değil ama babama okumaya gelen genç abiler var onların hepsi asistan. Yani onlar günün birinde doçent ve profesör olacaklar ama babam hiçbir zaman olamayacak. Bu sebepten olsa gerek orta 1'deyken bir defterimin arkasına geleceğimle ilgili ortaokul, lise, üniversite, asistan, doçent, profesör diye geleceğimin şemasını çıkardığımı hatırlıyorum. Rabbim de nasip etti hakikaten. 30 yıllık bir üniversite hayatından sonra üniversite hocalığından emekliye ayrıldım ama mesleğimi çok severim ve hayatım ya öğrenmek ya öğretmekle geçer. Halen de bu bilgi aşkımı muhafaza ediyorum.
1980 darbesi döneminde İstanbul Üniversitesinde akademisyen olmak zor olsa gerek, neler yaşadınız?
Evvela fevkalade parçalı bulutlu bir eğitim verildi. Bunun Türkiye'deki belli bir dönem eğitim seviyesini fevkalade düşürdüğünü tahmin ediyorum. Yani iki gün kapalı, üçüncü gün açık; tekrar bir olay ve tekrar kapanan bir üniversite. Çok acı hatıralarım var. Talebelerimi çok seven bir hoca olarak hiç tanıdığım bir öğrenci vefat etmedi ama o yıllarda hemen her hafta Beyazıt'tan Aksaray'a inen yokuştan bazen sağ bazen sol tandanslı olduğunu zanneden, aslında hepsi de bu ülkenin çocukları olan bir cenaze geçerdi. Nereden olursa olsun onlar bu ülkenin çocuklarıydılar ve hakikaten çok yüksek bir sayıda çok kabiliyetli çocuklarımızı kaybettik. Yaşadığımız çok tuhaf olaylar oldu tabii. Bazen sağcıların tırnak içinde bazen solcuların tuttukları koridorlarda bağrışmalar, koşuşmalar, silah sesleri, üniversiteyi adeta fethedilmekte olan bir kale gibi görme psikolojisi içinde olan genç insanlar yılları doldurdular. Bir keresinde caddede atılan bir kurşun, nasıl olmuşsa olmuş, İstanbul Edebiyat Fakültesi kocaman bir binadır biliyorsunuz... Kütüphanemizin penceresine gelmiş, oradan kütüphaneyi geçmiş. Ortada büyük bir koridor vardır yani bir 5-6 metrelik, onu da geçmiş… Üstleri camdı odalarımızın, o yukarıdaki camı da delerek geçmiş ve masasının başında kitap okumakta olan arkadaşım Mahmut Arslan'ın ceketinin burasından içeri girmiş. Şimdi bu o kadar müthiş, hesap edilmesi imkanı olmayan bir isabet ki. Arkadaşım birdenbire kolunun içinde sıcak, biraz da canını yakan bir şey hissetmiş. Şöyle çekmiş çıkarmış ki bir adet kurşun...
“Bir hoca da öğrencilerini amfi basan güruha vermemek için kürsüde öldürüldü diye ismim geçsin gazetelerde” dedim…
Benim hayat hikayemde hem üzülerek hem de iftihar ederek anlattığım bir hikayem de var, yaşanmış bir hikaye. Yine böyle olayların tırmandığı günlerden birinde fakültenin koridorları boşaldı… Bağırışlar çağırışlar, zaten az öğrenci geliyor korkusundan, tenha bir koridorun başından böyle naralar atarak gelen bir grup... Amfi 8'de, giriş katındaki bir amfide ders veriyorum, çok az talebem var yani aşağı yukarı 250 kişilik bir amfi ama 15-20 kadar talebem var. İçeri girmiş olan güruh diyelim, giderek böyle uzaktan sesleri yaklaşarak bizim amfimizin kapısında durdu ve kapı tekmeyle açıldı. Ben tabii kürsüdeyim ders veriyorum elimde tebeşir, hayretler içinde baktım. Böyle saçı sakalı birbirine karışmış bir delikanlı, arkasında benzer böyle parkalı delikanlılar, “amfiyi boşaltın” dediler bana, “yürüyüş var, talebeleri yürüyüşe istiyoruz”. Ben böyle tegafülden gelerek “pardon” dedim “siz kimsiniz, dekanlıktan ya da rektörlükten izin aldınız mı?”. “Hayır” dedi “izin almaya gerek yok, çok konuşmayın öğrencileri bize verin” dedi. Bir an buz kestim. Dedim ki, 'bunca insan ölüyor, bir hoca da öğrencilerini amfi basan bu güruha vermemek için kürsüde öldürüldü diye ismim geçsin gazetelerde' dedim. Ve kati bir tavırla dönerek “ben” dedim, “burada devletten ders vermek için maaş alıyorum, sizin talep ettiğiniz öğrencilerimin her birini annesi ve babası, ailesi kim bilir ne büyük zorluklarla İstanbul'a okumaya gönderiyor, çocuğumuz okusun, adam olsun, meslek sahibi olsun, öğretmen olsun, liselerde yeni gelen gençleri eğitsin diye onları buraya yolluyor, öğrencilerimi size vermiyorum, lütfen dışarıya çıkın ve kapıyı kapatın” dedim. Şimdi o gün benden başka hiçbir hoca bu rezistansı diyelim, göstermemiş. Hepsi koltuğunun altına dosyasını alıp dışarı çıkmış ve öğrenciler, zaten çok az sayıda olan öğrenciler bir manada ortada kalmış. O zat, gözümün karalığını anladı, ben bunu vursam kanı akmayacak herhalde, dedi. Şöyle bir de amfiye baktı sayı da az, dışarı çıktı küt diye kapıyı da kapattı ve gitti. Ben derse devam ettim. Akşam eve geldiğimde hala olayın tesiriyle sesim titriyor olmalı ki, her akşam neler olduğunu anlatırdım anneme ve babama, olayı anlattım, babam koltuğundan kalktı böyle elleri titriyor heyecandan… Yani düşünün o akşam kızının kürsüde öldürüldüğü haberi gelebilecek iken kızı böyle bir çıkışla reddetmiş gelen talebi. Titreyen elleriyle geldi, “Gel Ümit” dedi. Ben de koltukta oturuyorum. Kalktım ne yapacak babam diye. Ve o zaman başımı tutarak tam alnımın burasına bir adet öpücük kondurdu. Alnımdan öptü babam. Bu direnişi göstermiş olduğum için.
Abiniz Mahmut Ali Bey, Paris’e üç yıllık burslu doktora eğitimine gittiği ve siz de bunu çok istediğiniz halde gidemediniz… Nedeni neydi bunun?
Evvela ben asistan olmayı istiyordum. Sonra abim gidince benim de gitme durumumda annem ve babam çok yalnız kalacaklardı. Dolayısıyla abime öyle dedim, “Sen git, ben annem ve babamla kalacağım, asistan olup Türkiye'ye burada hizmet vermeye gayret edeceğim…”
Bana tarihim öğretilmedi, ben kendi tarihimi keşfettim
Ömrü boyunca bin bir tane Kur’an-ı Kerim yazan Hafız İdris Efendi’nin torunu olan Cemil Meriç, çocukken size herhangi bir dini eğitim vermiyor. İslam’ı araştırmaya başlamanıza ne vesile oldu?
Ben, tab’an dindar bir insan olduğumu tahmin ediyorum, çünkü daha ilkokul 2. sınıftayken yatılı okuduğum Şişli Terakki'de yanımda yatan arkadaşıma 'Bak Allah var, o bulutların arasından gözüken mavilikten bizi hep takip ediyor' derdim. Sanki gökyüzü hiç kapanmazmış gibi. Ve ısrarla Allah'ın gözü olarak bizi oradan takip ettiğini söylerdim arkadaşıma. Yine ortaokulda Üsküdar'dan Kadıköy'e tramvayla giderdim. O dönemde tramvay, tabii ki şimdi de aynı yol kullanılıyor, Karacaahmet Mezarlığının ortasından geçiyor, bir tek defa pazartesi sabahı ya da cumartesi öğlen orada yatan eski Üsküdarlılara üç İhlas bir Fatiha göndermeden tramvayımın oradan geçtiğini hatırlamıyorum. Tab’an dindar olduğuma kaniyim. Asıl tabii bendeki dini bilincin uyanışı doktorayı verdikten sonra oldu. Yani o zamana kadar Cemil Meriç'in kütüphanesinde tamamen Batılı bir eğitim alarak, Gurvitch'ler üzerinde, Weber'ler üzerinde, August Comte üzerinde çalışarak doktoraya gelmişken hocamın 'Cevdet Paşa üzerinde çalış' demesi üzerine ben birdenbire istikametimi değiştirdim ve Batı Tarihi'nden kendi tarihimize dönmüş oldum. Tabii ki Cevdet Paşa'nın 12 ciltlik tarih kitabı, 4 ciltlik Tevarih kitabı ve İbn-i Haldun tercümesine yazmış olduğu satırlar benim için başlangıçta çok yeni bir dünyanın kapılarını açmaya yol açtı ve Cevdet Paşa ile ilgili doktora tezimi bitirdiğim zaman kendi tarihimizi keşfetmiş oldum. Bana tarihim öğretilmedi, ben kendi tarihimi keşfettim. Osmanlı Tarihi'nde İslam'ın yerini Cevdet Paşa'dan öğrendim. Avrupa Devletleri, İslam Devletleri’nin karşılaştırmasını, kavmiyet kavramını, ümmet kavramını hep Cevdet Paşa'dan öğrendim ve dolayısıyla içimde İslam'a karşı yepyeni bir arzu uyandı. İslamiyet'i hiç bilmiyordum. Mesela Kur’an-ı Kerim mealini hiç okumamıştım. Doktorayı verdikten sonra ilk yaptığım iş, farklı meallerden mesela Hasan Basri Çantay'dan Kur’an'ın Türkçesini okumak oldu. Arkasından Kütüb-ü Sitte'yi yani 6 Hadis kitabını özellikle Buhari, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud'u okuyarak ve notlar alarak İslam ile ilgili cehaletimi tek başıma bir otodidakt olarak gidermeye gayret ettim. Bu arada yaşım 30'a gelmişti. Biliyorsunuz hayatın kırılma noktalarından birisidir. Cevabını arayıp da bulamadığım sorular zihnime takılmaya başladı ve ben bir gece, uykusuz geçen bir gecenin sabahında, duyduğum ilk sabah ezanıyla adeta İslamiyet'e adımımı atmış oldum. Ve dedim ki bu cevapsız sorularımın çözümünü belki de secdede bulurum. Hiç denemedim, ben bir namaz kılmaya gayret edeyim dedim. Doğru dürüst de bilmiyorum yani tahiyyatta ne denir, rükûda ne denir bilmiyorum ama işte İhlas ile Fatiha'yı nasılsa öğrenmişim, öyle bir yalan yanlış abdest aldıktan sonra iki rekat namazımı kıldım ve son selamı verdikten sonra içimi büyük bir huzurun kapladığını gördüm. O zaman dedim ki, namazda esrar varmış, ben bu namazı bırakmayayım. Ve ondan sonra hakikaten bir daha namazı bırakmadan bugüne kadar geldim elhamdülillah.
Açlığın lezzeti tokluktan çok daha fazladır, bunu tecrübe edenler bilir
Bu süreçte düzenli olarak Karagümrük’teki Cerrahi tekkesine gitmeye başlıyorsunuz. Aileniz önce tepki gösterse de sonra size uyum gösteriyor. Nasıl günlerdi bunlar, neler yaşadınız?
Tabii kitaplardan öğrenilen bir İslam yeterli olmadı benim için. Fakülteden bir hanım bir akşam, “ben” dedi, “bugün Muzaffer Efendi'ye gidiyorum, siz de gelin” dedi. Böyle inanılmaz, adeta mıknatısa tutulmuş gibi hissettim kendimi ve o hanımla beraber daha önce defaatle girdiğim ama sadece kitap almak için babamla girdiğim Efendi'nin dükkanına dahil olduk. Efendi'nin sohbetinden ve varlığından o kadar büyük bir lezzet aldım ki. Ben artık hemen her akşam önce Beyazıt Camii'nde namazımı kılıp, oradan Efendi'nin dükkanına onu ziyarete gittim. Efendi çok tatlı sohbetli bir insandı, tanıyanlar bilirler. Fakat onun ötesinde şahsiyetten öyle bir huzur neşet ederdi ki bütün dertlerinizi unuturdunuz. Tabii arkadan ramazan geldi. Ramazan’da hiç oruç tutmamıştım. Büyük bir zevkle oruç tuttum, bitirdim ve fakat dedim ki, Allah senede bir ay oruç farz kılmış, bense hiç oruç tutmadım. Hesap ettim 450 günlük bir oruç borcum var, onu kaza etmeye başladım ve oruçtan gerçekten çok büyük bir lezzet aldım. Şu şekilde formüle edebilirim, açlığın lezzeti tokluktan çok daha fazla. Bunu tabii tecrübe edenler ancak söyleyebilirler.
Babanız yıllar sonra ilk namazını da sizin öncülüğünüzle kılıyor değil mi?
Evet. Babam önce bu devam edip giden oruç sürecini anlayamadı, “Bu ne evladım, Evliya mı olacaksın?” dedi. Sonra benim mizacımdaki yeni kimliği hissettikçe çok sevindi namaz kıldığıma ve oruç tuttuğuma. Ve hatta bir gün dedi ki, “Ümit, sen imamım ol, ben senin arkanda namaz kılayım”. 3-5 kere böyle kıldıktan sonra babam çocukluğunda Antakya'da dedemin onu götürdüğü camilerde namaz kılmış bir insan, hafızasının tozları silinince bu sefer babam benim imamım oldu ben onun arkasında namaz kıldım.
Ses tellerimin büyük bir kısmı şehit oldu, geriye kalanlar gaziliğe aday
Cemil Meriç için “dünya tarihinde gözleri görmeden 12 fikir eseri kaleme almış olan ilk ve son insan” diyorsunuz. Okumaktan kısılan sesiniz, annenizin emekleri… Nasıl ortaya çıktı bu eserler?
Cemil Meriç'in birinci özelliğinin çok çalışkan ve çok ciddi bir insan olduğunu söylememiz gerekir. Mesela eğer o gün tesadüfen olaylar el vermemişse ve biz kitap okuyamamışsak söylediği cümle şudur: 'Evladım bugün de tek satır okuyamadık.' Yani bu babamın hayatında en büyük esefiydi ama tek satır okumadığımız günler çok azdı Allah'tan. Bizim evimizde sabah kahvaltıdan sonra gazete ve eğer yeni gelmiş bir dergi varsa okunur, arkasından babam o gün hangi konu üzerine çalışacaksa onunla ilgili kitaplar kütüphanenin raflarından indirilir, okunur, tercüme edilir, daktiloya kağıt konur, tercümeler yazılır ve bu şekilde dosyalanırdı. Öğlen yemeğine kadar böyle devam eder. Arada bir 'Arkası Yarın' piyesi olurdu radyoda, babam bir yarım saat ara verir kahvesini içer onu dinlerdi sonra tekrar çalışmaya başlardık. Öğlen yemeğinden sonra biraz kestirirdi babam eğer yaz ise. Kış ise çalışmaya devam ederdik. Bu şekilde akşam 5'e kadar bu mesai sürerdi. O saatten sonra yürüyüş yapardık, alışveriş yapardık ya da bir dost meclisine katılırdık. Bu devamlı okuma süreci benim tabii ses tellerimde biraz arızalara yol açtı. Aşağı yukarı günde 8 saat okuyordum. Fakat asistanlık başladıktan sonra bir de amfilerde ders verme gibi bir hocalık görevi buna eklendi. Dolayısıyla ben hep yüksek sesle kitap okudum. Hayatım boyunca yüksek sesle konuştum. Sonuç olarak biraz fazla konuşunca gördüğünüz gibi ya ses tellerim parazit yapmaya başlıyor ya da öksürüyorum. Ben onu şu şekilde ifade ediyorum, ses tellerimin büyük bir kısmı şehit oldu, geriye kalanlar da gaziliğe aday bulunuyorlar. Dolayısıyla ya ben ya da ben evde olmadığım zaman annem, yurt dışında bulunduğu için abim daha az boyutlarda ama her biri bir üniversiteden gelen babamın bir biçimde yetiştirmeye layık bulduğu öğrenciler bu görevi sürdürdüler. Dolayısıyla pek çok insanın katkılarıyla bu 12 ciltlik eser meydana geldi. Babam yaşarken onun asistanlığını ben yaptım ama vefatından sonra abim eserlerin yeniden basılması sırasında Fransızca tabiriyle 'edition critique' çalışması yaptı ve bugün mesela 'Bu Ülke' çok yakında 60. baskısını hatta 65. baskını yaptı. Türkiye'nin en çok okunan, en çok sevilen yazarlarının başında gelen Cemil Meriç'in bu 12 ciltlik külliyatı hazırlanmış oldu. Rabbim bütün gayret harcayanlardan hoşnut ve razı olsun.
Anneniz vefat ettikten kısa süre sonra Cemil Bey felç geçiriyor. 3 yıllık bu son dönemde yine babanızın en büyük desteği siz oluyorsunuz. Vefat ettiğinde hayatınızda neler değişti?
Babamla benim beraberliğim dünya tarihinde hiç örneği olmayan bir baba-kız ilişkisi görüldüğü üzere. Tabii ki babama karşı yapabileceğim her şeyi yapmıştım ve dolayısıyla büyük bir vicdan huzuru içindeydim. Üstelik babamdan bir de hayır dua almıştım. Hastanedeki yıllardan sonra evde geçen o yataktaki günleri zarfında bir gün yemek yedirdikten sonra ağzını sildim ve kendisine sordum: “Babacım benden razı mısınız?” diye. O zaman dünyada bir evladın alabileceği en büyük duayı aldım. Çünkü biliyorsunuz anne duasında süt girer araya, baba duası doğrudan doğruya Rabb-ül Alemin'e ulaşır. Babam şöyle elceğiziyle hafif bir alnını sıvazladı “Ümit” dedi, “Eğer dünya kuruldu kurulalı bir baba evladından razı olduysa, o baba benim” dedi. Ben hayatımın en büyük şerefinin de Cemil Meriç'e hizmet etmek suretiyle geçirmiş olduğum yıllarda fiyonklandığını tahmin ediyorum.
Onun rızasını ve duasınız aldığınız bir gerçek. Ancak babanız her daim hayatınızın merkezinde olmuş, hayatınızı yaşayamadığınızı, bunun bir haksızlık olduğunu düşündünüz mü hiç?
Tabii ki zor bir soru ama zannediyorum ki bu soruya samimiyetle cevap verirsem, hiçbir pişmanlık yaşamadım. Çünkü Cemil Meriç'in eserlerinin hazırlanması için böyle bir çerçevede hayatımı sürdürmem gerekiyordu. Cemil Meriç'ten sonra ben evlendim de çocuğum da oldu torunum da oldu. Dolayısıyla Rabbimin bana biçmiş olduğu bu görevi büyük bir şeref addediyorum, öpüp başıma koyuyorum, hiçbir pişmanlık da hissetmiyorum.
99 Depreminden sonra başımı örtmeye karar verdim
Sosyoloji Bölümünde Anabilim Dalı Başkanı iken 1999 yılında emekliye ayrıldınız. 99 depremi ile ne değişti hayatınızda? Nasıl etkiledi sizi bu afet?
Ağustos 99 depremi sırasında ben Armutlu'daydım ve depremin çok şiddetle hissedildiği ve yani kısa bir süre sonra birçok ölüm haberinin geldiği hatırlamak bile istemediğim dönemdir bu. İlk geceden sonraki ikinci gece ya da üçüncü gece evde kalamadık, bir arkadaşımın yazlık evindeydik. Mütemadiyen artçı depremler oluyor, dalgalar tekrar sahile hızla vuruyor. O arada Petkim'de bir yangın başladı, güneş böyle kıpkızıl batıyor. Gerçekten de yani kıyamet öncesinin psikolojisini yaşayacağımız bir atmosfer içindeydik. Ben ikinci ya da üçüncü gecenin yatsı namazını kıldıktan sonra 2 rekatlık bir namaz kılmaya niyet ettim. Namazı kılıp selamı verdikten sonra içime bir itminan geldi yani ‘bu bir demdir, gelir geçer duygusu’ ve o duygunun eşliğinde dedim ki: 'Ya Rabbi sen Rabbimizsin, biz senin kulunuz, biz sana dua ediyoruz sen de dualarımızı kabul eden Allah'ımızsın. Ben senin bütün emirlerini yerine getirmiyorum' dedim. O zamana kadar başım açıktı. Dedim ki, 'Allah'ım bu geceden sonra ben senin bir emrini daha yerine getirerek başımı örtmeye karar veriyorum, beni bana mahcup etme Ya Rabbi' dedim ve o geceden sonra bir daha başımı açmadım. Tabii 99'da başörtülü bir öğretim üyesinin üniversitede bulunmasına imkan yoktu. Ben de 30 yıllık hocalık sürecimi tamamlamıştım. Dolayısıyla önümde bir erken emeklilik tecrübesi gözüküyordu. Öyle de yaptım ve üniversiteden izzet-i ikbal ile ayrıldım. Ama çalışmalarım devam etti ondan sonra da. Dediğim gibi hayatım ya öğrenmek ya öğretmekle geçer. Öğrenmeye gayret edip onu insanlarla paylaşmayı seviyorum. Bu cümleden olmak güzel, halen 76 yaşında olmama rağmen hocalık yıllarımda vermiş olduğum derslerin notlarını 'Sosyolojik Düşünce Atlası' şeklinde kitap haline getirmeye çalışıyorum ve şartlar el verdiğinde bazı günler 11 saat çalışıyorum.
Cemil Meriç’ın kızı olmak, Profesör Ümit Meriç olmak üzerine son olarak neler söylemek istersiniz?
Cemil Meriç'in kızı olmanın bana birtakım mükellefiyetler yüklediğinin farkındayım. Bunların bir kısmını babam yaşarken yerine getirdim ama böyle bir babanın kızı olmanın, böyle bir kütüphanenin ortasında gözlerini dünyaya açmış olmanın bana getirdiği bir başka mükellefiyet daha var. Cemil Meriç'in kızı olarak ama aynı zamanda da Ümit Meriç olarak ülkemin tarihine şerefli ve inşallah örnek bir insan olarak hatıramı bırakmak isterim. Dolayısıyla geçmişlerimize rahmet diliyorum. Bizlerin hayırlı ve verimli ömürlere sahip olmamızı diliyorum ve inşallah soyumuzdan da kıyamete kadar hep hayırlı insanların, hep faydalı insanların dünyaya gelmesi için dua ediyorum.