Akla bu kadar eyvallah demek akılsızların işidir
Kadı mektebinde okumuş bir dedenin torunu olarak Bursa’nın Osmanlıyadigarı bir mahallesinde doğdu, ortaokulda Batı Müziği derslerialdığı halde eğitimini bırakıp Tekke Musikisine merak saldı.Mahalle camisinde minare eğitimi alan, İstanbul’da okuyup avukatolan ama hayatının 21 yılını bir müzik topluluğunun içindegeçiren Mutasavvıf Yazar ve Müzisyen Ömer Tuğrul İnançer,bahsetmeyi pek sevmediğini belirttiği ve çok bilinmeyen şahsihayatının en güzel anılarını Doğdum Ev için anlattı.
Yıl 1946, yer Bursa. Ömer Tuğrul İnançer nasıl bir evde doğdu?
Maksem Mahallesi, Başçı İbrahim Bey Sokağında doğdum. İnsanlar eskiden yaptıkları işlerle de anılırlarmış. II. Murat Han ve Sultan Mehmet Han dönemi Bursa eşrafından bir zat. İşi sakatatçılık. Onun için adı 'Başçı’ İbrahim Bey. Kazandığı parayla hamam, mektep ve cami yaptırmış. Ne yazık ki, dinimizin kulak arkası edildiği dönemlerde o Başçı İbrahim Bey Hazretleri'nin yaptırdığı hamam bir dokuma fabrikası, cami de o dokuma fabrikasının deposu idi. Rahmetli dedem ve ‘Bursa'nın Eski Eserler Sevenler Cemiyeti’ tamirine vesile olanlar… Caminin boşaltılması temin edildi, tamir edildi, temizlendi, badanası, boyası ve bir açılış merasimi yapıldı. Bu zat, dönemin hayvan ticaretiyle ve etle uğraşan ama özellikle hiçbir şeyi ziyan etmemesiyle, çok titiz davranmasıyla tanınan bir ismiydi. Çünkü şimdiki gibi değil. Şimdi çok ziyanlık oluyor. Bizim evde de öyleydi, dedemin evinde.
Doğduğum evde koyunun boynuzu dahi ziyan edilmezdi. Tabi o biraz ustaca bir el ve dedem boynuzları kırar ve o boynuzlar 4 gün evde bekler. Beşinci gün dükkanlar açıldığında, eskiden mahalle aralarında ayakkabı tamircileri ve küçük tamirat yapan marangozlar vardı. O meslek erbabının dükkanlarında ‘boncuk tutkal’ denen bir tutkal, kışın sobanın üstünde, yazın ispirto ocağın üstünde hep kaynar. Biz çocuklar evlerde kesilen kurbanların boynuzlarını alır ya ayakkabı tamircisine ya marangoza götürürdük. Boynuzu o tutkalın içine atarlardı. 15 gün içinde o boynuz erir. O boynuzun yapıştırdığı bir tahta işlemi veya bir ayakkabı bozulur mu? İşte Başçı İbrahim Bey israf etmemesi ile başı bile çok ayıklayarak hiç ziyan etmeyerek, fukaraya ikram etmesiyle tanınıyordu.
Minare terbiyesi aldım
Büyüdüğünüz mahallede bulunan bu caminin üzerinizde nasıl etkileri oldu?
İşte ben o mahallede doğdum. O camide biraz oynayarak ama daha çok Ulu Cami'de birdirbir oynayarak namaz kılmayı öğrendim. Birdirbir oynayarak namaz kılma öğrenilir mi? Öğrenilir. Çünkü o zamanın büyükleri sadece yaşlı değillerdi, büyüklerdi. Bize müsamaha gösterirlerdi. Havuzun arkasında büyükler teravih kılarken biz sessizce oynardık. Ama bilirdik, ka’deye oturulduğunda hemen uslu uslu otururduk. Bir sene böyle, ikinci sene daha az oyun daha çok namaz, üçünü sene sırf namaz. Aynen Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam'ın terbiye sistemi böyledir.
O camide müezzinlik yapmayı öğrendim. Allah rahmet eylesin, Ankara Kocatepe Camiinde baş müezzindi, Tahir Karagöz. Ondan ezan okumayı öğrendim, azcık ilahi öğrendim falan. Minareye inip çıkmayı öğrendim. Çocukken de uzun boylu olduğum için minareye çıkarken eğilmek kolay. İnerken ters eğilmek zor. Çünkü çok döndüğü için, bir yerde de kaçacak yer yok. Çok yorar. İnerken de uzun boylular ters iner. Bir diğer husus; minarede sırtını, minare duvarına dayayınca sallantıyı hissedersiniz ve hafif korkarsınız. Yüksek. Eskiden bu kadar yüksek bina da yoktu. Bütün çatılar aşağıda. Sırtınızı duvara vermeden eğer bir de tutunma ihtiyacı varsa tek elle şerefenin kenarına… İki elle tutunca da sallantı hissedilir. Küçük bir ayrıntı ama minare terbiyesi derler buna…
Efendi’siz, ‘bey’siz isim yok. Bugüne çok hayal zamanlar gibi geliyor ama ben henüz 74 yaşındayım ve bunları yaşadım. 60 sene evvel Türkiye böyleydi.
Çocukluğunuzun tamamı Bursa’da geçmedi değil mi?
Babam Orman Mühendisiydi rahmetli. Babamın memuriyeti münasebetiyle henüz birkaç aylıkken Bingöl, Kiğı, Mardin, Midyat, Nusaybin ve biraz daha büyüdükten sonra Uludağ'ın Orhaneli, Kelez, Karıncalı gibi Orman İşletmesi ve ormancılık olan yerlerinde yaşadık. Sonra babam ayrıldı Orman İdaresinden. Bankacı oldu ve liseyi Bursa'da okudum. Tabii bu arada şunu belirtmem lazım, doğduğum ev ve şehir diye ilave edersek…
Bursa'da bir Kapalı Çarşı yangını oldu. 1950'li yılların ikinci yarısında. Malum, Sultan Abdülaziz Han Dönemi'nde Bursa'da çok kuvvetli bir zelzele oluyor. Ulu Caminin bazı kubbeleri yıkılıyor. Orada Ahmet Cevdet Paşa merhumun bir sözü vardır. “Bursa'daki hareket-i arzla beraber Osmanlı'nın dibacesi yıkıldı” der. Bu çok önemli bir sözdür. Fazla üzerinde durmadan geçmeye çalışayım. O yangınla beraber de çarşı, mahalle kültürü ve büyük-küçük münasebetleri yandı. Bir daha o hale gelmedi. Yangınla kaybolan mallar yerine kondu. Çok şükür can kaybı olmamıştı. Ama kültür gitti.
Mesela kış sabahlarını hatırlıyorum. Ulu Cami'de namaz kılındıktan sonra Kapalı Çarşı’nın batı kapısının önünde herkes toplansın diye orada bir kahvehane vardı. Veysel Amcanın. Orası 3 setli bir kahveydi. En üst sette meşin sedir var. Yaşlılar oturur. Bir de çocuklar oturur. Yani torun kısmı. Babalar orada oturamaz. Babalar ve amcalar, gençler, en aşağıda oturur. Yaşına göre veya mevkiine göre. Ama bu sosyal mevki, kartvizit değil. Biri geldi mi ona yer açılır. İşte orada biraz beklenirdi, sonra batı kapısında dedem dua eder, kapı açılır herkes öyle girerdi.
Doğu kapısını aynı zamanda Ulu Caminin hatibi olan Urgancı Tevfik Efendi (çünkü imamlık ve hatiplik meslek değildi, şimdi oldu, sendikalı, emeklili…) açardı. Çarşıya dua ile girilirdi. Öğlenleri tatil olurdu, dedem mesela eve gelirdi. Dokumacıydı o. Çok büyük bir emniyet vardı. Ben ilkokul talebesiyken bile dükkanlar arasında ciddi para taşıyabilirdim. “Şu emaneti filanca efendi amcana”, filanca amcana değil... “Filanca efendi amcana götür”. Yani ‘efendi’siz, ‘bey’siz isim yok. Bugüne çok hayal zamanlar gibi geliyor ama ben henüz 74 yaşındayım ve bunları yaşadım. 60 sene evvel Türkiye böyleydi.
Doğduğunuz ev duruyor mu?
Doğduğum ev, maalesef yıkıldı. 3 katlı, büyük bir bodrumlu, bahçeli, 7 odalı... Amcam vefat etmiş çocukken, halam gelin oldu gitti. Babam evlendi memur oldu gitti. Kala kala, eski tabirle bir Köroğlu bir Ayvaz. Bir tek babaannem o evin işine bile yetişemiyor. Ama yine de dedem ahirete doğuncaya kadar öyle devam etti. Sonra bahçeye başka bir ev yapıldı. Dedem de oraya geçmişti. Babaannem de ahirete doğunca, kiraya bile veremiyorsunuz. 7 odalı evde oturacak kiracı yok. Mecburen yıkılıp apartman yapıldı.
Tabii sokaklar değişti, genişledi, istimlaklar oldu. Ama yine de bir taş ve toprak aşinalığı var. Bunu zaten 14 asır önce Fahri Alem Efendimiz buyurmuşlar; Sıla-i Rahim yapın. “Ya Resulallah, benim memlekette kimsem kalmadı. Anam, babam, dayım, teyzem, eniştem, yengem kimse yok…” “Çocukken oynadığın sokak da mı yok? Gölgesinde gölgelendiğin ağaç da mı yok?” diye buyuruyor efendimiz. Zaten annem babam göçene kadar benim Bursa'yla irtibatım hiç kesilmedi. Hala da kesik değil ama yaşam, ekmek neredeyse. Ona insan pek karar veremiyor.
Askeri Hakim Olmak İçin Okudum
Bir meslek hedefiniz var mıydı?
Rızık nahnü kasemnadan evveldiyse odur.
Okurken birtakım idealler veya hedef noktaları tespit ederken, yaptığını hayat değiştiriyor. Mesela ben askeri hakim olmak için okudum. Sivil hakim de değil nedense. Ama sivil bile olmadım. Avukat oldum. Sonra o da bitti. Kültür Bakanlığında memur oldum. Yani bunlardan pişman mıyım? Asla. Çünkü olanda hayır vardır. Rızık ‘nahnü kasemna’dan evveldiyse odur. Çalışmakla rızık artmaz, zahmet artar. Çalışmakla rızık artsaydı hamallar milyarder olurdu. Onunla da alakası yok. Ama çalışmak mecburiyeti ve mükellefiyeti vardır. Onun da ne zaman nerede olacağı pek belli olmuyor. Ancak Rabbime şükrederim ki, sevdiğim işleri bana rızık kapısı olarak ihsan buyurdu. Demin arz ettiğim gibi daha ilkokulda müzikle merakım vardı. Sonra bir müzik topluluğunun içinde hizmetkar olarak 21 sene görev yaptım. Yaştan emekli oldum ama işten emekli olmadım.
Dedem kadı mektebinde okumuş ama seferberlikten dolayı mezun olamamış. Yaralanmış, hastaneye girmiş, hastaneden kaçmış. Öldü diye derede bırakmışlar. Bingöl'den Bursa'ya yürümüş.
Kadı mektebinde okumuş bir dedeniz var. Neler hatırlıyorsunuz onunla ilgili?
Kadı mektebinde okumuş ama seferberlikten dolayı mezun olamamış. Hatta çok enteresandır Kafkas Cephesinde 6 sene görev yapmış. Yaralanmış, hastaneye girmiş, hastaneden kaçmış. Öldü diye derede bırakmışlar. Soğuk suyun tesiriyle ayılmış. Bingöl'e kadar, o zamanki adıyla Çapakçur'a kadar getirmişler. Çapakçur'da bütün birliklere “Hadi memleketinize” demişler. Bingöl'den Bursa'ya yürümüş. Babası zaten şehit, babasını hiç bilmiyor. Büyük ninem 3 aylık evliyken işte 2 aylık da hamileyken belki, merhum büyük pederi askere götürmüşler. O da seferberlik. 1897 Yunan Harbi. 1894'te askere gitmiş, 1897'de şehit haberi gelmiş. Dedem iki buçuk yaşındaymış.
Ninemin abisi var, dayı. Dedem onun elinde büyümüş ama askerden geldiğinde dayısı bile tanımamış. Yemek yiyor afedersiniz çıkarıyor, uykuya giremiyor. Birtakım rahatsızlıklar… Allah Sultan Hamit Han'a rahmet etsin, Mektep-i Tıbbiye-i Mülkiye-i Şahane'yi açmış ama yeterince doktor henüz yetişmemiş.
Bir Ermeni doktor demiş ki, “Bu delikanlının açlıktan kemiğinin ilikleri boşalmış, buna çok yemek yedirirseniz çıkarır. Uykuya kazara girdiğinde 4-5 saati geçerse bir daha uyanamayabilir. 2 saat uyutacaksınız dürteceksiniz. Bir bardak ayran, yine uyuyacak en çok 2 saat. Bir tane elma, yarım dilim ekmekle bir tas çorba.” Böyle böyle, ninem iki defa büyütmüş oğlunu. Ama mektepte okuduğunu fiile intikal ettirdiğinden çok bilgili bir zattı. Bir de ‘rindmeşrep’ti. Şaka sever, hatta o rindmeşrepliğinden dolayı bazı daha sofu arkadaşları Bektaşi derlerdi. Bektaşiler daha rind olarak tanındığı için.
Dedenizin yetişmenizde nasıl bir etkisi oldu?
Çok güzel bir öğreti sistemi vardı. Mesela tezgahta dokurken, Cumartesi-Pazar günleri veya gece, bana ilmihal okuturdu. Ömer Nasuh Efendi’yi çok severdi, ben de onun sayesinde Ömer Nasuh Efendi'yi çok sevdim. Eve misafirler geldiğinde gençleri, yeni yetişmekte olanları enterese edecek mevzular konuşurlardı. Sonradan ben bunları idrak ediyorum. Ben öğreneyim diye konuşuyorlar. Bilmedikleri şeyler değil... Ama oturup ders vermiyor.
Bir şey okumadığım zaman trikotaj tezgahını ‘Hasbi rabbi cellallah, mafi kalbi gayrullah, nur Muhammed sallallah, la ilahe illallah’ diyerek işliyor. Böyle yetiştirdi bizi. Haram yemedik. Ben de çocuklarıma haram yedirmemeye gayret ediyorum. Zaten ana babanın çocuklarına yapacağı fazla bir şey yok. Şimdi görüyorum bazı anneleri, çocuklarını yarış atı misali birbirleriyle yarıştırıyorlar. Rahmetli babam mühendis olduğu için beni de mühendis yapmak istedi. Yok bende o kabiliyet, olamadı. Onun için Hz. Ali Efendimizin hala pedagoji ilminin iskeletini teşkil eden sözüne dikkat etmek lazım. “Çocuklarınızı kendinize göre değil onların yaşayacağı zamana göre terbiye edin” buyuruyor.
Efendimiz Hazretleri buyurdu: “Helal yedireceksin. Güzel bir isim vereceksin. Dua edeceksin” ve hiç yapmadığımız bir şey; “örnek olacaksın.” Nasihat ediyoruz, “yavrum yapma, yalan söyleme” o sırada zır telefon “ben evde yokum!”. E o çocuğa ‘yalan söyleme’ desen ne olur demesen ne olur? Peki benim yalan söyleyip söylemediğimi çocuk nereden biliyor? İşte orada akıl durur. Onu gönül bilir. Akla bu kadar eyvallah demek akılsızların işidir. Çocuk babasının anasının yalan söyleyip söylemediğini bilir. Nasıl bildiğini o da bilmez. Biz de birçok bildiğimizi nasıl öğrendiğimizi bilmeyiz. Ama biliriz. Bildiğimizi yaparsak bildiğimiz karakter haline gelir, doğru oluruz. Ama bilgiye çok fazla ehemmiyet veriliyor. Bilgi zannettiğimiz kadar ehemmiyetli bir şey değildir. Bilgi önemli değil, yapmak önemli.
Akla bu kadar eyvallah demek akılsızların işidir.
Benim annemle aram 17 yaş 362 gün. Yani 18 bile değil tam. 18 yaşını doldurmadan 3 gün evvel doğmuşum annemden.
Anneannenizden ötürü bir İstanbul bağlantınız da var. Bursa’dan bahsettiniz İstanbul’un hatırı kalmasın. Çocukluğunuzun İstanbul’u nasıldı?
Annem İstanbul’dan Bursa'ya gelin gittiği ve annemin ailesi yedi göbek İstanbullu olduğu için Kasımpaşa, Fatih, Bakırköy ağırlıklı hatıralarım. Hatta tam Fatih değil, Draman'da. O evin yerini bile biliyorum. Anneannem gösterdi. Bakırköy Kartaltepe'de annemin doğduğu evin yerini de biliyorum. Benim annemle aram 17 yaş 362 gün. Yani 18 bile değil tam. 18 yaşını doldurmadan 3 gün evvel doğmuşum annemden. Dayım da annemden 11 ay küçük olduğu için aramızda 16 yaş var dayımla. Anlaşıyoruz da. Ama dayım Bursa'da çalışıyordu, Merinos fabrikasında. O annesine ziyarete giderken peşine takılmaca... Yaz tatillerinde, uzunca bayram tatillerinde…
Dolayısıyla mesela Ataköy'ün inşa edildiği zamanı hatırlıyorum. Baruthane Sahası’ydı adı. Dayım ve arkadaşları top oynarken ben de kenarda dururdum. Rumeli Hisarı'nın duvarlarına denizin vurduğu zamanı biliyorum. Bebek'ten ileriye tramvay yoktu filan. Tramvayların kağıt, trenlerin karton biletleri vardı. Bir de çok malzeme yoktu benim çocukluğumda. Paranız olsa da malzeme bulamazdınız. Böyle ucuz oyunlar oynardık ama benim akranlarımdan İstanbul'a giden başka pek kimse olmayınca, ben tren bileti getirince çok itibarım artardı. “Bana da versene, bana da versene…” İşte “topunu verirsen veririm” falan, tipik çocukluk şeyleri... Onun için İstanbul'a hep aşinaydım. Ama artık üniversitede devamlı kalmak için geldiğimde ve üniversitenin ikinci sınıfında da işe girdiğimden beri ana ikametgahım oldu. İstanbul, benim bildiğim eski İstanbul. Yeni semtleri falan hiç bilmiyorum. Mesela Pendik o kadar tenha o kadar, hatta ben üniversitedeyken bile burada ‘akvaryum’ denen, dibi görünen pırıl pırıl bir deniz vardı. Şimdi yok. Ama ben lisedeyken Türkiye’nin nüfusu 24 milyondu, Bursa 100 bin nüfusu ile Türkiye’nin 5. büyük şehriydi.
Batı müziği beni bana söylemiyor
Ortaokul yıllarınızda Batı müziği eğitimi alıyorsunuz. Neden devam etmediniz?
Batı müziği, evet. Çünkü, Allah rahmet eylesin Hasan Celal Güzel ile bir gün yurt dışında bir görevde bir araya geldik. Sohbet ederken söz müzikten açılınca “Ben de Halil Can'dan ney dersleri aldım” dedi. “A” dedim “ne zaman?” Çünkü ben de ders aldım Halil Hoca'dan.
Ama hiç karşılaşmadık. O zaman çok veciz bir şekilde dile getirmişti Hasan Celal Güzel Bey, “Biz tabii rejim icabı okulda mandolin çaldık…” Hala bu münasebetsizlik devam ediyor. Benim torunum niye okulda blok flüt veya mandolin çalıyor? Niye kaval çalmıyor? Öz sazım benim. Niye bağlama çalmıyor, niye mandolin? Eğer perdeli sazsa bağlama da perdeli saz. Cura divan sazı. Türlü sazlar. Tar. Onun dersi niye yok da mandolin dersi var? Kaval dersi yok da niye blok flüt dersi var? Bakın bu çok önemli, basit gibi geliyor. O sazlar bizim müziğimizin seslerini veremez. Dolayısıyla bizim müziğimizin seslerine ve aralıklarına yabancı nesil yetişiyor okullarda. Okuldaki müzik dersinden müzisyen olan var mı? Yok, o ayrı mesele.
Benim sesim hep kalın, ortaokul talebesi olarak da boru sesli bir heriftim. Bir gün müzik hocamız dedi “seni bir yere götüreceğim.” Peki. Cumartesi günü Bursa Öğretmenler Derneği'ne gittik. Orada Viyana Konservatuarı hocalığından emekli, çok iyi bir piyanist Hamdi Daner vardı. Emekli olmuş gelmiş, Türkiye'ye yerleşmiş. “O pazar günleri ders verecek sen de derslere geleceksin” dedi müzik öğretmenim. Orta birdeyim. Hamdi Bey, “Bu daha genç. Yaşı ilerleyince bundan çok iyi bas bariton olur” dedi. O laf hatırımda. İşte başladık pazar günü derslere. Üç sene gittim.
Annem de müzik zevki olan bir hanımdı. O zamanlar gramofonlar, plaklar vardı. Ama bizim ona maddi gücümüz yoktu. Memur maaşıyla anca geçiniyorduk. Evimiz kiraydı, falan filan. Sadece radyo. Ama radyonun da programları… Şimdi ne yazık ki istikrara monotonluk deniliyor. Biteviyelik deniliyor. Halbuki istikrar başka bir şeydir. Radyoda istikrarlı programlar olurdu. Alaeddin Yavaşça, Allah şifa versin. Rahatsız hocamız, abimiz. Onun belli bir saati olurdu. Annem Alaeddin Yavaşça oldu mu işi gücü bırakır. Oturur dinler. Böyle bir kaliteli müzik sevgisi vardı.
Dedem ilahi okurdu. Ama müzik dersi alarak değil. İçinden gelerek. Ve hep bir müzik var, ama hep benim sevdiğim müzik. Mesela radyoda bir şey dinlediğim hoşuma gittiği zaman kaydediyorum. Anladığım kadarıyla, yarım kalıyor, kelimeler eksik kalıyor. Ama ne yarım ne eksik aklımda. Bir daha duyduğum zaman işi gücü bırakırım o defteri alırım, kulağım radyoda not ederim. Şöyle bir defterim vardı. Hatta orta üçte imtihanlara yakın, 27 Mayıs 1960 günü bizim mezuniyet merasimimiz vardı olmadı ihtilalden dolayı. Sen taklit yap, sen şarkı söyle, sen bir şey oku falan. Ben şarkı söyledim. Yahya Kemal Bey'in güftesi. Rahmetli Süleyman Erguner'in bestesi; ‘Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler.’
Orta üç talebesiyim. Hocam “Bu biraz ağır değil mi Tuğrul?” dedi. Terakkiye bakın. Neyse ben Hamdi Bey'e orta üçün herhalde sömestr tatillerinden birinde “Hocam ben artık gelmeyeceğim” dedim. “Niye?” dedi. “Sizin öğrettikleriniz beni bana söylemiyor” dedim. Valla bu güzel bir cümle olarak çıkmış ama hala hatırımda. İyi bir cümle bu yani. Tabii zorla güzellik olacak değil.
Bana ilkokulda Ömer derlerdi. Ortaokuldan sonra da ‘Doktor’ dediler. Gözlükten dolayı. Dört numara miyop, böyle halka halka gözükürdü.
Batı müziğinden tasavvuf müziğine geçiş nasıl oldu?
Sadettin Kaynak merhum olunca onun çok sevgili talebesi demin ismini yad ettiğim Hafız Tahir Karagöz Bursa'ya geldi. Bizim mahalledeki dedemin tamir etmesine ön ayak olduğu camide de fahri müezzinlik yapmaya başlayınca ben ona her gün derse gitmeye başladım. Mesela o yaşlarda çok erken olmasına rağmen nühüft durak meşk ettim. Yani böyle bir sıralı ve metodik bir müzik eğitimim olmadı. Nühüft duraktan başladık, olacak iş değil yani. Bu arada liseye geçince, çok parlak bir talebe değildim laf aramızda. Çünkü Allah rahmet eylesin ilkokul hocam anneme demiş. “Ders çalışmaya zorlamayın, sevdirmeye zorlayın.”
Lisede parlak bir talebe değildim.
“Çünkü Tuğrul'un huyu, Ömer'in huyu bu”. Bana ilkokulda Ömer derlerdi. Ortaokuldan sonra da ‘Doktor’ dediler. Gözlükten dolayı. Dört numara miyop, böyle halka halka gözükürdü. Gözlüklü çocuk yoktu o zaman. Bir ara ortaokulda okul takımına girecek kadar voleybol da oynadım. Boyumdan dolayı ama amiyane tabirle zırt pırt gözlüğüm kırıldığı için babam ‘yeter’ dedi. Çok gözlük kırdım voleybolda…
Neyse, derslerim çok parlak olmadığı için, derslerinden başka bir şeyle meşgul olmama da babamın izni yok. “Arkadaşımla ders çalışmaya gidiyorum, arkadaşımın evine gidiyorum” diye kaçıp Bursa Musiki Cemiyetine giderdim. Tabii sezon sonunda konser verilir. Cemiyetlerde adettir. Babam görecek diye ben çıkamazdım konsere, melül melül bakardım.
Bu arada Allah hayırlı ömür versin Üsküdar Musiki Cemiyetine gelip tekrar Bursa'ya dönen Erdinç Hoca ile (o zaman da edebiyata meraklıyım) güfte tashihi yapardım. O da çok şahane nota yazar. Ama şimdiki gibi kolaylık yok. Pullu nota kağıdına nota yazacaksınız sonra onu teksir edeceksiniz. Üstünüz başınız mürekkep lekesi içinde, teksir makinası da her yerde yok. Bursa'dan Yalova'ya, Yalova'dan arabalı vapurla Kartal'dan Üsküdar'a… Üsküdar Musiki Cemiyetinde teksir basarız akşam aynı yolla Bursa'ya döneriz. Bu sebepten Üsküdar Musiki Cemiyeti ve rahmetli Emin Ongan ile bir aşinalığımız oldu. Fakiri tanıdı. Ben üniversiteye gelip İstanbul’da ikamete başlayınca beni (çok nadirdir) imtihansız sınıfa kabul etti.
Ciddi bir konservatuvar eğitimi gibi eğitim görürdük biz. Meşkiyle, solfesiyle, nazariyatıyla, edebiyatıyla, usulüyle. Tabii bir kuruma bağlılık hususunda Emin Ongan merhumdan musikiden daha çok şey öğrenmişimdir. Kuruma bağlılık meselesi... Kapıdan içeri girdiğim anda tuvalet süpürmekten, dam aktarmaya, uluslararası anlaşmalar yapmaya kadar hepsi benim işimdir. Bu kuruma bağlılıktır. Ben bütün çalıştığım iş yerlerinde böyle çalıştım. Bakanlıkta da böyle çalıştım hala böyle çalışıyorum. 1981'de kuruluş işlemlerini yürüttüğüm ve o zamandan beri de mütevelli heyeti üyesi olduğum, 20 senedir de başkanı olarak Türk Tasavvuf Musikisi Vakfı'nda da öyle yönetiyorum. Yani evime onun kadar ihtimam göstermeyebilirim çünkü evim bana ait. Bir de gelen misafire ait. Orası kamuya ait. O emanet. Ev de emanet ama benim ve çevremin. Orası kamunun. Dolayısıyla bu hassasiyetleri gösterince dünya emin olun daha iyi oluyor.
Tasavvuf Musikisi Vakfı’nı Muzaffer Ozak mı kurdu? Kendisiyle muhabbet bağınız olduğunu biliyoruz.
O kurucu, o kurdu. Ben avukat olarak kuruluş işlemlerini yaptım. Kurucusu Muzaffer Efendi.
Hayatınızdaki yerini nasıl tarif ettiğinizi merak ediyorum.
Hayatım onu beklemekle geçmiş.
Hayatım… Peki evvelden neydi? Onu beklemekle geçmiş… Onunla beraber öyle geçmiş. Ondan sonrası, ondan aldığımı ekerek geçmeye devam ediyor. Tabi bu şahsi olarak öyle olduğu gibi kurum olarak da öyle. Ve şahıs elbette fani, kurum fani değil. Dolayısıyla o kurum hep yürüyor. Bir işin içine şahsi menfaat giriyorsa o kurum batıla gitmiştir. Gidiyordur değil gitmiştir. Şahsi menfaat olmadan yürütülen her kurum kıyamete kadar yürür.
Tasavvufu biraz hümanizme boyamaya çalıştıkları için…
Güneş balçık tutmaz.
Mutasavvıf denilince amiyane tabirle tokata öbür yanağını uzatan insanlar geliyor artık akıllara. Oysa ki siz…
Ne münasebet, ne münasebet. Muhammedilik’te var mı böyle bir şey? Yok. Tasavvufta da olmaz. Kendi kendine Muhammedilik’ten ayrı bir kurum icat edecek olanlar batıldır. Tabi bilmiyorlar, okullarda okutulmuyor, kendileri de meraklı değiller. Her orduda bir ordu şeyhi olduğunu kim biliyor? Akşemseddin Hazretlerine ‘Fatih’in Hocası’ diyen var, ‘şeyhi’ diyen var, ‘mürşidi’ diyen var ama bir tane doğru resmeden yok. Hepsi göbeğine kadar sakallı… Dilimde tüy bitti. Akşemseddin Hazretleri kösedir. Sakalı yoktur. Bu kadar cahillik olur mu ya? Ve İstanbul Fetih ordusunun, Ordu Şeyhidir.
İsmail Hakkı Bursevi Efendimizin iki defa Ordu Şeyhliği yapıp son Avusturya-Osmanlı muharebesinde yaralanıp gazi olarak Bursa'ya döndüğünü kim biliyor? Sivas'ta Halveti Piri Sanisi Şemseddini Sivasi Efendimiz’in Ordu Şeyhi olduğunu kim biliyor? Kanuni'nin son ve şehit olduğu Zigetvar Seferinde Muslihiddin Zade Hazretlerinin Ordu Şeyhi olduğunu kim biliyor? Hani yanağını çeviriyordu. Elde kılıç çarpışıyor… Karşı karşıya gelirse. Karşı karşıya gelmezse dua ediyor.
Onun için biz Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselamın yaptıklarının bir noksanını, yani bu yapılmaz diyorsa günahtır münahtırdan ben vazgeçtim. Benim indimde, bunu ilmen de ispat ederim o ayrı mesele. Müslüman değildir. Yani Resulullah da işte eline kılıç almış ama yapmasaymış. Yani sen gavursun. Bitti bu kadar. Çünkü o eline kılıç almanın sebebini okumuyor, öğrenmiyor. İslamda tecavüzi muharebe yoktur, tedafüi yani Fransızca söyleyelim de alim zannetsinler. Ne yazık ki gavurca konuşunca alim zannediyorlar… Defans vardır. Yani müdafaa. Müdafaa harbidir.
Elbette bana kılıç çekene kılıçla müdafaa ederim. Mızrak atana mızrakla vesaire ama ayet var: “Size bir düşmanlık yapmak için gelmeyen bir gayrimüslime ikram etmeniz Allah'ın hoşuna gider.” Bunlar bilinmiyor. Cihat, 'ceht' kelimesinin manası, gayretin mübalağalı şekilde büyütülmüşüne ‘ceht’ denir. ‘Ceht’ kelimesinin çoğulu cihattır. Nereden çıktı harp olduğu? Ayrıca harbin önemlisi kişinin nefsiyle yaptığı harptir. Ve onun sulhü yoktur. Kafa teneşire vuruncaya kadardır. Ne oldu? Bunları söyleyince, ya akılları ermiyor, “Bu adam saçmalıyor” diyorlar. Veya bu mevzuda kitaplarda böyle bir şey gördüklerinde akılları ermiyor, kapatıyorlar. Öğrenememe sakatlığı devam edip gidiyor. Allah ıslah etsin.
Öfkenin adı celal değildir
Celalli misiniz?
Celal, tecelli kelimesinin köküdür. Öfkenin adı celal değildir. Ömer (ra.) Efendimiz celalli olarak anlatılır. Ebubekir Efendimiz çok halim olarak anlatılır. Peki Hendek Muharebesinde Efendimiz Hazretleri açlıktan karnına taş bağladığı zamanda, oğlunun af buyurun diliyle ağzını karıştırdığını gördüğünde, “Ne yapıyorsun?” “Baba bir iki lokma bir şey bulduk. Zayıf bir keçi bulduk, kestik yedik.” Bir tokat... “Resulullah açken sen nasıl yemek yersin?” Ne oldu o halim adama? Fırat kıyısındaki ihtiyar kadının oğlağı kaybolsa Ömer'den sorarlar diye gözyaşı döken Ömer'in celali nerede? Bunlar anlamadan dinlemeden bilinmeden konuşulan lakırdılardır.
Celalde Ömer'in (ra.) konuşuluyor olması öfkeli adam manasına gelmez. Çünkü onu Ebubekir Efendimiz mi tanır, biz mi tanırız? Ashaptan bile tanımayanlar var. Vefat etmek üzere ölüm döşeğinde yatarken bir araya getiriyor, “Aranızdan birini halife seçin. Ben bu heyette olsaydım oyum Ömer'eydi” buyuruyor. İtiraz ediyorlar; “Çok sert değil mi Ömer?” “Onun sertliği sizin ve ümmetin hakkında adalet olarak tecelli eder.” diyor. Ebubekir mi çok biliyor bunlar mı çok biliyor? Şahsiyetli yetiştirelim derken küstah yetiştirmeyelim. Hasılı bu bahisler bitmez. Ve lafın çoğu da ahmağa söylenir, dinleyen anlatandan arif gerektir. Bizim sevgili dinleyenlerimiz de ariflerdir. Biz bir söyleriz inşallah onlar on anlarlar. Anladıklarıyla amil olurlar, amellerini de salih olarak işlerler, bize de dua ederler.
Bu röportajı Pendik’teki Neyzen Tevfik Kültür Merkezinde gerçekleştiriyoruz. Eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Neyzen Tevfik'i toplum; sarhoş, ayyaş, afyonkeş, berduş, ağzı pis, söven olarak tanıyor. Halbuki bilmiyoruz ki; Allahü Zülcelal nasıl Habibini ve Yar-ı Garını bir güvercin yumurtası ve bir örümcek ağıyla müşriklerden sakladıysa bazı zevatını da öyle saklar. Onun için müsaadenizle bakın o küfürbaz dedikleri Neyzen ne diyor:
Rû-siyahım, pür-günahım, yok yüzüm Peygamber’e
İstemem bir türlü gitmek böyle rûz-ı mahşere,
Eylerim belki tesadüf der iken bir rehbere,
Düşmüşüm elsiz ayaksız Âstan-ı Hayda/e.
Vadi-i sevdaya düştüm, pür-gamım şahım Ali,
Kimsesiz kaldım karanlık günde gümrahım Ali,
Doğmuyor mihr-i ümidim, çıkmıyor mâhım Ali,
Gelmiyor mu güşuna bu ah u eyvahım Ali?
Merhamet et halime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
Tuttuğum râh-ı şekavetten hacil oldum, hacil.
Çeşm-i imanım kapandı, bâtınen kaldım alil.
Halimi hoş görmemek de sence şimdi müstehil,
Nazra-ı affında çünkü İnnehü şey’ün kalîl
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
Çıkmıyor bir an ciğerden derd-i sevda hançeri,
Pençe-i aşkın esiri olduğum günden beri.
Ta süveyda-yı dilimde hecr-i yârın ahkeri,
Ol kadar yandım, yakıldım ki unuttum her yeri.
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
Cinnet-i sevda ile bir anda yaptım bin günah,
Pîş-i çeşm-i hâlkde oldum hacil ü rü-siyah.
Taş çıkardım adeta, şeytana giydirdim külah,
Pek yazık oldu bahar-ı ömrüme, ettim tebâh.
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
Çok gönül kırdım, gücendirdim cevân ü pîrden,
Her nasılsa saptı bir kere yolum tedbirden.
Gerçi dönmez mukteza-yı talihim takdirden,
Himmetin hâli değil lâkin buna tesirden.
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
İktibas-ı feyz için mihr-i Münir’inden senin,
İşte ettim âsitân-ı aşkına vaz’-ı cebîn.
Dergehinden boş çevirmezsin beni, kalbim emin.
Daima ağlar, yanar bir bendenim zâr u hazîn.
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
Tevfik Kolaylı ya da bilinen adıyla Neyzen Tevfik. Taşlamaları ile meşhur neyzen ve şairimiz 24 mart 1879’da Bodrum’da doğdu.
Pençezed şehbâz-ı husnet gerdenemrâ ez-kemîn,
Der dilem peydâşud angeh şadhezar âh u enîn.
Mondem bı-hod zi la’l-i yâr-i sevda aferin
Çün şodem bidâr kez men mîreved imân u din
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
Olmayanlar kâşif-i esrar-ı ders-i men aref
Anlamaz can vermeyi uğrunda ey Şah-ı Necef. (Hz. Ali'ye diyor)
Kâinata nur-ı şemsindir veren şan u şeref,
Teşne-i sahba-yı affim defter-i isyan be-kef:
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?
İşte benden yüz çevirdi aşinalar büsbütün,
Bir enisim kalmadı endişeden başka bugün.
Destgîrim, Neyzen-i bîçareyi bir dem düşün,
Nur-ı çeşmin ol İmarneyn-i güzin başı içün
Merhamet et hâlime her şeye agâhım Ali,
Var mı senden başka söyle ilticagâhım Ali?