Zeytin çölü kuş bakışı
Elleri ile gözüne siper aldı kral. Batı güneşi, başındaki miğferde alev alev yanıyordu. O tarafı işaret etti. Baş mimar, sokak sokak çizdi yeni şehri. Denize çıkan caddeler sıralandı ilkin. Orta yerde büyük bir mabet yükseldi. Çöl rengi surlar çevirdi şehrin etrafını. Deniz taraftan esen yel sokakların arasına doldu. Kral, çölün alnına kondurduğu bu öpücüğe kendi adını verdi: İskenderiye.
- "bakma, ölüm aynadadır."
- Yücel Balku
İskenderun iskelesinin yanı başındaki meydana, gündüz vakti bir adamın beyaz bir paraşütle inmesinden tam iki bin üç yüz sene önce İskenderiye Feneri'nin kıvrımlı merdivenlerine birisi tırmanıyordu. Merdivenin çöl rengi kesme taşları, sandaletinin tabanını zorladıkça adamın nefesi tıkandı. Gözü karardı. Durdu. Güneş, ince zeytin yapraklarına uzattı boynunu doğudan. Boylu boyunca uzanan zeytin bahçeleri, İskenderiye köylerinin gerdanlığıydı. Tozlu, yeşil, bulanık bir ufuk kaplıyordu bu saatlerde köylerin yüzünü. Kireç gövdeli ağaçların arasından usulca çıktı Keseya. Boynunda asılı beze, alnından damlayan terleri sildi. Güneş, iyiden iyiye yakmaya başlamıştı. Keseya, başını kaldırıp daldaki siyah noktalardan birine uzandı. Kopardı. Kendisini dikkatle izleyen oğluna çevirdi başını. "Vaktiyle tüm ağaçlar toplanıp kendilerine kral seçmek için zeytin ağacının yanına gitmişler ve ona demişler ki: ‘Ulu zeytin sen gel bize kral ol.' Zeytin ağacı hiddetlenmiş, dallarını sinirle sallamış ‘Tanrı'nın ve insanın bende övdüğü bu güzelim yağı bırakıp ağaçlar üzerinde boş boş hükümdarlık yapmaya mi gideyim? ... Asla' demiş." Çocuğa attığı göz işareti ile bitirdi sözünü.
Kopardığı zeytini ağzına aldı. Sıkıca kavradı ön dişleri. Doğduğunda sütten önce zeytinyağı değmişti ağzına. Susadıkça zeytinyağı içmişti. Tadını, cinsini çok iyi bilirdi. Zeytini ısırdı. Ağzına yayılan kekremsi yağlı tadı aldı. Yutkundu. Zeytini tükürdü. Bir ıslık çaldı. Sırtlarında sepetlerle köylüler, karınca sürüsü gibi sardılar bahçeyi. Bayram havasıydı. Her yılın ilk hasadı bu bahçede olurdu. Güneşin dokunmayı en çok sevdiği bu zeytinler, Keseya'nın zeytinleri, hasadın habercisiydi. Sepetler yavaştan kararmaya durdu. Doldular. Taştılar. Katırlar, akşam olmadan İskenderiye'deki taş değirmene doğru yola çıkacaklardı. İskenderiye, henüz küçük bir balıkçı kasabası iken de Keseya'nın köyü burada, işte bu dağın altında, Akdeniz'in karşısında bir güneş gibi duruyordu. Doğu'dan bir ordu, ardında çölün tozu, ardında Akdeniz'in tuzu ile gelmeden çok önce de buradaydı onlar. Keseya'nın koltuk altlarına ter henüz düşmüştü ordu geldiğinde.
Bıyığı terlemeye yeni durmuştu. Zeytinli bir memleketten gelmişti ordu da. Denizin kuzeyindeki memleketleri de tuz kokuyordu. Uzun bir yolun bitkin yolcularıydılar. Sais'in bütün sokaklarını dolaşmışlar, Nil'in suyuyla yunmuş, yıkanmış, gelmişlerdi. Başlarındaki kral, Keseya'dan birkaç yaş büyüktü anca. Otuz olmasına bile çok vardı. Geldi. Akdeniz'in boynuna sarılan bu balıkçı kasabasından doğacak büyük bir şehir düşledi. Elleri ile gözüne siper aldı kral. Batı güneşi, başındaki miğferde alev alev yanıyordu. O tarafı işaret etti. Baş mimar, sokak sokak çizdi yeni şehri. Denize çıkan caddeler sıralandı ilkin. Orta yerde büyük bir mabet yükseldi. Çöl rengi surlar çevirdi şehrin etrafını. Deniz taraftan esen yel sokakların arasına doldu. Kral, çölün alnına kondurduğu bu öpücüğe kendi adını verdi: İskenderiye. Paraşütlü adamın meydana, darta saplanan ok gibi inmesinden birkaç gün önceydi. Hava kararmak üzereydi. Dört yan ezan. Tuz ve yosun kokuyordu İskender'in diğer şehri.
İskenderun, İskenderiye'nin uzaklardaki adaşıydı. İhtimal ki kardeşi. İskender'in iki oğlu: İskenderun ve İskenderiye. Bir ses yükseldi: "Kontrol için hazırız." Telsizden anons geçti teknisyen. "Deneme yayını için hazırız." Hışırtılı bir "Tamam" işitildi. Meraklı gözler ekrana çevrilmişti. Kaç ekran olduğu, ev televizyonlarının ölçülerine göre verilemeyecek dev bir kutu. Yarın meydandan gösterilecek milli maça hazırlanıyordu. Akşam karanlığı çöken meydan, aydınlandı sokak lambalarından önce. Mavi bir deniz belirdi önce ekranda. Görüntü suya yaklaştı son sürat. Su yüzeyinden zerrecikler vurdu. Görüntü yavaşladı. Yukarı doğru süzüldü. Tam karşıda bir kule. Bir deniz feneri. Devasa bir şey. Ateş yanıyordu tepesinde. Efsunlanmış gibi bütün kalabalık. Kimse gözünü alamadı. Kamera, olanca hızıyla ateşe doğru yaklaştı. Tam ateş odasına girecekken. Siyah ekran. Donakalanlar kendilerine geldiler. Teknisyenler birbirlerine baktılar. Telsizi olan harekete geçti. "Deneme yayını kesintisi. Yeniden... Son iki üç."
Az sonra ekranda başka bir görüntü belirdi. Bir panda, elindeki bambu kamışını emerken uyukluyordu. Teknisyen durumu bildirdi hattın öbür ucuna. Ekran yeniden karardı. Sokak lambaları meydanı turuncuya boyadı. İskender, yer üstündeki her şeye sahipken. İskender, iki dünyanın da hâkimiyken. İskender, Doğu'nun da Batı'nın da fâtihi iken. Adının unutulmasından korktu. Babasının ardından at vurup gittiği o büyük savaşların, annesinin saçlarına taktığı defneyaprakları gibi solacağını sandı. Bu yüzden adını verdiği bu inciye gözü gibi baktı. Atina'dan daha güzel bir Atina olacaktı İskenderiye. Akdeniz'in orta yerinde bir masal dağı. Surları yükseltti. Burçları genişletti. Hendekler kazdı her yana. Karadan hiçbir ordu, İskenderiye'ye yaklaşamazdı. Ama deniz. Deniz durdurulamazdı. Deniz açıktı. Deniz savunmasızdı. Deniz zayıftı. İskenderiye'nin denize kavuştuğu yarım adada bir fener yaptırdı İskender. Şehir burçlarından üç tanesini üst üste koysan yine yanına yaklaşacak gibi değildi. Elli asker, etrafında el ele tutuşsa anca yeterdi gövdesini sarmaya.
Kıvrıla kıvrıla göğe açılan bir kapı. Ateş odasında yanan zeytinyağının kokusu, denizden esen rüzgârla Tuz Dağı'nı yalardı. İskender, fenerin tam tepesine, ateş odasının da üstüne dev bir ayna koydurmuştu. Hint padişahının hediyesiydi. Padişahın bu ayna ile zaman ve mekan arasındaki perdeleri kaldırıp yolculuklar yaptığı söylenir dururdu. Keseya, ateş odasına vardı. Omzunun iki yanına sırıkla astığı zeytinyağı küplerini oğlunun başını okşar gibi indirdi. Usulca. Bu ateşin yağı, Keseya'nın bahçesindeki zeytinlerden geliyordu. İskenderiye'nin koca muhafızını onun zeytinleri besliyordu. Devamlı karnı acıkırdı kulenin. Beslerdi Keseya. Yağı döktü. Ateşi doyurduktan sonra derin bir nefesle uzun uzun denizi seyretti. Koca şehrin emniyetini bir başına sağlamış huzuruyla iç çekti. Denizi kokladı. Mavinin on çeşidine, yine on isim buldu. Tanrı'ya âşık oldu. Karısını düşündü. Bir benzerini de oğluna yaptığı zeytin çekirdeğinden kolyesini sıkıca kavradı.
Belinde, kulenin anahtarları ile merdivenlerden aşağı doğru inmeye koyuldu. Üç yüz yetmiş iki basamak. İnerken bile yarısında soluklanması gerekiyordu. Ateş odasının üstünde, aynanın muhafızları nöbet değiştiriyordu. Zırhların sesleri, sandalet takırtılarına karıştı. Gece yaklaşıyordu usuldan İskenderiye'ye. Şehrin kapıları kapandı. Gök karardı. Yıldızlar uyandı. Dolunay, Tuz Dağı'nı gün ortası gibi beyazlattı. Keseya, köye döndüğünde gece yarılanmıştı. Zeytin hasadının bereketini düşündü. Ateşe verdiği zeytinden kalan yağ bile bir sene yeterdi geçinmelerine. Rahatladı. Oğluna baktı. Uyuduğu yerde, zeytin çekirdeğinden kolyesini emiyordu. Parmağını emmeyi bıraktığından beri kolyesine sarmıştı. Karısına döndü. Uykunun orta yerindeydi. Bir kez daha baba olmayı istedi. Öpmeye çalıştı onu. Kadın, Keseya'yı uzaklaştırdı kendinden. Sırtını döndü. Güneş surların, çölün, dağların, denizin üstünden aşıp şehre vardı. Çöl, ağzı, dili kurumuş bir yılan. Yatıyordu.
Fenerin muhafızları, zırhlarının içinde ter ırmaklarındaydılar. Kuşluk güneşinin yakıcılığı zihinlerini bulandırıyordu. Mavi boşlukta salınan birkaç beyaz bulut kümesi gördüler ilkin. Gök mavi, bulut beyaz. Deniz mavi, gemi beyaz. Maviyi maviden ayıramadılar ilkin. Beyazı beyazdan. İki mavinin tek olduğu bir nokta vardı. Gözlerini diktiler. Dağ köylerindeki avcılardan seçilirdi fenerin muhafızları. Kartallarla koyun koyuna uyuyan avcılardan. Kartalları, bir fersahlık yoldan avının kuyruk sallamasını duyardı. Onlar ise ufkun bir ucunda, gece vakti yelkenleri kara gemileri seçerlerdi. Şimdi. Mavinin binbir renkten bir renge döndüğü bu kuşluk vaktinde, beyaz bulutlar düşmüştü suya. Düşman yaklaşıyordu. Muhafızlardan birisi doğruca ateş odasına indi. Deve derisinden yapılma davula bütün gücüyle vurdu. Ses, şehrin üzerinde döndü. Üç defa. Tokmağı bıraktı. Bakır gonga yüklendi. Metalin iki defa çınlayan sesi kulakları tırmaladı. Gongu bıraktı. Gergedan boynuzundan yapılma boruya üfledi.
Derin bir nefes aldı. Saraydan bir davul sesi ile karşılık gelmesini bekledi. Duyunca rahatladı. Düşmanın yaklaşmakta olduğunu, deniz taraftan geldiğini ve yarım güne kadar şehre varabileceğini haber vermişti saraya. İskender, iki askerin taşıdığı tahtırevanında çıktı üç yüz yetmiş iki basamağın yarısını. Diğer yarısında hızını alamayıp koştu. Ateş odasına vardığında soluklandı. Defne dalı şeklindeki tacın saçı ile buluştuğu yerde yüzüne ter akıyordu. Ateş odasının kesif yanık yağ kokusu midesini bulandırdı. Bir tükürük saldı boşluğa. Tükürüğü, Akdeniz'e karıştığında İskender, aynanın karşısındaydı. İlkin gemilerden tarafa baktı, aynanın menziline girmelerine henüz vardı. İndirin, diye aynanın üzerindeki perdeyi işaret etti. Soluğu henüz düzene binmişti. Muhafızlar, aynayı etraflıca saran bezi indirdiğinde İskender, kendi sureti ile karşılaştı. Tacını düzeltti. Elbisesinin tokasını kolaçan etti. Kemerini sıktı.
İçinden geçeni olduğu gibi döktü ortaya. "Korkuyorum" diye fısıldadı. Sözün buğusu henüz aynaya dahi çarpmamışken. Her şey silindi. Başka hiçbir şey yoktu artık. Çöl, deniz, dağ, gemi. Sadece İskender vardı beyaz bir boşluğun orta yerinde. Muhafızlar afalladı. Arkalarına dönüp manzaraya baktıklar. Her şey yerli yerindeydi. İşte deniz, çöl, dağ, gemi. Her şey yerli yerindeydi. İskender, "Ne görüyorsunuz?" diye sordu onlara. "Şey" dedi tokmağı çalan. "Siz efendim. Sadece sizi görüyorum." Güldü İskender. Yine fısıldar gibi konuştu ağzının içinde. "İşe yarıyor. Ancak kendine karşı dürüst olursan işe yarıyor. İşte şimdi buradayım. Şehrimin omzunda. Saçlarıma değen rüzgârı kokluyorum. Korkuyorum göz bebeğimin zarar görmesinden. Korktuğumu ilan ediyorum." Sesini yükseltti. Bağırdı. "Korkuyorum." Bir süre daha kendisini seyretti. Muhafızlardan birisini çekti kolundan. Yanına aldı.
"Korkuyor musun?" dedi. Muhafız "Şey" dedi. "Şey efendim." Duruşunu dikleştirdi. Sesini toparladı. "Hayır." Dedi. "Sizin emrinizde olana korku yasaklanmıştır. Korkmuyorum." İskender ona aynayı işaret etti. Muhafızın gözleri yuvasından fırlayacak oldu. Aynada kendisini görememişti. Arkasındaki manzara olduğu gibi dururken kendisi yokmuş gibi, hiç olmamış gibi boştu ayna. İskender'e döndü. İskender "Şimdi doğruyu söyle. Korkuyor musun?" diye yineledi. Muhafız, başı ile şaşkınca onayladı. Aynaya döndü. Sureti oradaydı. Miğferi eğilmişti. Düzeltti. İskender, aynanın sırtını çevirtti muhafızlara. Gemiler, İskenderiye'ye ulaşmak üzereydi. Cam gibi bir hava. Işık, dalgalar üzerinde sağa sola çarptı. Güneş gölgeye sığınanlara bile acımadı. Çöl, ağzını denize dayamış tuzlu suyu içiyordu. İskenderiye, can sıkıntısı ile derin bir iç çeker gibi oldu. İskender ona eşlik etti. Güneşe çevirdi yönünü. Kafasında çizgiler çekti. Açılar aldı. Hesaplar yaptı.
Bulutsuz bir gün ne büyük şanstı! "Tanrı da adımın bu dünyada kalmasını istiyor." Güneşe bir kez daha bakıp muhafızlara işaret etti. Onun işaret ettiği tarafa çevirdiler aynayı. Işığı emdi cıvalı cam. Doydu. Aldığı ışığı vakit kaybetmeden ayarlanan açıya püskürttü. Donanmanın en büyük gemisinin beyaz yelkenlerinin üzerine. Kaptan, bir şaşırtmaya maruz kaldığını düşündü. Işık oyunları ile kendilerini oyalayan İskenderiye donanması, etraflarını saracaktı belli ki. Onlara istedikleri fırsatı vermek için bekledi. Menzilden çıkmadı. Arkalarından dolaşacak gemileri açıkta bekletiyordu. Yelken aynadan gelen ışığı emmeye devam etti. Güneş, İskender'in ordusunun bir komutanıydı şimdi. Körüklüyordu sıcağı. Ayna çatlayacak gibi. İskender "En ufak bir hareket dahi yapmayın." diye uyardı muhafızları. Bir uğultu duyuldu denizden o sıra. Büyük geminin yelkeni alev almıştı. Ayna, İskender'in yüzünü kara çıkarmadı.
Alev, geminin omurgasını hızlıca sardı. Büyük direk hemen yanındaki diğer geminin üzerine yıkıldı. Manevraya fırsat kalmadan birbiri ardına devrildi tüm direkler. Keseya, donanma yangınından sonra ilk defa gelmişti fenere. İskender'in bir ayna ile koca donanmayı kül etmesi şehirde şarkılarla, şiirlerle kutlanmaya devam ediyordu. Yalnız İskenderiye'de değil, Kartaca'dan Kenan'a bütün Akdeniz'de İskender'in aynası konuşuluyordu. Keseya, defalarca altındaki ateş odasına yağ taşıdığı halde, aynanın bu denli güce sahip olduğunu bilmiyordu. Bir de şu sihir hikâyesi dolanıyordu ortalıkta. Keseya ateşi doyurdu. Küplerin dibini sıyırdığından emin oldu. Merdivene yöneldi. Üst kattaki muhafızların sesini duydu. Üst kata varıp selamlaştı. Muhafızlar onu görünce "Ooo selam Yağcı Keseya. Odaları karıştırdın galiba. Senin ateş aşağıda." Diğeri de gülerek katıldı ona.
"Burada yakabileceğin tek şey bizim geleceğimiz. Onu da hiç istemeyiz." Keseya gülerek karşılık verdi ikisine de. "Haklısınız." dedi. "Fakat ateşin dibindeki yağ bu defa fazla yanmış. Kokudan biraz başım döndü. Açık havada soluklanmak istiyorum inmeden önce." Muhafızlar kulenin bir anahtarı zaten kendisinde olan Keseya'nın üzerine çok gitmediler. Dinlenmesine müsaade ettiler. Yabancı değildi nasılsa. Keseya, muhafızlara hangi dağ köyünden geldiklerini sordu. Önce gönülsüz cevapladılar. Keseya, köylerdeki tanıdıklarından ve dostlarından bahsedince ilgileri arttı. Memleket sohbeti ağır bastı. Birbirlerinden sıkılmışlardı zaten. Onunla konuştular. Güldüler. Çocukluklarını yaşadılar. Büyüdüler. Söz doldu taştı. Aynada durdu. Muhafızlar ilkin gerildiler. Sonra açıldılar. Donanmanın yandığı güne geldi laf sonra. Aynanın işlerine. Muhafızlardan birisi, "Ben o günün akşamında nöbetçiydim. O gün buradaki muhafızın şaşkınlığı, akşam nöbet değişiminde bile gitmemişti. Hâlâ kekeliyordu."
Keseya "Peki siz bakmayı denediniz mi aynaya?" diye sordu. Muhafızlar etrafı kontrol etti. Sanki bu gök katında kendilerinden başkası olabilirmiş gibi. "Elbette." Başını iki yana salladı. "Ama bildiğimiz ayna işte. Başka bir şey değil." Keseya sohbetin koyuluğundan cesaret buldu. Derin nefes. "Şu aynaya." Dedi. "Ben de bir bakabilir miyim?" Keseya, yatağına uzanıp gözünü kapattığında bile aynada gördükleri karşısındaydı. Ayna bomboştu. Kendisini görememişti. Nasıl olabilir diye tekrar etti içinden. Sağından soluna, solundan sağına dönüp durdu. Yalanı düşündü. Hangi yalanı buna sebep olmuştu? İnsan, herkese yalan söylediğinde bile kendisine karşı dürüsttü. Nasıl bir yalandı ki bu kendisi bile inanmıştı? Yalan bir tek kendi kafamızın içindeki duvarları aşamazdı. Orada dönüp dururdu. Yalan kendisinin yalan olduğunu bilirdi her zaman. Peki, insan nasıl olur da kendisini bile ikna ederdi bir yalana? Hangi yalana? Ben hangi yalanı yok saydım?
Hangi şüpheyi sildim sandım da kafamdan, şimdi gelip karşıma dikildi. Bu sırada yanında sessizce uyuyan karısına baktı. Olmaz der gibi başını salladı iki yana. Sabaha kadar sorular akın etti zihnine. Birisi girip birisi çıktı. Cevaplamaya fırsat kalmadan işgal bitti. Ancak yorulduğu vakit duruldu sular. Sorular yuvalarına çekilen yengeçler gibi kayboldular ortalıktan. Gözlere uyku sırrı verildi. Keseya, yorgun ve yalanlı bir uykuya daldı. Sabah, güneş ışığı nokta nokta zeytinlere yağdı. Bahçe aydınlandı. Tozlu yapraklar sarardı. Oğlu, Keseya'nın başucunda uyanmasını bekliyordu. Zeytin çekirdeğinden kolyesini şakırdatıyordu. Onun doğduğu senenin zeytininden yapmıştı bu kolyeyi Keseya. O senenin bereketine bir daha asla ulaşamadı. Zeytinler, ceviz kadar irileşmişlerdi. Göğün yedi katı gibi kararmışlardı. Bir avuç zeytinden bir kadeh yağ çıktı. Bütün İskenderiye pazarında Keseya'nın yağları satıldı.
Artanı dağ köylerine gitti. Gözlerini araladı Keseya. Oğlunu seyretti uzun uzun. Annesine çok benziyordu çocuk. Gözlerine baktı. Dallardakiler gibiydi. Siyah. Simsiyah. Kendi boynundaki kolyeyi çıkarıp şakırdattı. Oğlu ağız dolusu güldü. Bahçeye çıkmak için sürükledi kendisini. Keseya doğruldu. Aydınlanan bahçeden kekik kokuları yayılıyordu. Bir kadeh zeytinyağını dikti kafasına. Oğluna içirdi birkaç yudum. Karısı, taşlıkta kendilerini seyrediyordu. Ellerini karnının üzerinde kavuşturmuştu. İyiden iyiye şişmişti karnı. Zamanın bu kadar çabuk geçtiğine hayret etti. Günleri eksik sayıyordu. Kuyudan çektiği zeytinyağını küplere doldurdu. Katıra yükledi. Oğlunu öptü. Karısına el etti. Kaç sabahki manzara değişmemişti. İskenderiye yolunu tuttu. Yol boyunca kendisine söyleyip kandığı, kandığı gibi kandığını bile unuttuğu o yalanı düşündü. Hatırlamaya çalıştı bulamadı. Zihni iyice bulandı.
Limana vardığında göğün renginin ağardığını fark etti. Hayır, bulut değildi. Gök, beyaza dönüyordu. Limandaki gemicilerle selamlaştı. Eski bir yelken bezini sırtına attı. Küpleri asacağı sırığı sırtladı. Küpleri ucuna geçirip yola koyuldu. Üç yüz yetmiş iki basamak karşısında. Gök tahtına doğru tırmandı. Ateş odasına vardığında ateşin sönmeye durduğunu gördü. Dibindeki yağ kararmıştı. Tazeledi. Nefeslendi. Akdeniz'e daldı. Koca şehrin emniyetini bir başına sağlamış huzuruyla iç çekti. Denizi kokladı. Mavinin on çeşidine yine on isim buldu. Tanrı'ya âşık oldu. Karısını düşündü. Bir benzerini de oğluna yaptığı zeytin çekirdeğinden kolyesini sıkıca kavradı. Aynanın olduğu terastan ayak sesi gelmediğini fark etti. Usul usul çıktı merdivenleri. Muhafızlar uyuyordu. Dün gecekilerdi bunlar üstelik. Nöbet değişimi neden yapılmamıştı ki? Nefesini tutup aynaya yöneldi. Perdenin ucunu araladı. Bakmadan önce aklına bütün yalanları getirdi.
Kendisine söyledikleri. Yetmedi. Pazarcılara söyledikleri. Köylüye. Oğluna. Karısına. Karısının kendisine söylediği yalan. Evet, oydu işte. Yalanların en büyüğü... Ona inanışı. Kendini kandırışı. Yalan eğrilmiş bir koyun yünü. Çektikçe arkası geliyordu. Aklına gelen o şüpheyi bir hakikat gibi kendi kendine fısıldayıp açtı perdeyi. Karşısındaki görüntü ile aklı gidip geldi. Suretini görebilmişti sonunda. Aklındaki şüphenin artık hakikat kuyusuna daldığı açıktı. Bütün gerçeklikle. Bütün çıplaklıkla. Kendini kandırmış olmanın öfkesi, ateş tadında sardı ruhunu. Delirecek gibi oldu. Aynayı yok etmeye dair büyük bir istek uyandı içinde. Onu yok ederse bütün yalanların hakikat, bütün şüphelerin yok olacağını sandı. Sağ elini yumruk yaptı. Geriye doğru birkaç adım attı. Aynadaki suretine doğru koşarak hamle yaptı. Kırılmasını beklediği aynanın içinden geçmişti. Üstelik kendisini de boşlukta buldu. Denizden tarafa doğru süzülüyordu şimdi. Sırtına sardığı yelken bezi kanat gibi açılıp inişini yavaşlatıyordu.
Gökten yere inen beyaz bir bulut gibi Akdeniz'e yağmaya gidiyordu. Gözünü kapattı. Üzerindeki bütün yüklerin kalktığını hissetti. Boşlukta süzülmenin tadını çıkardı. Gözünü açtığında kendisini yerde buldu. Etrafında insanlar. Kendisine bakıyorlardı. Birkaç tanesi yaklaşıp kolundan tuttular. Ayağa kalktı. Üstüne başına baktı. Hiçbir şeyi yoktu. Sapasağlamdı. Ama burası İskenderiye değildi. Bu insanlar da İskenderiyeli değildi. Mısır dili konuşmuyorlardı bir defa. Anlamadığı şeyler söylediler. Uzaklaştı kalabalıktan. Soluklandı. Dağlara baktı. Şehri saran dağlara. Tepelerinde uzun uzun kuleler vardı. Üzerlerinde yüzlerce pencere. Yıkılacak gibiydiler. Dağlardan meydana çevirdi başını. Aynayı gördü o an. Ordaydı işte. Bir direğin üzerine oturtulmuştu. Ayağa kalktı önüne kadar gitti. Kafasını kaldırıp aynaya baktı. İçinden görüntüler geçiyordu. Tanıdık bir görüntü geldi.
Mavi bir deniz belirdi önce. Suya yaklaştı son sürat. Su yüzeyinden zerrecikler vuruyordu ekrana. Görüntü yavaşladı. Yukarı doğru süzüldü. Tam karşıda bir kule. Bir deniz feneri. Devasa bir şey. Ateş yanıyordu tepesinde. Efsunlanmış gibi baktı Keseya. Gözünü alamadı. Görüntü olanca hızıyla ateşe doğru yaklaştı. Ateş odasına girdi. Keseya, ateşe yağ döken adamı gördü. Eline koca bir taş alıp ayaklı aynaya fırlattı. Dev ekranın orta yerinde koca bir delik açıldı. Akşam milli maç vardı.