Yüzümüzdeki renklerin en insani olanı

ATEŞTEN ATLAMAK - FATMA NUR KAPTANOĞLU - CAN YAYINLARI
ATEŞTEN ATLAMAK - FATMA NUR KAPTANOĞLU - CAN YAYINLARI

"Oturduğum sandalyede rahatsızca doğruluyorum, bu kadar şeffaf olmak beni geriyor, kaşımın üzerinde giderek belirginleşen ince bir damar, rengini griden yeşile bırakıyor. 'Ama' diyor Sonya, 'yüzümüzdeki renklerin binlerce nedeni var ve sen en insani olanına sahipsin.'"

Ateşten Atlamak, Fatma Nur Kaptanoğlu'nun üçüncü öykü kitabı. İçinde iki uzun öykü var. "Ateşten Atlamak" ve "Daha Uygun Bir Kader". Farklı bölümlerden oluşan, parçalı anlatıma sahip öyküler. "Öykü" dediğimiz forma biçilen kuralların dışına taşıyorlar. Novella da diyebiliriz bu yüzden. Kurmaca demek bana en doğrusu gibi geliyor. Bu iki kurmaca metinden oluşan kitap, Fatma Nur Kaptanoğlu'nun önceki iki kitabından biraz ayrışıyor. Ben diğer kitaplarını da sevmiş olsam da bu değişiklik hoşuma gitti. Belli sınırlar içinde kalarak, benzer çizgiler üzerinde yürüyerek ulaşılabilecek metinler çeşitlilik bakımından zayıf olabiliyor çünkü. Önceki kitaplarında konu edindiği meseleler daha kişiseldi ve bu yüzden anlatım daha dile doğruydu. Bu kitapta ise içerikler, yine anlatıcı karakterlerin kişisel sıkıntıları üzerinden belirlense de sıkıntılar toplumsal bir temele sahipler. Mesele toplumsallaştığı için, daha dilden yana bir anlatım tercih edilmiş.

Dilin hafiflediğini söyleyebiliriz. Bu hafiflik, metnin gücünü düşürecek bir şey değil. Ağırlıklardan kurtulma diye bahsedersek hafiflemeden, daha olumlu görünür gözümüze. Dil ağırlığının azalmasıyla birlikte kurgu ön plana çıkmış. Önceki kitaplarında bu kadar net göremediğimiz, belirgin olay örgüleriyle karşılaşıyoruz. İki öyküde de bir kasaba, kırsal içinde sıkışmışlık hissi var. Bu sıkışmışlıkların arasında da fark var. "Ateşten Atlamak"taki anlatıcı için şehir, kaçılacak bir yerken "Daha Uygun Bir Kader"deki Abaven için şehir özlem duyulan bir yer. İlk öyküde anlatıcının babasından neredeyse hiç bahsedilmezken, Abaven'in babası tam bir sıkıntı kaynağıdır. İki öykünün karakterlerinin de aileleriyle ve bulundukları mekanla sorunları vardır fakat bu gibi farklar iki öyküyü de biricik kılıyor, birbirlerinden ayırıyor. En büyük fark ise, Abaven'in ateşten atlayamaması. Elbette metaforik olarak.

"Şimdi kalkıp annesine yardım etse Abaven –ki babası evde olmadığında bunu sık sık yapar– babasının "kız gibi olma" laflarıyla boğuşacak. Babasının en büyük korkusu Abaven'in kız gibi davranması. Abaven, otuz yaşına kadar bu adamla büyük bir kavga yaşamadan gelebilmesine her geçen gün daha da şaşkın, ayaklarını emaneten uzattığı koltukta doğruluyor." Abaven'in, kendisinin kız gibi olmasından korkan babasıyla otuz yaşına kadar büyük bir kavga edememiş olması, ateşe yaklaşacak ve o ateşten atlayacak gücü kendisinde bulamaması, ilk öyküdeki anlatıcıyla arasındaki en büyük fark.

"Ateşten Atlamak"taki anlatıcının ise annesiyle arası iyi. Sorunları var tabii ki, örneğin annesinin onu bir çanta gibi koluna takıp etrafındakilere hava atmasından rahatsız. Yine de beraber vakit geçirebiliyor, konuşabiliyorlar. Bu karakterin sıkıntısı bulunduğu mekanla ilgili daha çok. Hiçbir şeyin, insanların bile değişmediği, yalnızca eskidiği bir yer çünkü burası. Sonya'yla el ele dolaşamayacakları, beraber yaşayamayacakları bir yer. Aşkını bile rahatça yaşayamadığı bir coğrafyada ne kadar rahat olabilir ki insan? "Sonya çok haklı, bunların hiçbiri benim yapacağım şeyler değil, ne ateşten atlamak ne denizden taş toplamak ne de kumlara dilekler çizmek. Ama sürekli kendini tekrar eden bir yerde yaşamak böyle bir şey işte. İmkânların kısıtlı."

Anlatıcının dileğine dair bildiğimiz tek şey, onu, en azından o an, her şeyden çok ciddiye aldığı. Taş toplama esnasında, anlatıcı için dileğinden daha değerli bir şey yok. Taş toplarken şarkı söylüyor, dua etmiyor. Ritüeli kendine yaklaştırıyor. Ritüelle, dileğiyle birleşiyor. Karakter taş toplarken, kumlarda yürürken, annesi başkalarıyla sohbet ederken, bir yandan da Sonya'yla ilişkilerini anlatan bölümler okuyoruz. Bu bölümler, anlatı içinde bir kopukluk yaratmıyor. Aksine, taş toplayan anlatıcının o kırk taşa ulaşana dek hissettiği tutkuyu anlamamızı sağlıyor. Bölümler, zaman atlamalarına sahip olsalar da karakterlerin motivasyonlarına dair tamamlayıcı bir göreve sahipler. Anlatıcı'nın Sonya'ya karşı hissettikleri biraz karışık. Anlatıcı Sonya'ya yalnızca aşık değil. Aynı zamanda ona hayran. Sonya'dan bir şeyler öğreniyor, onu sürekli dinliyor. Sonya da bu anlatıcılık rolüne razı. Aralarında böyle bir ilişki var.

Utanmak hakkında konuşuyorlar telefonda. "Artık insanlarda neredeyse hiç görmediğimiz bir şey, bunu hissedebildiğin için şanslısın." diyor Sonya. Anlatıcı ise kendine verilen bu payeyi taşımaktan rahatsız. Bu övgüyü taşımak istemiyor. Bu da mı utanmaktandır? "Sadece fizyolojik ve kontrolsüz bir sonuç utanmak." diyerek bu övgüyü savuşturmaya çalışsa da Sonya durmuyor. Anlatıcının değerini, ondan daha doğru biçtiğine emin. Ortada değerli bir şey olup olmadığına karar verecek ve bunu bildirecek konumda.

"Oturduğum sandalyede rahatsızca doğruluyorum, bu kadar şeffaf olmak beni geriyor, kaşımın üzerinde giderek belirginleşen ince bir damar, rengini griden yeşile bırakıyor. 'Ama' diyor Sonya, 'yüzümüzdeki renklerin binlerce nedeni var ve sen en insani olanına sahipsin.'"

Anlatıcının yüzü pembeleşiyor.