Yürüyen Merdivenlerde Koşan İnsanlar
Kıyametin arifesindeyiz sanki. Zaman kısaldıkça kısaldı, hayatımızın ritmi arttıkça arttı; buna koşut olarak da mekân daraldıkça daraldı. Sıkışıp kaldık varlığın ortasında, varlık bizi boğuyor mütemadiyen. Yavaşlayan, tökezliyor, kendini Akış’a uyarlama kabiliyetini kaybediyor, hızla düşüyor ve sistemin dışına savruluyor. Sistem onu bir kenara atıp büsbütün tasfiye ediyor.
Uçağı icat ettiğinizde uçak kazasını da icat edersiniz... Her teknoloji kendi olumsuzluğunu beraberinde getirir. Bu olumsuzluk teknik ilerlemeyle aynı zamanda icat edilir.
Paul Virilio
Paul Virilio (d. 1932). Fransız kentbilimci ve hız uzmanı. Hız ve Politika’nın ve başka başka eserlerin yazarı. Virilio’ya göre sanayi devrimi hızın hâkimiyetini tesis eden ve yayan bir devrim olmuştur. Bu devrim hızı imal etmiş, hız da bizim gündelik/pratik hayatımızın kılcal damarlarına kadar sokulmuş ve orada zaman ve mekân kavramlarını büyük ölçüde dönüşüme uğratmıştır. Hızın hâkimiyetini (dromocratie) iliklerimize kadar hissettiğimiz bir çağda yaşıyoruz, hızlı, hıphızlı bir çağda.
Kıyametin arifesindeyiz sanki. Zaman kısaldıkça kısaldı, hayatımızın ritmi arttıkça arttı; buna koşut olarak da mekân daraldıkça daraldı. Sıkışıp kaldık varlığın ortasında, varlık bizi boğuyor mütemadiyen. Yavaşlık, ağırdan alma, teenni tercihe şayan değil bu çağda, çünkü rantabl değil. Yavaşlayan, tökezliyor, kendini Akış’a uyarlama kabiliyetini kaybediyor, hızla düşüyor ve sistemin dışına savruluyor. Sistem onu bir kenara atıp büsbütün tasfiye ediyor.
Bir kenara savrulmamak, gözlerden yitip tasfiye olmamak için hızlıca, hızı düşürmeden, hatta hızı artırarak iş görmemiz, eylememiz ya da davranmamız bekleniyor bizden. Ritmi hızlı hayatımızın; zamanla yarışırcasına yaşıyoruz, durmaya, duraksamaya, “Ne oluyor?” diye bir lahza düşünmeye, etrafa bakmaya, hele temaşaya ne vaktimiz var, ne de hakkımız: “Dur bi’ düşüneyim”, diyoruz. Düşünmek için durmak gerekiyor. Ama hız hız kesmiyor, doğasının gereğini yapıyor, hızlandıkça hızlanıyor. Hızın anaforunda durup-düşünen sendeleyip düşüyor. “O halde durmayacaksın hiç, bir lahza düşünmeyeceksin. Kendini Akış’a bırakacaksın yalnız, Hız tanrısı Dromos’a; bu kâfi!” Bizden beklenen, giderek bize dayatılan tam da bu!
Bir Akış var, evet! İnsanlar oraya akıyor. Bu kahrolası tanrı, bu Dromos çekiyor onları, çekiyor, çekiyor. Ora nereyse. Yürüyen merdivenlerde koşarak, birbirinin omuzlarından atlayarak yol alıyor insanlar. Nereye koşuyorlar? Bu hızlı akış nereye? Kıyamet kopmuş da selametli bir yer mi arıyorlar? Değilse neyi kaçırmaktan endişe ediyorlar? Bu sıkışmışlık neyin nesi? Nedir o canhıraş bir şekilde yetişmeye çalıştıkları? Bu acele niye?
Onları bekleyen önemli, çok önemli, çok çok önemli işler var belli ki! Yapılacak yığınla iş! Ama zaman daralıyor. Gittikçe daha da, daha da daralıyor zaman... Zaman sıkıyor, daraltıyor ruhumuzu. Gönül seyahati arzuluyor şimdi, yabancı diyarlara, başka memleketlere, farklı zamanlara. Gönül Fark’ı arzuluyor...
Virilio “seyahat”in serencamından bahseder bize. Buna göre, 18. asırda atla veya gemiyle bir yerden bir yere gidecekseniz bu üç aşamada gerçekleşirdi: kalkış, seyahat, varış. Seyahat safhası bir keşif anıydı, yeni tecrübelerle zenginleşmek için biçilmiş kaftandı. Dünyayı tanırdı insanlar. Dünya o zamanlar ne McLuhan’nın dediği gibi “global bir köy”, ne de Virilio’nun ürkütücü ifadesiyle bir “getto”ydu. Dünya o zamanlar büyüktü, Allah’ın arzı genişti o zamanlar, gez dolaş bir ömür bitmezdi. Önce 19. asırda, müteakiben 20. asırda teknobilimdeki ilerlemelerin bir sonucu olarak ulaşımın giderek hızlanması ve genelleşmesiyle birlikte “yer değiştirme” yalnızca kalkış ve varış olarak vuku bulur oldu. Kalkış ve varış arasında sıkışıp kalan, giderek ortadan kalkan seyahat aşaması artık bir keşif anı olmaktan çıkmış, bir şekilde geçip-giden ya da olup-biten kısacık bir süreye dönüşmüştür. Seyahat dediğimiz fenomen hız tarafından yutulmuştur bir nevi.
Dahası 20. asırda yeni ve hızlı ulaşım teknolojileri sayesinde kalkış aşaması da neredeyse ortadan kalkmış, yolcular gitmek istedikleri yere ne olduğunu pek de anlamadan varır olmuşlardır. Evet, “seyahat” mefhumu erozyona uğramıştır büsbütün. Bir yerden bir yere çabucak, hatta çarçabuk “yer değiştirme”dir şimdi söz konusu olan. Eski hac yolculukları örneğin, tam ve zengin bir deneyim olup bir ömür anlatılırdı. Şimdi uçakla iki-üç saatte Mekke’de, Medine’desiniz. Ne görüyor, ne yaşıyorsunuz? Güzergâh kavramı da asıl anlamını kaybetti. Seyahat midir bu, yoksa basit bir “intikal” mi? Sözüm ona “zaman kazanırken” mekândan yana da yoksullaşıyor, nasipsizleşiyoruz gitgide.
“Biz, diyor Virilio bir söyleşide, bir coğrafyada, bir mekânda değil, küreselleşmiş bir zamanda ikamet ediyoruz artık; bizler zamanın hız tarafından tüketildiği anlık durumlarda yaşıyoruz.” Evet, hız insanlık ortamını belirledi, giderek bu ortamın kendi oldu. “Küreselleşme” ışık hızına yönseyen bir süreçtir. Hıza hâkim ve hız sayesinde hâkim olabilenlerin hız ve inovasyon teknolojilerine dayalı yöntemlerle yerküreyi bir ağla sarar gibi sarma ve kuşatıp istila etme sürecidir bu. Hız “zenginliğin öbür yüzüdür” diyor Virilio. Kimdir bu zenginliği elinde tutanlar? Kapitalizmin ağa babaları, büyük sermaye sahipleri, dünyanın hâlihazır biçimini almasında en büyük paya sahip olanlar.
Yerküre üzerinde biz, şu veya bu mekânda değil de küresel bir zamanda ikamet ediyoruz artık. Peki ama bu “ikamet” midir gerçekte? Hızla cevelan eden karışık kuruşuk bir hayattır enikonu yaşadığımız. Bize yeryüzünün sakinleri denebilir mi hala? Sakin miyiz gerçekten? Hem yeryüzünde mi sakiniz? Kaldı mı yeryüzü diye bir yer? İşin gerçeği yeryüzü ve dünya kavramları dönüşüme uğradı büyük ölçüde, yeni ulaşım ve hız teknolojileri ve genel olarak teknoloji yerin yüzünü kirletti, dünya aşina olduğumuz dünya olmaktan çıktı çoktan.
Dahası, yine Virilio’nun dediği gibi, zaman kirletildi, mekânsal kirliliğe nazaran pek fark edilmiyor bu. Atalarımızın zaman algısına sahip değiliz biz, nasıl ki onların mekân algısına sahip değilsek. Hızın girdabına kapılmışız. Küresel zaman adı altında, fotoğraf kareleri gibi peş peşe gelen anlık durumları yaşıyoruz. Hayatımız kareden kareye atlayarak geçiyor ve gidiyor. Dünya çoktan dönüştü, dönüşüp (aşina) anlamını kaybetti, hızın hâkim, bizim de hıza mahkûm olduğumuz bu çağda.
Kur’an (21/37) “aceleci” olarak tanımlıyor insanı. Acelecilik post/modern insanın vasfıdır bilhassa. Hadisler ahir zamanda “zamanın giderek kısalacağını” haber veriyor; biz, anlaşılan, tam da böyle bir zamanı idrak ediyoruz. Zamanın kısalması onun daralması demek, daralan zaman iç sıkıntısı veriyor bize, iç sıkıntısı ve aynı zamanda can sıkıntısı. Zaman daraldıkça kendimizi koyacak mekân da bulamıyoruz. Mekâna da sığamıyoruz bir türlü. Bu yüzden birbirimize daha fazla ve daha içten bir şekilde “merhaba” yani “mekânın geniş olsun” dememiz gerekiyor belki de.
Hız ya da hızlılık bizi oyalasa da teselli etmiyor ne yapsak. Hayatımızın hızlı seyri bizi sıkılmaktan çıkarmıyor hiç bir biçimde. Hızın kendi, dolayısıyla hayatın hızlı ritmi bizim için sıkıntı kaynağı haline geliyor. Hızdan başımız dönüyor dönmesine, gelgelelim sıkıntıdan patlayacak gibiyiz. Bu inovasyon çağında onca yeniliğin arasında gerçekten hayreti mucip bir şeye rastlayamıyoruz. Eskisinden sıkılıp onu bir kenara bırakıyor, yeni bir ürüne el atıyor ve kısa sürede onu da tüketiveriyoruz. “Daha var mı?” ya da “Başka yok mu?” diyoruz, tatminsiz bir iştihayla ve bir sonraki, bir sonraki ürünlere saldırıyoruz. Hayreti ve hayretle birlikte gelen duraksamayı kaybettiğimizden beri, sonu gelmeyen bir merakın itkisiyle mağaza mağaza dolaşıyor, reyondan reyona geçiyor, üründen ürüne atlıyor ve bu surette değişiklik arzumuzu olanca ataklığımızla tatmine çabalıyoruz. Sıkıntı üreten bir çağdayız. Geç kapitalizmin ürettiği onca teknolojik oyuncak elimizi uzatıp alabileceğimiz bir noktada bir bant şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiyor birbiri peşi sıra. Bir oyuncaktan diğerine atlamamıza rağmen iç ve can sıkıntılarımız kesilmiyor bir türlü.
Tuhaf bir çağdayız gerçekten. Öyle bir çağdaki her şey değişiyor değişmesine, hem de büyük bir hızla, gelgelelim her şey yine de aynı kalıyor. Dahası, sanki değişim “temelde yatan” (“değişmeyen”) aynı kalsın diye vaki oluyor! Bir başka ifadeyle, “temelde yatan” değişime rağmen değil, bilakis değişim sayesinde aynı kalıyor. Sanki (değişmeyen, değiştirilemeyen ve fakat değişmesi elzem olan) müesses nizam olduğu yerde kalsın, hatta daha da muhkem bir hal alsın diye, kısacası devran hep böyle sürüp gitsin diye bu hız, bu değişim ya da bu hızlı değişim var. Tuhaftır, değiştikçe (ve değişerek) aynı kalıyor her şey!
Dünya Sistemi değişimi pompalıyor pompalamasına, ne var ki kendi esaslarının tartışma konusu edilmesine ve hele bunlarda bir değişikliğe gidilmesine asla müsaade etmiyor. Değişim izin verildiği kadar ve izin verilen yönde ise makbul addediliyor. Evet, sureta farklılık, değişiklik ve başkalık getirse de, aslında bu hızlılık rejimi, bu değişim söylemi “temelde” yatan aynılığı, yeknesaklığı ve yekpareliği örten ve saklayan bir şal işlevi görüyor. Sistem, el çabukluğuyla çekip çeviriyor dünyayı ve bu esnada gözlerden maharetle ve çarçabuk saklıyor bazı değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen şeyleri.
Biz zamaneler yeryüzüne ilişmiş haldeyiz enikonu, ne yapsak orada sakin olamıyor, orayı mekân tutamıyoruz. Zamana hükmümüz geçmediği gibi, mekân da elimizden kayıp gidiyor mütemadiyen. Mekânı yeniden kazanmalıyız nasıl kazanacaksak, yeryüzünde meskûn, mukim ve mütemekkin olmanın anlamına yeniden kavuşmalıyız, ta ki ondan hareketle “çığırından çıkan” şu zamanda bir genleşmeye, bir yavaşlamaya, bir itidale yeniden kavuşabilelim.
Kant’ın, Bergson’un, Heidegger’in ve Virilio’nun diyeceği gibi zaman nesnel bir olgu olarak dışımızda bulunmaz, daha ziyade “bizde yatar.” İçsel ya da varoluşsal bir boyutu vardır zamanın ve bu boyut ölçülebilir ve hesaplanabilir olan “saatlerin zamanı”ndan ayrı olup onu önceler ve temellendirir. Zamanın küreselleşmesine ve teknolojikleşmesine, ölçülebilir ve niceleştirilebilir bir şeyden ibaret hale gelmesine zihnen dur diyebilmeliyiz bir şekilde; yani bunu en azından tahayyül edebilmeliyiz. Denemeliyiz bunu, böyle bir fikre havsalamızda yer açmalıyız en azından. Farklı zamanları ve zamanı farklı deneyimleme imkânını yoklamalıyız.
Farklı mekânların farklı zamanları vardı/r, “Bursa’da zaman” farklıdır söz gelimi. Ne var ki bu hızlı küreselleşme çağında zaman da mekân da tekbiçimlileşti, homojenleşti, düzleşti. Küreselleşme bizatihi Fark’ı buharlaştırıyor farkında mısınız? Bir Aynılık rejimine tıkılmış haldeyiz, bize dayatılan neyse onu nimet sayıp kabule razı hale sokuluyoruz mütemadiyen. Varoluşumuz dönüştü de bu dönüşüm zaman algımıza mı sirayet etti, yoksa zamanın kendinde sıkıntı var da bu durum varoluşumuza mı nüfuz etti, bilemiyoruz.
Küreselleşen zamana karşı gitmek, Akış’a karşı gitmektir haddizatında. Böyle bir fikriyatımız, böyle bir hissiyatımız var mı? Böyle bir şey, ilkin ve esasen, gönül mekânını (yine mekân!) tahkim ederek, keza kamusal zamanda massolmaya direnip kendine zaman ayırarak olur, olabilir. Küresel zaman kamusal zamana nüfuz etti ve onu tepeden tırnağa belirledi. İmdi küresel zamanın sirayet edemeyeceği kendine mahsus bir alan gönül dediğimiz mekândan ve ona mahsus zamandan hareketle oluşturulabilir oluşturulabilirse. Tez canlılıkla değil de teenniyle hareket edilerek, birlikte-düşleyip, birlikte-düşünerek oluşturulabilecek bir alandır bu. Daralma ve sıkışmaya karşı genleşme ve inşirahtır birlikte-aramamız gereken.
Bunun için kendini Akış’tan sakınmak ve geri çekmek gerek. (İcabında düşmeyi göze alarak) durmak, durup-düşünmek ve sabırla beklemesini bilmek gerek. Gönül mekânını, keza kendi zamanını yeniden inşa etmek gerek. Bu gürültü patırtı arasında kendileriyle baş başa kalmayı önemseyenlerin ve bunu başarabilenlerin, keza kamusal zamanın ortasında kendi zamanlarını yaşamayı bilenlerin cemaatine dâhil olmaya bakmak gerek. Böylelerinin cemaatidir esasta aradığımız. (Henüz?) olmayan bu cemaatin zaman-mekân algısı başka, bambaşka olacaktır.
Vel-hasıl, hızla dönen bir plağın her nasılsa üstüne yapışmış sinekler gibiyiz her birimiz. Dünyada mekan tutmuş değiliz, savrulmamak için onun üstünde tutunuyoruz yalnızca. Tünemişiz adeta dünyaya. Tünediğimiz bu yer hala dünya mıdır? Dünya eskitildi, kirletildi, giderek ortadan kaldırıldı. Bize yeni bir dünya gerek. Sükûnetle ve suhuletle ikamet edebileceğimiz, meskûn olabileceğimiz bir dünya. Yeni bir dünya, yeni bir zaman-mekân (algısı) demek. Sanki her şey dönüp dolaşıyor, Fark’ı düşleyip-düşünme kabiliyetimize ve niyetimize gelip dayanıyor. Görüyorsunuz olmayan cemaate çok iş düşüyor.