Yüksek bir ses çağırıyor mahalleden
"Bukalemun'dur çoğun ayna / görmek istediğini gösterir adama." diyor ya Aytekin Karaçoban, herkes kendi aynasına baksın ve görmek istediğini izlesin, affedersiniz, okusun lütfen.
Kuşlar hepimizin gördüğünden daha çok şey görürler. Mine Söğüt
Bak bir varmış bir yokmuş çok yakın zamanlarda, güzel fikirleri olan bir kız yaşarmış Arda Caddesi'nde. O kız İrem Ertuğrul olsun, güzel fikirlerini de Mahalledeki Hayalet kitabındaki on öyküde toplamış olsun. Kitabın adından kaynaklı değil de, öykülerin genelinin mahallede geçmesinden dolayı yazının ana teması mahallenin sesi olsun. Mahalle hayatını insanın sahneye çıktığı yer olarak düşünmek mümkün. Kitapta "Mahalledeki Hayalet" bunu görebildiğiniz öykülerden biri. Ali'nin annesinin gerçekten ölüp ölmediğini anlamaya çalışırken, öykünün sonunda "sevgiyi paylaşmak ölümü getirir mi?" sorusunu soruyorsunuz. Evet, bu soru bir mahalledeki evin içinde geçen duygusal atmosferin size sunduğu şey oluyor. Okurken bir yandan da düşünüyorsunuz. Çünkü ölüm olayının bedenen mi yoksa kalben mi olduğunu öykünün sonuna gelene kadar anlayamıyorsunuz.
Yazarın ele aldığı asıl meseleden çıkarılması gereken sonuç kapalı anlatımla sunuluyor çünkü. Bir gizem havası çekiyorsunuz içinize yani, ki yazar bu hamleyi birçok öyküsünde kullanıyor. Temelinde insanın yer aldığı mahallelerde sadece oradaki hayatın panoramasına şahit olmuyorsunuz. Mahalledeki bir eve misafirsiniz kimi zaman. Dolayısıyla kültürel ve toplumsal ilişkileri içinde barındıran mahallenin gerçek unsurlarından biri olan aile ocağına taşınıyorsunuz.
"Girl, You'll Be a Woman Soon" adlı öyküde misafiri olduğunuz ailenin kızıyla tanışıp, babasının ... tıp. Gerisi okunmalı. Ama şu belirtilebilir, öyküyü okurken kısa cümlelerle uzun olması gereken bir kurgunun, az ve öz kelimeyle, kısa ve net bir şekilde aktarılabildiğine şahit oluyorsunuz. Misafir olduğunuz yerde haliyle ilişkilerin oluşması, bunların ev dışına taşarak mahalleye yayılması, karşılıklı etkileşimler akabinde kişiler ve mahallede dönüşümün tecrübe edilmesi söz konusu.
Bir aradalığı getiren mahalle, haliyle insanların yapamadığını yapmış oluyor. İnsanın hatalarıyla yüzleştiği ve bunların üstesinden geldiği yer oluyor, kimi zaman. "Kurabiye Kokusu" adlı öyküde bu nüansları görmekle beraber, bir insanın kendisinden vazgeçmesi ve başka birine dönüşmesini anlatan satırlara taşınıyor gözleriniz. Yazar gizemli bir havayı yine öykünün içine sokuyor; bu kızcağızın ablasına ne oldu diye sorarken, ev hanımı olan birinin, mahallede kendisine bu tanım altında biçilen rolüne alışma serüvenine şahit oluyorsunuz. Uyum zıttını da getiriyor ya, işte ikisi arasındaki çekişmeyi hangisinin kazandığını da okuyorsunuz. Mahallede olup biten şeyler hadi yaptık olsun denildi diye yaşanmıyor. Mahallede bir insan iradesi söz konusu. Mahalle bir duruş olarak içinde iradi hareket ve bilinç barındırıyor ve kendini inşa ediyor. Haliyle mahalle üzerinden kendini hayata dahil eden insan barınmak, kendini şekillendirmek gibi temel ihtiyaçlarını da gideriyor.
Peki, mahalle içinde neler kurguya dahil edilebiliyor? Bu satırların ardından insanın içinden kitaptaki "Bu Öyküde Sanal Reklam Uygulanmaktadır" adlı öyküye bakmak geliyor. Gerçekten sanal reklam var öyküde ve bu hamle metalar üzerinden hayatın akışında yaşanan değişiklikleri göz önüne sermek yanında bunların getirilerini de anlatıyor, gibi. Kapitalist sistem tartışmalarına burada girmekten ziyade, yazarın olağan hayat içinde karşılaşılabilecek dönüşümler hakkında yürüttüğü fikirleri göz önüne almak daha kıymetli. Mahalleden siteye, dört tekerlekli arabadan uçan arabaya geçişte yaşanabilecek artı ve eksi yönlerin hepsi kaleme alınmış. Site normal bir site değil, uçabiliyor. Bu öyküde kendinizi gerçekten "uçan pastalar kadar hür" hissediyorsunuz. Ta ki kremanız sizi terk edip kanatlarınızı kaybedene kadar. Çünkü bir şeyin içinde çok şeyin bulunması vurgusu ile eldekinden de olma olasılığı tahkiye ediliyor.
Devrik ilerleyen değişim ve dönüşümlerin temelleri sağlam atılmazsa karşılaşılabilecek manzara karanlık bir harita gibidir ya, yazar işte bunu anlatmak istiyor. Mahallenin bir diğer belirgin özelliği bağlanma ve irtibat kurma mekanı, yalın bir yakınlığın ilk temellerinin atıldığı yer olması. Müstakil evler yanında apartmanlar da süreç içerisinde kendisine yer bulur buralarda. Hele de aile apartmanları varsa mahalle tamam olmuştur. Kimi zaman hakiki sıcaklığın, kimi zaman da kardeş kavgalarının eksik olmadığı yerlerdir bu apartmanlar. Bazen en çok rekabet, kıskançlık vb. bu apartmanlarda görülür. Sırdaşlık da apartmanın kıyısından köşesinden kendine yer buluverir. Kuzenle olur, yengeyle olur, bir şekilde sırdaşlık da yerini alıverir. "Ayla" adlı öyküde aile apartmanına taşınan ama akrabalardan olmayan Ayla ile aileden olan bir genç kızın sırdaşlığına şahit oluyorsunuz. Zamanla aile apartmanında enişte yüzünden çıkan bir kriz nedeniyle Ayla taşınıyor ve sırdaşlık ayrılıyor.
Ayla için, daha taşındığında o bilmeden apartmanın hanım sakinleri arasında yapılan aforoz töreni yerini buluyor. Mahalle işte söz olur, laf olur, göz çapkınlığı gibi bir şey illa yaşanır. Biri yerinden başka bir diyara transfer olur. Çünkü mahalledir burası katman katmandır. İçinde üst üste birçok şeyi bulundururken türlü türlü insan da barındırır. Bir insan başka bir insana kimi zaman musallat olur. Konuyla alakalı bir başka öykü de "Re-play". Buradaki karakterin hayatına apartmanın kapıcısına kadar herkes laf ediyor. Elalem ne der diye bir put var ya, işte bu öykü onu çok güzel anlatıyor. Bir yandan herkesin işine salça olmanın o kişiye ne kadar sıkıntı verdiği ele alınırken, bir yandan da memur zihniyetinin insan ilişkilerindeki etkisi ortaya konuyor. Hayat sadece 09-17'den mi ibaret sorusu bir kez daha içten içe soruluyor. İşte bu şekillerde mahalle bir hikâye sanatı olarak kendini iki kapak arasında gösteriyor. Hem bir hikâyeye sahip olan, hem de ahalisini bir hikâyeye dâhil eden bir mekân şeklinde kendini yaşatıyor.
Hikâyeyi oradan oraya taşıyan ise insan. Mahalleyi var eden, onu sürekli hale getiren insanlar arası ilişkiler de ayrıca önemli. İnsan figürünün mahalledeki etkisini görebildiğiniz "Ceset Karaborsacısı" öyküsü mahalledeki bir insanın ölümü; rengiyle, kokusuyla oradan oraya taşımasını anlatıyor. Mahalle halkının korkulu rüyası olan Cevriye Hanım kimin kapısını çalsa, yürek hoplamasına neden oluyor. Ayrıca mahallede yaşanan her kayıpla birlikte insanlara, korku içinde tekrar tekrar ölümün yüzüne kapıyı kapattırıyor. Bunların dışında yazarda sevebileceğiniz iki enerji noktası var. Bunlardan ilki yazarın dili, üslubu. Öykülerin dilinin öyle bir ritmi var ki; hani video izlerken x2 ayarında seyredersiniz de, ee ne oldu sorusunun cevabına çabuk ulaşmak istersiniz ya. İşte cevaba hemen ulaşmak için x2 modunda gözleriniz öykülerde akıveriyor. Çünkü içinizdeki hareketi, neşeyle sallanma isteğini ya da ayaklarınızla tuttuğunuz tempoyu daha canlı yaşayasınız geliyor.
Evet, buna benzer bir enerji veriyor öykülerin hepsi. Bu hızla uyumlu olarak yazar dili kullanırken çok mahir. İkinci nokta, yazarın diğer metinler ve onların kahramanlarıyla kurduğu interaktif ilişki belirtilebilir. Öykülerin içine serpiştirilmiş olan şarkılar, kitaplar, başka eserlerden karakterlerle metnin gövdesinin sağlam inşa edilmeye çalışıldığını görüyorsunuz. Metinler arasılık kendini sunuyor. Bu gövdeden çıkan dallarsa genel itibariyle yazarın kendi montesi. Mesela "Kül Kedisi" adlı öykü buna bir örnek. Öyküdeki Oğuz adlı karaktere kurdurulan ya da satır aralarında geçen başka cümleler vesilesiyle, Atay soyisimli yazarı hatırlıyorsunuz. Bu girişim başka öykülerde olmakla birlikte hissedilen bir şey. Yazılan şey ise bambaşka olabilir, tabii. "Bukalemun'dur çoğun ayna / görmek istediğini gösterir adama." diyor ya Aytekin Karaçoban, herkes kendi aynasına baksın ve görmek istediğini izlesin, affedersiniz, okusun lütfen.