Yolculuk bir hiçleştirme uğraşı

Çok geçmeden kasabanın damlarından ve göletlerinden bağırışlar yükselmeye başladı.
Çok geçmeden kasabanın damlarından ve göletlerinden bağırışlar yükselmeye başladı.

Havadaki ağırlık birçoğunu ürkütmüştü ve asıl cesaretin şimdi ortaya çıkması gerektiğini biliyorlardı. Onlara, yaklaşan karartının bir gölge olduğunu, beni kaçıracağını ve kasabaya sonu gelmez bir korku salacağını duraksamadan anlattım. Hissediyordum, bir çölkoşarı yutanı hızla üstümüze doğru geliyordu. Toprağın altından, yerin altını; bulutların üstünden, göğün üstünü yutarak...

Dünün, yarının ışığı.

Otun ölümlü göğü

Işığıyla gecesi meydanların.

Ölüm kırımım oldu.

Ölümlü kırı toprağın.

Küçük ölümün biri.

Federico García LORCA

Görev süremin bitmeye yaklaştığını sürekli rüyalarıma giren çölkoşarından anlamıştım.
Görev süremin bitmeye yaklaştığını sürekli rüyalarıma giren çölkoşarından anlamıştım.

Yıllar önce, her yaz yabancı şehirlerin kalabalığını içine sindiren o iki yakalı kasabanın küçük gözcülerinden biriydim. Nereden meydana geldiği bilinmeyen yaldızlı göletleriyle meşhur sokaklarının yeni gözcüleri, eskileri küçük törenlerle uğurlardı. Görev süremin bitmeye yaklaştığını sürekli rüyalarıma giren çölkoşarından anlamıştım. Her defasında peşindekileri kara bozkırın ortasına sürükleyip kızıla çalan bir hiçlikte yok ediyordu. Kendisi uçmayı doğduğunda boşvermiş ve hayatta kalabilmek için koşmayı tercih etmişti. Bu tercihin, özgürlük erdemini yaralayan tarihteki ilk başkaldırı olabileceğini düşünmüştüm ama onu son gördüğümde büyük bir gölgenin peşine takılıp hiçlikte yok ettiği varlıklar gibi izini veda sayılabilecek hiçbir işaret bırakmadan kaybettirmişti.

Kendimi annemin neşeli olduğu zamanlarda çıkardığı mavi kahve takımının kulpu kırık parçası gibi hissetmeye başlamıştım dahası bu rüyadan sonra. Gerçi annem o yaralı parçayı mahallenin aklı yitik L. ablasına benzetir, her seferinde içkin bir durum yaşardı. Aklıma çöken karartıyı da L. ablanın yalnızlığıyla birleştirmiştim belki de. Sürekli “Altı üstü bir gölge,” diyerek ikindi güneşinin uzun gölgeleriyle birkaç hafta geçirmiştim tek başıma. Bir büyü olduğunu düşünmeye başlamıştım istemeden. Seyircilere fısıldanan, mora daldıran ve makineleri bozan bu eski büyü, kasabanın en iyi gözcüsünü korkutup kaçıracaktı. Gecenin yorgun hayaletlerinin tan yerinde topraktan kaldırdıkları örtü gibi giderek sıyrılmak istemiştim bu korkudan. Cin kovan duaları da dilime sakız etmiştim sabah akşam. Diğer gözcüler tedirginliğimin farkına varıp her biri ağzımı yoklamış, onlardan saklı bir şeyim olup olmadığının peşine düşmüşlerdi. Aramızdaki istihbarat kasabanın su kanalları kadar hayati hatta kendi hayatlarımızdan bile daha önemliydi.

Gecenin yorgun hayaletlerinin tan yerinde topraktan kaldırdıkları örtü gibi giderek sıyrılmak istemiştim bu korkudan.
Gecenin yorgun hayaletlerinin tan yerinde topraktan kaldırdıkları örtü gibi giderek sıyrılmak istemiştim bu korkudan.

İçlerinden aramıza yeni katılan E.’yi ayrı severdim. Gözleri bakır rengi, teni bembeyaz, güçlü ve içten bir çocuktu. Gölgenin ağırlığından olsa gerek bir koruyucuya ihtiyaç duymuş ve bu görevi E.’ye biçivermiştim habersizce. Babasından gün aşırı dayak yediği için gittikçe bileniyor ve karşı koyacağı güne kadar hazırlık yapıyordu. Sonunda ona tüm vücudumu, sokakları, göletleri ve tüm kasabayı kimseye görünmeden sinsice saran korkuyu anlatmaya ve güçlü bir savunma hattı kurmamız gerektiğine karar verdim. Ancak diğer gözcülerden, görevimi ihmal edecek kadar çocukça bir korkuya sahip olduğumu düşüneceklerini bildiğimden korkuyordum.

Uykuya dalmadan, gece hayaletlerini üstümüze salmadan bütün eşyalarımı, giysilerimi ve arkadaşlarımı tek tek saydım.
Uykuya dalmadan, gece hayaletlerini üstümüze salmadan bütün eşyalarımı, giysilerimi ve arkadaşlarımı tek tek saydım.

E., gölgenin ne varlığına ne de yokluğuna inandı ancak beni her şeyden koruyacağına dair söz verdi. Çok daha küçükken büyükbabamın dev mezarı olduğunu düşündüğüm tıraşlı tepenin eteğinde, önüme E.’yi alarak günlerce çölkoşanını yutan acımasız gölgeyi bekledim. Güneş her seferinde kesin bir ayrılıkla tepe çizgisinden ayrılıp, uzun bir çekişmenin ardından zaferle sokakların sonuna battı. Uykuya dalmadan, gece hayaletlerini üstümüze salmadan bütün eşyalarımı, giysilerimi ve arkadaşlarımı tek tek saydım. Bu tarihi görevle geleceğin arasına çektiğim boz şerit, E.’yle boynumuzdan yukarı yükselen ana damarlara benziyordu. Yeni doğan bir bebeğe isminin söylendiği, gelinin duvağının açıldığı, birinci sınıfta kelimenin tamamlanıp okunduğu ya da bir annenin son nefesiyle tabiatın sonsuza dek solduğu ilk anlar kadar içsel ve gerçek bir sabırla bu şeridi koruduk.

Nihayet o gün, sabahın ilk ışığını göremediğim için şüphelenip kendimi dışarı attım. Gökyüzü sanki yerin altından ilham almışçasına tozlu ve kurtluydu. Hemen E.’yi buldum. Birlikte gözcüleri toparlayıp, gizlice kurduğumuz savunma hattına koştuk. Havadaki ağırlık birçoğunu ürkütmüştü ve asıl cesaretin şimdi ortaya çıkması gerektiğini biliyorlardı. Ancak bugüne kadar babalarının vurdukları aç kurtların dışında tehlikeli hiçbir olayla yüzleşmemişlerdi. Onlara, yaklaşan karartının bir gölge olduğunu, beni kaçıracağını ve kasabaya sonu gelmez bir korku salacağını duraksamadan anlattım. Düşündüğüm gibi, beni rüyalarından korkan bir çocuk gibi görüp onlardan gizli işlere kalkıştığım için gözcülüğü hak etmediğimi söylediler. En öfkelisi beni itip kakmaya kalktı hatta. O sırada E. suskunluğundan sıyrılıp beni arkasına aldı ve bir ayine başlarcasına kendini gözcü birliğinin komutanı ilan etti. Bu hengamenin arasında içimde ağırlaşan sıkıntı, dünyaya çarpan hafif aydınlığı da karartıyordu sanki. Hissediyordum, bir çölkoşarı yutanı hızla üstümüze doğru geliyordu. Toprağın altından, yerin altını; bulutların üstünden, göğün üstünü yutarak...

Çok geçmeden kasabanın damlarından ve göletlerinden bağırışlar yükselmeye başladı. Hep bir ağızdan çağrılıyorduk. İyice toza ve toz rengine çalan hava da çoğumuzu anne babalarımızın eteklerine ve paltolarına sürüklüyordu. Birliğin dağılması uzun sürmedi. Kasabayı gözleyen ve her tehlikeden korumayı amaçlayan gözcülerden yalnızca E. ve ben kaldık. Hepsi bizi de yanlarına almaya çalışarak korkuyla tepeden aşağıya salındılar. Ben kıpırdayamıyordum ve E. de beni bırakmaya niyetli değildi. Onu koruyucu olarak ilan ettiğim için hiç pişmanlık duymamıştım. Ta ki karanlık iyice çöküp, çektiğimiz şeridi yerle bir edene dek...

Benim için buradaydı.

E.

Ve gölge geldi.

Varlığı ve yokluğuna inanma sürecinde dahi içten içe E.’yi yiyip bitiren bu dev yaratık onu da alıp kasabaya sürükledi.

Koşarak tepeyi ve rengi sonsuza dek çalınmış kasabayı ardımda bıraktım. Uyandım.

Güneşte zafer yoktu ve başka-yabancı gözcülerle dolup taşan bir şehir apartmanındaydım.