Yazmak İçin Genç, Genç Olmak İçin Çok Öykü
Genç yaşta bir yazar olmanın iki handikabı olduğunu düşünüyorum: Birincisi, belki de hepimizin kaderi, ileride hatırlamak dahi istemeyeceğimiz eserler vermek. Elbette bu, yani geçen zaman içerisinde eski yazdıklarımızı beğenmemek, edebiyat merdiveninin basamaklarını dirayetle çıktığımızı da gösterir. İkinci handikap, çok iyi eserler vererek daha sonrasında kendimizi aşamamamız ve yazarlığımızın ölümüdür.
İsmini vermek istemediğim bir kitabın arka kapağında “genç öykücü” olarak nitelenen bir yazarın biyografisine baktığımda, kendisinin -şairin deyimiyle- “yolun yarısı”nı çoktan geçtiğini görmüştüm. Elbette o yaşta bir insan pek de yaşlı sayılmaz, değil mi; peki ama genç sayılabilir mi? O zaman kendime sormuştum: “Genç yazar” kategorisine girebilmek için kişinin yaşının mı küçük olması gerekiyor, yoksa yazarlık kariyerinde daha taze mi olması bekleniyor? Sanırım bu sorunun yanıtını geçen her gün nüfus cüzdanıma ve yazdıklarıma bakarak, en azından kendim için vereceğim bir ara.
Biz, meseleyi daha belirgin kılmak adına, “genç yaşta bir yazar” olarak doğum tarihini önceleyelim. Genç yaşta bir yazar olmanın iki handikabı olduğunu düşünüyorum: Birincisi, belki de hepimizin kaderi, ileride hatırlamak dahi istemeyeceğimiz eserler vermek. Elbette bu, yani geçen zaman içerisinde eski yazdıklarımızı beğenmemek, edebiyat merdiveninin basamaklarını dirayetle çıktığımızı da gösterir. İkinci handikap, çok iyi eserler vererek daha sonrasında kendimizi aşamamamız ve yazarlığımızın ölümüdür. Sanırım bu, en acı vereni olmalı. Örneğin ben, Onat Kutlar gibi 23 yaşında İshak’taki muhteşem öyküleri yazsaydım, bir daha kalemi elime almazdım!
Şimdi soralım: 20 yaşındaki bir insan, hele ki modern dünyanın ortasına doğmuş bir insan, yazmak için ne yaşamış ve heybesinde en fazla ne biriktirmiş olabilir ki? Yazar, ya yaşayarak doldurur heybesini ya da okuyarak. Ama modern ve kalabalık ve hızlı yaşamak zorunda kaldığımız bir hayat, heybemize pek fazla bir katkı sağlayamıyor bu çağda ve genç yaşta. Daha en başta, yıllarca okula gitmekten bile yaşamaya vakit kalmıyor ki! Onun için artık “genç yaşta bir yazar” olan hemen herkes -ki ben de dâhilim, sayılırım- okuyarak heybesini doldurmak zorunda kalıyor. Onun için de bizlerin metinlerinde bol bol parodi, pastiş, metinlerarasılık, oyunlar, kelime şakaları vs. görmek mümkün oluyor. Postmodernizm de olmasaydı ne yapardık!
Batıkan Köse, 1995 doğumlu ve gerçekten de “genç” bir kalem. İlk öykü kitabı Şahsi Düşler ve Onur Kırıcı Gerçekler’in çıkacağı haberini internet üzerinden gördüğümde ilk dikkat çekici şey bu olmuştu kendi açımdan. “Genç” bir “genç öykücü” görmek beni sevindirdi. Hemen kitabını edinip okudum. Şimdi de biraz kitaptan bahsedelim değil mi, bu kadar kuru laf yeter.
Yukarıda da belirttiğim üzere, her “genç” yazar gibi kendisinin de ilk çıkış noktası edebiyatın kendisi. Kitabın arka kapağında da alıntılanan kitabın açılış öyküsü “Öykü Dükkânı”, “durum”u olmadığı için kendisine “olay” öyküsü alabilen karakterimizin ağzından bir “durum” anlatısı. Tabii ki bu “durum” gerçeküstü bir durum! Kitaptaki başka öykülerde de edebiyat, yazarlık, yazamazlık vb. üzerine öyküler mevcut. Hatta birkaç öyküsüne birden göndermeli bir öyküsü dahi var. Ki bu öykünün ismi bile muradını anlatıyor okura: “Bir Öykü Nasıl Yazılır?” Heybe meselesi, söylemiştik.
Batıkan Köse’nin öykülerindeki diğer “genç” durum ise kelime şakaları ya da başka bir ifadeyle dil oyunları. Esrarını Ferhan Şensoy’dan alan bir kelime şakası sever olarak, Türkçenin bu zengin imkânlarını kullanmanın taraftarıyım. Fakat daha önce yine “genç” bir öykücü olan Gökhan Yılmaz’ın kolaycılığa kaçan kelime oyunu üslubunu (pek “genç” olmamasına rağmen Murat Yalçın da öykülerinde zaman zaman kaçar bu kolaycılığa) hatırlatan basitlikte oyunlar görmek de istemezdim. İlk akla gelen kelime şakasının ya da sesteş kelimeler üzerinden yapılan dil oyunlarının edebi bir değer taşımadığı ve hatta bunun okuyucunun zekâsına güvenmemek olduğu kanaatindeyim. En basit örnek olarak, “Camus” ile “kamu” şakasını Yılmaz Erdoğan dahi yıllar evvel yapmıştı. Ya da “Onur” ismindeki bir karakter ile “onur duymak” deyimi arasında bir bağ kurmak… Bu vesileyle, kendim de dâhil olmak üzere, kelime oyunlarını seven tüm yazar/okur arkadaşları bol bol sözlük karıştırmaya davet ediyorum. (Peki!)
Klişelerden bahsetmişken, klişeleri yerinde ve orijinal olarak kullanmak da elbette beceri ister. Batıkan Köse’nin “Hık” adlı öyküsü, yazarın bu becerisini bize sunuyor. Sulu olmadan komik, acıklı olmadan hüzünlü bir öykü olmayı başaran “Hık”, “hık demiş burnundan düşmüş” deyimi ile “gözden düşmek” deyiminin güzelce harmanlandığı, oldukça iyi kurgulanmış bir öykü. Demek ki klişeleri de yerinde ve orijinal olarak kullanmak asıl mühim olan. Klişeler de boşu boşuna klişe olmadılar ya canım!
Cemal Şakar, ilk kitabı henüz yayımlanmış olan bana bir sohbetimizde şöyle demişti: “Okur, ilk kitaplara pek sıcak bakmaz. Daha Borges, Kafka vs. okumak varken neden Doğukan’ı okuyayım ki, der.” Bunun üzerine ben de, “Ama ben Borges’i, Kafka’yı okudum da yazdım bunları; Borges ve Kafka beni okumadan yazdılar. Ben daha öndeyim!” demiştim, şakayla karışık. “Genç” bir yazarın ilk eseri, elbette çekinerek yaklaşacağımız bir yerde durur her zaman. Ama korkmamalı, günahıyla sevabıyla sevmeli ve okumalı tüm genç(?) yazarları. Adı Doğukan olmuş, Batıkan olmuş mühim değil!