Yazı sözün peşinden koşar
Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun "oyun", Tanpınar içinse pekala "zaman" olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?
Handan Acar Yıldız:
Öykümde ânın, dondurulmuş bir zaman diliminin illa ki odağa konulması bağlamında imge olarak uçuşan fotoğraflardan bahsedebilirim, sanırım. Dijital makineler bu kadar yaygınlaşmamışken, resmin kağıda basıldığı dönemlerde yıkanan fotoğrafların ipe asıldığıyla ilgili bir görüntü canlanıyor zihnimde. Kendi öykümde hissetmek istediklerimi şu imgeyle anlatmaya çalışayım: Duvarları beyaza boyanmış bir odada, bembeyaz duvarların arasına gerilmiş beyaz ipler, o iplere asılmış fotoğraflar. Neden bahçe değil de oda. Sanırım bu da zihnimdeki anlarla ilgili. Duvarların bembeyaz olmasını düşünmem, daha çok bunun böyle olmasını arzu etmemle ilişkili. Beyaz, boşluğa karşılık geliyor. Okurdan önce kendi ruh dünyamda arıyor olmalıyım boşluğu. Duvarlara baktıkça düşüyorum. Düştükçe üşüyorum. Düştüğüm yer de üşüdüğüm yer de bembeyaz olsun istiyorum. Duvarlara baktıkça ardındakini merak ediyorum. Oluş bununla sınırlı değil, idrakindeyim ama bağlıyım da o duvarlara. Dışarı çıkmak değil, onlara baka baka ardındakini görmek istiyorum.
İstiyorum ki ben baktıkça incelsin o duvarlar. Sonra ipler... İpler de beyaz. Ama iyice gerilmişler. Sanki koptu kopacaklar. Sanki kopsalar büyük bir gürültü duyulacak. İpler kopsa bir camın yere çarptığında çıkan sesi çıkaracaklar. Kopmanın sesi nasıldır? Gürültülüdür muhtemelen. Belki değildir, kopmanın sesini bir tek kopan işitiyordur. İpleri duvardan ayırabilmem, gerginlikleriyle ilgili. O kadar gerilmeseler belki onları duvarla hemhal zannederdim. İplerin duvarda nereye bağlı oldukları belirsiz. Bir çivi ya da çengel yok görünürde. Beyaz duvarlardaki boşluk gibi iplerin gerginliğini de kendimde arıyorum sanki. Kopacak gibi durup kopmayan ipler... Ve en son ipe tutturulmuş fotoğraflar... Ataçla tutturulmuş. Beyaz duvar ve beyaz ipin üzerinde öyle vurgulu öyle belirginler ki... O fotoğrafların ne zaman niçin ortaya çıktığı, bilincin işi. Bir tetikleyen olduğu ise yadsınamaz.
- O zaman tetikleyeni de kale almak lazım gelir. Evet, tetikleyen; tetikçi değil. Sözün tetikçiye neden ihtiyacı olsun ki. Olduğuna inanan varsa bu da onun büyük yanılgısı. O yanılgıdan sanata yol açılır mı, hiç sanmam... Hah, aslında tetikleyeni de tetikçi konumuna çekmemek lazım. Zamanı bir vücut olarak kabul etsek onun hücresi, yapı taşı an. Andan bahsederken akışın içinde taşıdığı tüm potansiyeli barındırmaktan bahsedebilir miyiz? Bahsedebiliriz. Yazarların sıkça başvurduğu Şimdi'nin, geçmiş kadar geleceği de zorunlu ihtiva ettiği doğru. Fotoğraf/resim, donmuş/dondurulmuş andır. Geçmiş ve geleceği içinde taşır. Bakılan/izlenendir. Ondaki akışı görmek ya da görmemek bakanla ilgilidir. An/fotoğraf, bakılanın değil bakanın akmasıdır. İsterim ki bir fotoğraf karesi geçmişe ve geleceğe olabildiğince güçlü bağlarla bağlansın.
Bu bağ oluştuğunda klasik anlamda ânı yaşamamış oluyoruz ancak ânın hakkını vermiş oluyoruz bence. İnsan dediğimiz nasıl gökyüzünden inmediyse, ataya sahipse; ânın da atası var. Gökyüzünden inmez. Ânın "ata"sı ile ilişkisini gördüğüm ya da gösterebildiğim oranda öyküye/anlatıya yaklaştığıma inanıyorum.
Anlatmaya yaklaşır mıyız ya da anlatmayı başarır mıyız? Anlatıyı gerçekten meydana getirebilir miyiz? Söz başlangıçtan beri vardır; yazı ise sonradan bulunmuştur. Biri keşif, öteki icattır. Yazı sözün peşinden koşar. Söz; varlığımızı kaplar, içimizde yaşar ve ontolojiktir. Söz hep yaşar. Onun simgeleşmesi/işaret etmesi resimdir. İşaret eden işaret edileni bütünüyle yansıtır mı, kanaatimce yansıtamaz. Yansıtamasa da yine potansiyeli içinde taşır. Ân; geçmiş, şimdi ve geleceği içinde taşıyan haliyle fotoğraf/resimdir. Peki, ânı yaşamak mı gerekir? Hem EVET hem de HAYIR.