Yanılgıya Yan Yatmış Balık
Boşluğa bakakalıyorum, kafamın içine bakar gibi. Boşluğa bakıyorum dediysem, suya, önce suya bakıyorum sonra içindekine, yan yatmış duruyor. İki kere yanılmış olamazdım, olabilirdim aslında ama bu sefer ihtimal vermiyordum buna. Suyun üstünde anlamsızca duruyordu. Yan yatmak bir balık için oldukça anlamsızdı zaten.
“Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata…”
İsmet Özel
Kırmıza tuşa basıyorum ve ekran kararıyor, gözlerimin önü kararıyor, birkaç saniye hiç bir şey göremiyorum. Aklım başımdan gitti. Gitti, düşünemiyorum. Günlerdir televizyon izliyorum ve sosyal medyayı mesken edindim. Bir kahvehane köşesine sinmiş gelene geçene bakan ama kimseye tek bir laf atmayan, kendi içine dönmüş, kendine sımsıkı dönüşmüş bir miskin gibiyim. Evdeyim, elimde bir cep telefonu ve arada gözlerimi kaldırıp baktığım duvara monteli büyük ekran televizyon, elimde telefon olduğunu hissettiğim an gözlerim büyük ekrandan yavaşça küçük ekrana kayıyor, tekrar tekrar telefonumun ekrana bakıyorum, her tivite dikkatlice bakıp, düşünmüyorum. Gelip geçenler umurumda değil. Bir kahvehane köşesindeyim. Miskinim.
Kafamı duvara yaslayıp düşünmüyorum, kafamı masaya bırakıp düşünmüyorum, kafamı ellerimin arasına alıp düşünmüyorum. Düşünmek ile düşünmemek arasındaki ince çizgiyi ölçüyorum. Ölçemiyorum çünkü ölçecek kadar bile düşünmüyorum, sanırım düşünme işlemini gerçekleştirebilecek süreyi kendime vermiyorum. Başım. Ne ateşler var başımda, ne alnımda biriken terler. Bir şey yok, hiç bir şey yok. Kasketimi çıkarıyorum, kasketin henüz yağ tutmaya başlamış kenarlarına bakıyorum. Sinirlerim geriliyor, gevşiyor, gülümsüyorum sonra tekrar geriliyorum. Elimi yüzüme atıyorum, yokluyorum. Yok, bir surat yok. Beni temsil eden bir surat yok, bir suratım yok. Sanırım beni temsil eden şeyi yalnızca suratım olduğu gibi bir sonuç çıkıyor buradan; bence yanlış.
Ben evden çıkarken, televizyonda Türkan Şoray oynuyor. Çıkarken bir sonuç çıkabilir karşıma evden, beni temsil eden şeyin sadece yüzüm olup olmamasıyla ilgili. Türkan Şoray’ın gözleri temsile girer. Ahh, yıllardır aynı filimler, yıllardır izlemiyorum. Şimdi neden durup izleyeyim ki diye düşünecek oluyorum. Belki bir gün… Evden çıkmalıyım artık, Türk filmlerini rafa kaldırıp ayakkabılarımı raftan alıyorum. Almadan önce hangi ayakkabıyı giymem gerektiğini düşünüyorum. Düşünüyorum dediysem çok değil. Canım sıkılıyor. Hemen bir tanesine uzanıp ayağıma geçiriyorum. Hııım, geçiriyorum demek. Ne alelacele, ne önemsememek öyle. Son derece de umarsızca. Son dedim, dikkat! bu bir sıfat.
Sayın okuyucu hikâyenin tam burasında size müthiş bir son anlatmak isterdim ama maalesef anlatacağım sonun hikâyeyle hiç bir alakası yok. Tüm bunları düşündüm kapıdan çıkmadan evvel. Düşündüm ama umurumda mı? Belliki değil. Ayakkabıyı ayağıma geçirdim. İçerden Meryem seslendi: Nereye gidiyorsun bey? Bilmem. Genel olarak nereye gittiğimi bilmem. Nereye gideceğini bilmeyenler ekseriyet şunu der: Bir temiz hava alıp gelicem. Dur biraz deyip, çöp poşetini elime tutuşturdu. Poşetin içine burnumu uzatıp ama temiz hava alacaktım, dedim kendi kendime. Kendi kendime dedim, kim duydu? Meryem çoktan arkasını dönüp, mutfağa, işinin başına dönmüştü. Arkanı döndüğünde hayatta her şey böyle oluveriyordu işte: alelade.
Poşetin içine kafanı soksan da fark etmiyor. Burada tüm duygular kötü kokuyor. İlginçtir, biraz önce yanından geçerken fark etmedim ama gördüm, balık akvaryumda yan yatmış. Gördüm fakat fark etmedim, idrak edemedim bu ne demek? Televizyon izlemekten kalma bir alışkanlık gibi, evden çıkarken, bir yanılgı değilse eğer yana yatmış fakat bu bir yanılgı da olabilir, bu bir yanılgı olabileceği gibi bir gerçek de olabilir. Her ikisi de olabilir. Her ikisi birden olamaz, ya yanılgıdır, ya değildir. Değildir demekten kastım: gerçektir. Her ikisi de olabilir demekle; iki sonuçtan herhangi biri olabilir demek istedim. Yanılgı olması beni delirtir, gerçek olmasıysa düşündürür çünkü bizatihi ölümlerdir düşündürür. Biraz önce de söylediğim gibi ikisi birlikte olamaz, sadece birinin olabilecek olması bir nebze daha iyi, yani; hafifletici sebep.
Az yürüdüm. Yoruldum. Neden çıktım ki evden? Günlerdir televizyon izliyorum haberler, spor haberleri, hava durumu sırasıyla; dizi, talk show ve gece kuşağı. Oysa hiç birinin bir anlamı yoktu şimdi. Televizyonda gördüğüm her şey sadece televizyon izlerken anlamlıymış gibi. Televizyon izlerken de değil, yani anlamlı değil. Güneşe bakıyorum, ekran gibi değil, sanki bana düşman. Güneş bu yüzden tepemde diyorum, çok televizyon izlediğimden. Çok televizyon izlediğim için kasketimin içinde başım bunalıyor, kasketimi elime alıyorum, elimi yağlı saçlarımda gezdiriyorum. Çok televizyon izlediğim için saçlarım yağlı. Yağlı saçlara bayılıyorum, hayır hayır; bu tabire. Bu tabirle yoluma devam ediyorum.
Yolda kimseye denk gelmiyorum, yolda hiç kimseye denk gelmemeye bayılıyorum. Ah temiz hava. Denk geliyorum bir an. “Denk” diye bir ses ya da buna benzer bir şeyle aklıma geliyor temiz hava. Ben temiz hava almaya çıktım diyorum kendime ve sırıtıyorum, ayaklarıma bakarak sırıtıyorum, yürürken ayakkabılarım diyorum sonra: güzeller. Şık yani, kıyafet, fiyaka falan, anlıyorsun sen bu işten diyorum. Sonra lan salak diyorum, kendime gülüyorum, yani tüm bunları kendi kendine ifade etmemin de bir anlamı yok gibi, diyorum. Tüm bunların çok televizyon izlememle bir alakası olmalı mı, diye düşünüyorum. Hiçbir ilgi alaka kuramıyorum. Azıcık yürüyüp, soluğu tanıdık bir kitapçı dükkânında alıyorum.
Aynı anda ahh hep kitap hep kitap, diyor içimden kalabalık bir ses. Okuyucu? Neyse İbrahim’e tanıdık diyorum. Kendime bir iskemle bulup dur diyorum, İbrahim! Azıcık soluklanayım. Sana neler anlatıcam. Ona hiçbir şey anlatmayacağım ama bir şeyler anlatabilirim gibime geliyor. Bunu deneyeceğim. Şimdi size azıcık bu kitapevinden bahsedeyim, bu dükkâna ne zaman gelsem gözüm hep yerini ezberlediğim kitaplara kayıyor. Sağım dünya klasikleri ama radarıma girenler hep aynı, yani daha önce de gördüklerim. Çok televizyon izliyorum. Gözüm yine Budala’yı görüyor sonra Acımak, İki Şehrin Hikâyesi, Tolstoy’un Diriliş’i falan. Bunları zaten biliyorum, diyorum. Yeni bir kitaba bakmak istiyorum orada o an, yeni bir şey görmek.
Kendimi buna inandırmaya çalışıyorum, çalışıyorum da olmuyor. Yeni bir şeyi görmek için hazır değilim sanki, televizyon izler gibi tepkisiz. Haberler, spor haberleri, hava durumu, dizi, talk show ve gece kuşağı. Karşımdaki rafa bakıyorum, hiç ismini bilmediğim bazı yazarları görüyorum nihayet, sanırım burada kendimi biraz zorluyorum. Bazı kitapların ismi aşina geliyor, bir kısım yazarların ismini bilmiyorsam da sağdan soldan duymuşluğum olmalı, tanıdık geliyor, tüm bunlar benim kendimi zorluyor olmamın sonucu da olabilir. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Bunlar isimleriyle, evet daha çok isimleriyle popüler olmuş ya da dikkat çekmiş kitaplar, için de aşk geçen kitap isimleri çarpıyor gözüme, sonra ekseriyet muhafazakârların tercih ettiği yazarların kitapları. Muhafazakâr? Neyse.
Yeni kuşak İslamcı yazarların, Gezi’ye dikkat çekenlerin, yalnızlık çekenlerin ama en çok yalnızlık çekenlerin, sonra en içlisinden temiz bir yabancılaşma çekenlerin kitapları da çarpıyor gözüme. Toplumsal normlara ve ahlâk kurallarına içsel tepkiler geliştirenlerin, kendini gerçekleştirmek adına seni, beni hayıııır bizi, hepimizi sinek gibi görenlerin, aidiyetlerini nedir bilmeyenlerin, yani 80’lerin tutunamayanına ya da Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ına methiyeler dizecek olanların köşesi. Garip bir tanımlama oldu, açıkçası tanımlama da değil ya hani, bu köşe ben de garip şeyler uyandırıyor. İçim gıdıklanıyor falan niyeyse? Ah canlarım, yabancılaşma olayına çok yabancıyım. Neyse İbrahim araya girmeden, solumda Türk edebiyatı köşesi var. Ne kadar çağdaş bilmiyorum doğrusu?
Daha geçen gün bir eleştirmen, çıktığı televizyon kanalında burnunu kırıştırarak; divan edebiyatı eskide kaldı, bunları geride bırakıp günümüz edebiyatı için neler üretebiliriz bunu düşünmeliyiz, diyordu. Ben de burnumu kırıştırarak, biraz eleştirel (burnumu eleştirel kırıştırabiliyorum, tıpkı kendini gerçekleştirmeye çok yaklaşmış kofti bir elit gibi) Çağdaş Türk edebiyatının vitrin yüzüne baktım; Nazım sonra Turgut, Turgut büyük adam dedim sonra burnumu kırıştırarak. Niye bilmiyorum belki Büyük saat, büyük adam falan kalında bir kitap hani. Cahillik beş para… Hepsi saçma, neden? Çünkü hepsi aklımdan geçen, sadece geçen... Bir hal çaresi yok. Ben küçük bir adamım, kolumu havada sallayıp gömlek kolum aşağı düşünce küçük bir saat gözüküyor, saatime bakıyorum. Küçülüyorum taburede. Başımı avuçlarımın arasına alıyorum.
Biraz da öyle bakıyorum hani. Neyse kitaplara bakacak bir durum da kalmadı. Biraz önce neler düşündüm öyle diyorum, ne düşünüyorsam da anında unutuyorum. Bu bir nevi düşündüklerimi reddetme gibi, kendime gizil karşı koyma. Kendime gizil karşı koyabilecek kadar kabiliyetim olduğu için seviniyorum. Unutuyorum. Sevinçlerimi unutuyorum, ne söylediğimi unutuyorum, kitapları, kitaplar hakkında neler düşündüğümü falan. Sonra o son dakika haberlerini falan da, onları da unutuyorum. Memlekette ne kadar fazla önemli olay cereyan ediyor hepsini unutuyorum. Müslümanlar öldürülüyor, unutuyorum. Başbakan nikahta şahitlik yapıyor, komiklikler espriler falan, trafik lambaları bozuluyor, zincirleme kazalar yaşanıyor, Balkanlardan bu kez sıcak hava dalgası geliyor, Fernandes Beşiktaş’tan ayrılıyor mu kalıyor mu? Ulan kornerleri kim kullanacak, diyorum. Sonra unutuyorum.
Kollarım ağrıyor. Bir kitabı beş dakikadan fazla elimde tutamıyorum. Masaya kofti bir yazarın kitabını bırakıp, İbrahim’in gözlerinin içine bakıyorum. Lan senin ne güzel gözlerin varmış? Şerefsiz! Tabi ki şerefsiz demiyorum. Aynı benim gibi aval aval bakıyor. Ne bu hal, diyor. Ne var, diyorum. Temiz hava almaya çıktım. Senin dükkân neden hiç değişmiyor? Ne istiyorsun abi, diyor. Dışarı bir masa at. Sıkılmıyor musun bu kodeste, diyorum. Kodes deyince bir duruyor. Kodes dediysem… dedim işte. Bak diyor. Senin canın iyice sıkılmış. Gülüyor. Nerelerdesin sen? Yoksun ne zamandır. Ondan mı bu tavırlar? Ne alakası var ulan. Evde iş var, güç var. Yazıyorum, okuyorum, çalışıyorum. Zınnık tembellik yok. Zınnık ne ise? Böyle kelimeler kullanıyorum, kullanıyorum da ne oluyor. Adam bana inanıyor mu sanki? Yok yok, diyor. Sen de bir hal var.
İbrahim’le uzunca münakaşa etmeyeceğim, diyorum bir daha tövbe. Ulan başım! Neler konuştuk biz öyle, üstelik hiç de gerek yokken. Münakaşa, şaka, ironi falan. Hiç birini hatırlamıyorum ama biliyorum, üstünkörü biliyorum, neler olduğunu biliyorum ama neler konuştuğumuzu anlatamıyorum. İbrahim’e sana ne benim ne halt yediğimden gibi laflar edip çıkmıştım en son dükkândan. Ulan ben mi çok abarttım acaba diyorum, bari çocuğa ayıp olmasa, yanına gidebilecek miyim bir daha? Yok daha neler? Ne söylediğini hatırlamıyorsun daha doğru düzgün. Arkandan gülüyordu da üstelik. Bu çocuk tam dayaklık.
Yolda bizim yoğurtçuyu görüyorum, bugün dükkânı hiç açmadım, diyor. Niye diye sormuyorum bile, sonra çocukları okutma derdi falan diyor. Ulan zaten kim kendisi için çalışıyor ki diyorum, sonra hiç düşünmeden sen de haklısın tabi bu zamanda zor diyorum, yoğurt alamadığım için üzülüyorum (sahiden?) eğitime sıfır destek, zaten satmıyor. Yani satıyor aslında ben ona boşuna yoğurtçu demiyorum ama şuan mesai yapmıyor. Mesai güzel kelime. Bizim ev göründü. Aman ne eski.
Eve gelince Meryem “Ee bey hani nerde yoğurtla ekmek?” diyor. Sen bir şeyler mi istedin? Evden çıkarken istedim ya aklın nerde senin? Zoraki tebessüm ediyorum, zoraki ediyorum çünkü korkuyorum. İnanmıyorum. Şaka gibi. Aklım nerde benim? Hiç böyle bir şey düşünmedim, bir şey istediğini hatırlamıyorum ben. Sen sadece çöpü verdin. Ben ayakkabılarımı giyinirken önce seslendin, sonra da elinde poşetle gelip elime tutuşturdun. Haksız mıyım? Yoğurt al, dedim. Yoğurt mu? Ha şey o, o çalışmıyor bugün. Marketten alsaydın sen de. Evet haklısın ama almadım. Gözlerimin içine ters ters bakıp gitti. Ama ben hatırlamıyorum, tam Türk filmlerini rafa kaldırmışken, ayakkabıları raftan alırken, Türkan Şoray’ın gözleri temsile girerken... Sonra yoğurtçuyu boşa mı gördüm ben? Ya hu yoğurtçuyu gördün yine mi aklına gelmedi be adam!
Bunu Meryem söyleseydi çok içerlerdim, yani içerlemezdim de Meryem bunu söylese kendimi aptal gibi hissederdim. O söylemedi fakat ben yine de aptal gibi hissediyorum, o söyleseydi de hissedecektim, belki ona kızacaktım da, gerçi söylememesi daha mı iyi? Sana daha ne diyeyim ben, der gibiydi. Biliyordum bu mevzuyu bir daha hiç açmayacaktı, kibirli bir affetme olarak kayda geçecekti bu olanlar ama neden bana dank etmedi, ulan yoğurtçuyu görünce niye hiçbir şey dank etmedi? Evden çıkarken Meryem yoğurt istiyor, sen yolda yoğurtçuyu görüyorsun, aklına nasıl gelmiyor? Nasıl olduğuyla ilgili hiçbir fikir yürütemiyorum. Allah’ım sen… Meryem beni dövse haklı, ellerini öperim. Ah keşke. Meryem hiçbir şey söylemiyor. Ben olsam kendimi döverim. Sanırım bunu biraz önce de söyledim. Ben olsam…
Ben, ben olsam işte, ben, ben olamıyorum ki hiç. Planladıklarımdan uzakta yaşıyorum hep. Ne diyordu bir şair ama bir kadın, ama dedimse burun kırıştırmak için değil, çok burun kırıştırdığımı söylemiştim. Ama bir kadın, ama, çünkü, falan kadın şairler azınlıktadır ve bu bizi şaşırtır. Çok mu uzaklaşıyorum? Ben hep planladıklarımdan uzakta yaşıyordum ve şair Ayşe Sevim diyordu ki: “kendimle olmak istediğim kadın arasında milyonlarca kaza vardı” fakat ben milyonlarca kaza yerine tek bir kazadan bahsetmek isterim size. Yaşama arzumu kaybettiğim güne. Aslında bu günü anlatamam size, hafızam iyi değil, anlatırken bir şeyler atlar ve kendimi haksız çıkabilirim.
Bu mesele aslında şiirle doğrudan bağlantılı da değil, yani benim yaşadığım tek bir kaza, şiirde geçtiği gibi milyonlarca kaza değil, milyonlarca aksaklık var hayatımda. Tek bir kaza ve milyonlarca aksaklık var demeliyim. Demem o ki bütün aksaklıklarımın sebebi tek bir kaza, bütün aksaklıklar bu kazadan sebep, bunu biraz önce de söylemiştim. Birçok farklı kazam yok, bir kaza ve onun kazanımları. Bunu da. Şiirin ismi gibi “topal.” Bu kaza sonucu sanki ruhumun bir kanadı kısa kalmış diye düşünebilirsiniz eğer ruhların kanatları olduğuna inanıyorsanız. Ruhta bir eksiklik olduğuna inanmam derseniz ki Abdullah abi öyle derdi, bunu vaktiyle kaybettiğim irademdeki eksikliğe veririm, ki bu bir aksamaya sebep olmakta.
Sebeplerini ve işleyişini bilmediğim bir aksaklığa. Abdullah abi kim diye sorma! Mesele çok karışıksa çözmek isterim, peki öyleyse o kadar izaha hiç girmeyeyim. Şu kadar söylemeliyim; televizyon izlerken aksamadığımı. Son olarak, fakat yine; ben bir aksaklık kazandım ve bu beni aksatıyor, bence şair de buna benzer bir şeyler söylüyor. Ben olsam şairliği simitçiliğe değişirdim. Bir tabure üstünde simit satarak Beşiktaş’ı konuşurdum. Gözümün önüne Fernandes’in kavisli kornerlerinden biri geliyor, kimse topa vuramıyor. Bundan sonra kornerleri kim kullanacak? Neyse. Neyse ne!
Meryem hiç bir şey söylemeden mutfağa gittikten sonra koltuğa uzanıyorum, uzanıyorum dediysem bacaklarımı uzatıyorum. Kumandanın kırmızı tuşuna basıyorum, çark başlıyor dönmeye. İlk yirmi kanalı gezdikten sonra, çıktığım kanalları geri iniyorum. Haberler başlamış mış spiker bana bakarak bir şeyler anlatıyor muş. Fernandes gidiyormuymuş. Çok bir şey kaçırmamışım diyorum. Neler izlediğimi hatırlıyorum bir an. Evet bunların hepsini izledim. Meryem biraz sonra topallayarak geliyor, topal bir kadınla evli olduğumu hatırlıyorum, elinde soyulmaya hazır bir tabak meyve, kadınlar bunu yapar. Televizyonda bir şeyler var. Meryem toparlamak istiyor tüm aksaklıkları, her kadın gibi, dalgınlığımı soruyor, bu günlerde diyor.
Bu günlerdenin ne anlam ifade ettiğini anlamıyorum. Üzerimde bir şeylerin yığılması veyahut birikmesi sonucu üstüme çöken bir şeyin yani üstüme başıma çöken şeylerin arttığını, içimdeyse bir şeyler azaldığının farkındaydım ama bunu anlatamıyordum. Meryem ise bunu biliyordu ama bir anlam veremiyordu, soruyordu çünkü anlam vermek istiyordu. Sonuç, bizi bilmek ile anlam vermenin aynı şeyler olmadığına götürüyor ki bence konuyla hiçbir alakası yok. Meryem tüm bunları nasıl yeneceğimin üzerine düşünmüş müdür? Sanmıyorum, bu garip ve içinden çıkılmaz durumun sahibi ben beklemekten başka bir şey yapmazken çünkü ben bu durumu “içinden çıkılmaz” diye ifade ediyordum, gördünüz, bunu ondan beklemek haksızlık olacaktı.
Meyveler bitince soruyorum. Meryem sen evden çıkarken bir şey istediğine emin misin? Yani ben düşündüm de bu senin sadece aklından geçen bir şey olabilir, hani dillendirmediğin. Alınganlık gösterme, bunu ben de çok yaşıyorum, düşündüklerimi yaşamış sanmak benim daha sık düştüğüm bir hata. Bana biraz kırılmış gibi bakıyor. Bakıyor. Sonra gülüyor, elindeki son dilimi de ağzına atıp, çöpleri dökmeni istedim, başka da bir şey istemedim ki diyor. “Ki” diyor Meryem “Başka da bir şey istemedim ki.” Boşluğa bakakalıyorum, kafamın içine bakar gibi. Söyleyeceklerinin bir devamı var gibi ama yok, söylemiyor. Boşluğa bakıyorum dediysem, suya, önce suya bakıyorum sonra içindekine, yan yatmış duruyor. İki kere yanılmış olamazdım, olabilirdim aslında ama bu sefer ihtimal vermiyordum buna. Suyun üstünde anlamsızca duruyordu. Yan yatmak bir balık için oldukça anlamsızdı zaten.
Bir hareket göstermiyordu bu normaldi, normal olmayan yan duruyor olmasıydı. Yanına gittim, ona yaklaştım demek istiyorum. Baktım, televizyon izler gibi bir şeyler olmasını bekledim, sonra dayanamadım, beklemek anlamsız geldi, neyi neden bekliyordum bir cevabı yoktu, cevabı olmadığını anlar gibi başım bir tık ileri geri sallanınca odama yöneldim. Yüz üstü oluyordum böyle anlarda. Başım istemsizce bir tık ileri geri sallanınca, fay hattından ses geliyormuş gibi bir ses duyuyor arkasından bir kıpırtı yaşıyordum. Depresif bir hal. Modern insanlar gibi sık sık kendime küsüyordum. Aptallıklarıma falan çok darılıyor ve her seferinde kendimle barışmakta çok zorlanıyordum. Aptallıklar falan diyordum, kendi kendime. Zorlandığım için televizyondan gözlerimi alamıyordum çünkü onda beni kendimle barışmaya zorlayacak hiçbir şey yoktu. Gözlerimi kapatıyordum, Türkan Şoray gözlerini açıyordu. Fernandes altı pasa doğru kavisli bir orta yapıyordu.
Odaya gelirken bir şey fark etmiş olduğumu düşünüp geri döndüm, bunun üzerine düşünmeliydim dedim günlerdir düşünmeyen kendime, akvaryuma üçüncü kez baktım, balık yan yatıyordu. İki kere yanılmış olabilirdim ama üç kere yanılmış olamazdım, olabilirdim aslında ama bu sefer ihtimal vermiyordum buna. Suyun üstünde anlamsızca duruyordu. Bunu söylemiştim. Bir anlamı vardı belki ama şu an düşünmekte vazgeçmiştim, istemiyordum. Düşünmek istemiyordum, bunu kendime sık sık söyledim, yaptım da bir an hiç düşünmedim, hiç düşünmedim, düşünmeden koşmaya başladım, tabiri caizse bir aşağıya bir yukarıya, deli dana gibi derlerdi bizim orada. Koştum, koşarken bir şeyleri düşünüyor gibi oldum, korktum, düşünmediğimi düşünürken düşündüğümü düşündüm, aklımdakiler kör düğüm olmuştu, koşuyordum, arada düşecek gibi oluyordum, düşünceler kör düğüm olduğu için değil, halı ayağımın altından kaydığı için.
Meryem eminim bir köşede durmuş beni izliyordu, hızla önünden geçiyor onu görmüyordum, Meryem demek ki bunu bekliyordu. Çoraplarım kapı eşiklerindeki manevralarıma sebep ayağımda ters dönmüşlerdi, gözlerimi çoraplarımdan alamadan bunu düşünerek birkaç saniye daha koştum, düşündüğümü düşündüm, televizyona koştum, koşamadım, koşmayı kestim. Birkaç saniye bakıştık ama o nerden bilsin bu bakışmanın bir anlamı olduğunu, nasıl aklına gelsin bu son, bu bir son. Koşar adım yapıştım kablolara, monte olduğu yerden sökerken biraz zorlandım. Monte ettiğim güne küfür gibiydi tüm bunlar. Bir klişeye uyuyordum, resmen yapıyordum bunu, evet, evin balkonundan istenmeyen bir eşyayı atacaktım. Onu artık istemiyordum. Meryem sakinliğini kaybeder gibi oldu, kıpraştı ama adım atmadı, biraz daha güvenmek istedi, eminim hep güvenmek istedi.
Yerinden kopardığım şeyle (o artık herhangi bir şeydi) balkona giderken yüzümü gördüm siyah ekranda, görmezden geldim. Bu gün de bize ayrılan sürenin sonuna geldik dedim içimden. Ben hep içimden… Kokuşurdum. Evet içimden konuşur ve hep kokuşurdum. Bunu yaparken derin bir of çektim. Hızla yol aldım, balkon demirliklerine gelince sadece ileri doğru ittim ellerimdekini. Arkasından bakmak için başımı aşağı sarkıttım, karnımı tam orta yerinden demirliklere bastırdım, bütün ağırlığımla karnımdan asılıydım demirliklere, ellerimi güçten düşmüş gibi aşağı bıraktım, demirlikler gövdemi karnımdan yakalıyordu fakat ellerimi tutamıyordu, ortadan ikiye katlanmış bir kağıt gibi buldum kendimi, burnum diz kapaklarıma değiyordu. Yerküreyle buluştuğu anı en yakından izlemeliydim, çarpışma. Artık ayakları yere basmalıydı. Hınzırca gülüyordum.
Beni rahatlatan şeyi bulmuş gibi mutluydum, gülümsüyor, tadını çıkarıyordum, tüm bunları yaşadım. Ben tüm bunları yaşarken belki bir Meryem yoktu, elime çöp poşeti tutuşturan, evden çıkarken bir şeyler isteyen, olsun. Elma soyup önüme getiren, o da olsun. Biraz önce beni sakin tavırlarıyla izleyen, hayır, hayır o vardı. O vardı ama ben balkonda böylece Meryem’i bekliyordum. Gelsin, gelsin ve beni asılı olduğum demirliklerden toparlasın, açılması için kırışıklıklarımın; silkelesin. Meryem gelmedi.
— Meryem! Neden gelmedin?
— Hâlâ geliyorum, topallar gecikir.