Yalan, Dolan ve Sanat
Sanat; yalan da olsa, ihtimal, onda hakikat kokusu vardır. Sanat bütün aurasını bu kokuya borçludur. Bu koku cezbeder bizi. Bizi öteye doğru çeker. Kokunun geldiği yer sanat eseri olabilir, ama kaynağı orası değildir. Sanat eseri dediğimiz kokular sürünmüş bir kimse gibidir, öyle ki o kokuyu (ıtır) aldığımızda biz attarı hatırlıyor, onu arıyor olabiliriz.
Pablo Picasso (ö. 1973) sıra dışı bir sanatkâr. Sıra dışı bir sanatı var. Sanata dair değerlendirmeleri de öyle. Bakınız 1935’te kendisiyle yapılan bir söyleşide ne diyor:
“Ben kötümser değilim, sanattan nefret ettiğim yok, ne de olsa bütün zamanımı sanata vakfetmeden yaşayamam. Sanat, hayatımın tek amacı, bu nedenle onu sevmezlik edemem. Sanatla ilgili yaptığım her şey, bana müthiş zevk veriyor.” Böyle diyor Picasso ve bu girizgâhtan sonra asıl diyeceğini deyiveriyor: “Yine de neden bütün dünyanın sanat içinde eritilmesi, her şeye sanatın damgasının vurulması gerektiğini, bu surette aptallığın önünün açılmasını anlayamıyorum. Müzeler yalandan ibaret, sanatı kendine iş edinenlerin çoğu da sahtekâr…”
Sanatı yüceltmesini, övmesini, göklere çıkarmasını bekliyorsunuz haliyle sanatkârdan. Değil mi ki hayatını “sanata vakfetmiş”, değil mi ki hayatının “tek amacı” sanat, değil mi ki sanat ona “müthiş bir zevk veriyor.” Bilakis. Picasso sanata sınırlar çizme, giderek de sanatın sınırlılığını belirtme derdinde. Nitekim “bütün dünyanın sanatın içinde eritilmesi” ve bu surette “her şeye sanatın damgasının vurulması” gibi bir “aptallığa” karşı çıkıyor o. Herhâlde abartıldığını, gereğinden fazla ulvileştirildiğini, nahak biçimde yere göğe sığdırılamadığını düşünüyor sanatın.
Ne denli üst/ün bir çabayı işaret ediyor olursa olsun, sanatın da demek ki bir haddi hududu var. Bunu “içeriden” öğreniyoruz en iyi. Ama Picasso burada durmuyor. Sanatkâr, başka bir ifadesinde, sanatı hakikate eşitleme ya da hakikatle bitiştirme kolaycılığından imtina etmekle kalmıyor, bunlar arasına kalın bir sınır da çekiyor: Buna göre “Sanat hakikat değil de yalandır” ama “hakikati keşfetmemizi sağlayan bir yalan.” Sanatkâr tarafından sanata çizilen had hudut burada yatıyor belki de. Evet, son tahlilde “yalan”dır beşerin bu iştigali. Yalan, yanılsama ya da sahtelik… Ama hemen ilave etmelidir ki sanatla iştigalimiz faydasız ya da anlamsız değildir yine de. Değildir, zira sanat dediğimiz bu “yalan” yoluyla biz “hakikati keşfetme” ya da idrak etme imkânına kavuşuyoruz. Dolayısıyla Picasso’nun sanatta bulduğu “yalan” karakteri, bir Platon’un (ö. MÖ 348) sanatı “yanılsamanın yanılsaması” olarak toptan mahkûm edişiyle aynı kapıya çıkmıyor hiçbir şekilde. Zira Platon sanatın hakikatten katbekat uzaklığını vurgulama amacını güderken, Picasso sanata içkin “yalan”da hakikat namına bulunabilecek olumluluğa dikkatimizi çekmekte gecikmiyor: Sanat dediğimiz işbu yalan, yalan olmakla birlikte, bizi kendi olmayana sevk edebilir yani bizi hakikate kılavuzlayabilir.
Peki ama nasıl olabiliyor bu? Hakikatin keşfi nasıl olup da sanattan, şu durumda yalandan geçiyor? Hayatımız boşluklarla doludur gerçekte. Hakikat tarafından bırakılan boşluklardır bunlar. Boşluklar hakikat yokluğuna tekabül ediyor, sanatsa onlara dair bilinçliliğe. Boşluklarla dolu hayat kısa ve fanidir. Sanat işbu boşlukları dolduruyor (muş gibi yapıyor). Bize geçici de olsa, iğreti ve sahte de olsa bir doluluk, dolayısıyla da hakikatlilik hissi yaşatıyor. Sanat dolayısıyla biz hakikatten bir esinti alır gibi oluyoruz. Tasannu sanatın yalanıdır ki ona içkindir. Sanata içkin “–mış gibi” bizde boşluğa dair bir farkındalık peyda ediyor, evet. Bu farkındalık giderek bizde bir doluluk talebi yani hakikate bir yönelim yaratıyor.
İmdi sanatta kalmayan ve sanattan başını kaldıran kişi yüzünü hakikate çevirir, çevirebilir. Bir sahtelik eğer kişi kendini onunla oyalanmaya bırakmadıysa, onda takılı, onda tutulu kalmadıysa, işbu kişiyi kendinin öte/ki/sine gönderir, gönderebilir. Sanatla ve sanatta ortaya çıkan her ne ise hakikati çağrıştırır, çağrıştırabilir ve bu surette sanat bizde hakikate dair bir intiba/h meydana getirir, getirebilir.
Şunu söylüyoruz: Sanat; yalan da olsa, ihtimal, onda hakikat kokusu vardır. Sanat bütün aurasını bu kokuya borçludur. Bu koku cezbeder bizi. Bizi öteye doğru çeker. Kokunun geldiği yer sanat eseri olabilir, ama kaynağı orası değildir. Sanat eseri dediğimiz kokular sürünmüş bir kimse gibidir, öyle ki o kokuyu (ıtır) aldığımızda biz attarı hatırlıyor, onu arıyor olabiliriz. Şunu demek istiyoruz ki burnumuz sanat eseri vesilesiyle bir koku aldığında, dikkatimiz onun kaynağına yönelir, yönelebilir. Bu surette sanatla iştigal bir de bakmışız hakikat araştırmasına dönüşüvermiştir.
Bununla birlikte sanatın bir yönelimi olarak bu hakikat araştırması uzay boşluğunda cevelan eden bir şey değildir hiçbir şekilde. Ama hayatın içinde, hayatın içinden gelişir. Bilhassa metafizik-yönelimli sanatın işidir hayatı kat eden bu araştırma. Evet, sanat hakikatin bıraktığı boşluklara dair bir bilinçlilik yaratır bizde. Burnumuz bir boşluğa temas ettiğinde tepkimiz umumiyetle hayret, hayranlık ya da afallama tarzındadır. Bir koku almışızdır ve sermest etmiştir bu bizi. Bu koku kaynağa dair bir merak uyandırmıştır bizde. Sanat eseri böylece bizi kendinden öteye ya da belki de beriye göndermiştir. Belki de yaratılışın ilk ânına. Dünyanın kökenine. Hatta kalubelaya yani olmadan önce olduğumuz hale. Sanat eseri bizi kavramsal olmayan bir tarzda düş-ün-dürtmüş, imgelemimizi allak bullak etmiştir. Bu dürtmeyle birlikte bir doluluk talebi yani ki hakikatle irtibatlı olma arzusu yeşermiştir içimizde. Ezcümle, sanatın “–mış gibi”si, hakikate yönelik bir arzuyu tetiklemiştir iç âlemimizde.
Tabii madalyonun bir de öbür yüzü var. “–Mış gibi”nin, hakikate göndermek şöyle dursun, hâzâ yalana dönüştüğü durumlardır bunlar. “Sanat dediğimiz şey olmasa,” diyor Lev Tolstoy (ö. 1910), “çalışmadan yaşayan zenginler hayatlarını sürdüremezdi. Zira sanat dediğimiz bu meşgale onları oyalayarak hayatlarının ne kadar anlamsız olduğunu, içlerini daraltan o boşluğu unutturur.”
Keza sanat hakikat araştırmasına dönüşebildiği gibi mesela ucuz edebiyat ya da meta estetiği olarak tezahür eden kültür endüstrisine de dönüşebilir. Sanatın endüstriyelleştiği koşullarda sistem bireyleri sanatseverler olarak kurup bünyesine entegre etmektedir. Bu bakımdan, Althusser’den (ö. 1990) mülhem söyleyecek olursak, müzeler, galeriler, sergiler, bienaller vs. de “devletin/sistemin ideolojik aygıtları” olarak işlev görebilmektedir. Uzağa gitmeyip Picasso’nun yukarıda geçen “Müzeler yalandan ibaret, sanatı kendine iş edinenlerin çoğu da sahtekâr…” ifadesini hatırlatmak isteriz burada.
Evet, sanat kişiye (hakikati tahkik yoluyla) bir özgürleşme imkânı sağlayabildiği gibi, aynı zamanda oyalanma, giderek de bir kaçış imkânı sunabiliyor. Oyalanma dedik, peki ama neyde oyalanma? Malayanide. Sanatın malayaniye, malayaninin de sanata dönüşmesi söz konusudur burada. Teknolojinin yanı sıra sanat endüstrisi üzerinden maruz kaldığımız malayani kültürü sisteme tabiiyetimizi sağlayan ve/veya sağlamlaştıran şeydir tam da. Bu kültür, varsa sisteme muhalefete meylimiz törpüler onu törpüleyebildiği kadar. Bir de, sanat kişiye bir kaçış imkânı sunuyor dedik. Peki, neden kaçıştır bu? Hayattan ve sorumluluklardan. Nereye kaçış? Suni, efsunkâr ve hülyalı cennetlere. Yani sahteliğe, yalana ve kurmacaya…
1799 Ocağında annesine yazdığı bir mektupta Hölderlin (ö. 1843), şiir yazma hakkında “bütün uğraşların en masumu” diyordu. “Aldanma ki şair sözü elbet yalandır.” Zira sadece şiir yazma değil, ama genel olarak sanat yapma –diğer beşeri faaliyetler gibi– iğvadan masun değildir hiçbir şekilde. Sanat meleklere değil, insana özgü bir faaliyettir. İnsan da günahla sevap arasında mütereddit bir varlıktır. Denebilirse sanat dinamizmini bu tereddütten alır. Sanat dediğimiz kusurluda kusursuzu, sonluda sonsuzu, eksikte fazlayı arama serüvenidir bir bakıma. Bu arayışta insan ne kadar masumsa sanat da o kadar masumdur. Boşluğu kendine mahsus hoşlukla doldurayım derken, sanatın kendisi boşluğa, doluluk süsü verilmiş bir boşluğa dönüşebilir! Şu halde sanatı her koşulda masumane bir uğraş saymakta acele etmeyelim; zira sanat, hakikat araştırmasından saptığında, dünyadan yükseleyim derken sahte cennetlerin ağına kapılabilir kolayca.
Sonuçta, Hölderlin’in de sıkça vurguladığı gibi fanileriz biz. Başı göğe uzanan faniler. Asıl “boş alan” kalbimizde. Hayatımızsa kalbimizin bir açılımı hüviyetinde. Kalbimizi ve hayatımızı sanatla vesaire doldurmaya çalışıyoruz mütemadiyen. Paul Eluard’a (ö. 1952) kulak verelim o halde:
Le seul espace libre est au fond de mon coeur
Est-ce l’espace intime de la mort
Ou celui de la fuite.
Yegâne boş alan kalbimdedir,
Derinlerde orada.
Bu alan ölümün mü asıl alanı,
Kaçışın mı yoksa?