Yağmurun Altında

Başlarını sokacak bir evi olanları, baharda buluşmak üzere  Recep Efe yine köylerine yollamıştı.
Başlarını sokacak bir evi olanları, baharda buluşmak üzere Recep Efe yine köylerine yollamıştı.

Yağmur yüzünden burnumuzu evden dışarı uzatamıyorduk. Nehir iyice azgınlaşmıştı. Tarhana ve bulgur çuvallarının dibini bulmuştuk. Çay kalmamış, tütün enikonu nemlenmişti, içimize çekerken avurtlarımız çöküyordu. Kara kıştı.

Eşkıya Recep’i ben öldürdüm.

Cesur, gözü kara, mangal yürekli filan olduğumdan değil, bir anlık bir şey, nasıl olduysa gözüm karardı, beynim durdu, aklım kamaştı.

Öyle işte!

Günlerdir yağmur aralıksız yağıyordu. Önceleri karları eritir diye sevinmiştik. Eritti de. Ama sonra dinmek bilmedi mübarek. Her şeyi çürütecekti böyle giderse. Çatıdaki karları küreyeyim derken, yine birkaç kiremite zarar vermiştim herhalde. Oturduğum odaya ve mutfağa su damlayıp duruyordu. Bu yağmurda çatıya çıkılmazdı. Çıksan, iyice yumuşayıp toprağa dönen kiremitler her adımda un ufak olurdu. Odaya ve mutfağa leğen koymuş, düşen damlaların şıpırtılarını dinliyordum. Evde sadece tarhana ve bulgur kalmış, turşu bitmişti. İki keçiden sağdığım sütle yoğurt, peynir yapmak imkansızdı, kaynatıp içiyordum iki bardak sütü. Ama şimdi tencerede kaynayan keçi yahnisinin kokusu evi sarmıştı. Keçinin eti sert olur, iyice kaynatmak lazımdır, fakat açlıktan midem uzadıkça uzuyordu. En iyisi tütün sarıp pencereden yağmuru seyretmekti.

Karlar başlamadan hanım yine çocukları da yanına katıp komşu köydeki babasına gitmişti. Benim gibi bir iblisle yaşamak istemiyormuş. Havalar açınca babası yine kendi elleriyle getirecekti. Köy yerinde o kadar kolay mı baba evine gitmek! Hem kayınpeder benden fakir, nasıl bakacak onlara. Ben, hiç olmazsa ayda yılda bir, bulup buluşturup önlerine et, bahçeye tavuk, dama bir iki keçi atıyorum. Baba evinde sabah akşam tarhana ve bulguru ye babam ye! Çocuklar yine çiroza dönecek. Olsun! Hiç olmazsa babalarının kıymetini bilir hergeleler.

Neyse!

Ne diyordum? Yağmur yağıyordu. Böyle yahni pişsin diye beklemekle olacak gibi değildi. Kurulukta, doğranmış odun iyice azalmıştı. Biraz kütük çıkarıp kuruluğun altında parçalıyordum. Kafam dolaşık, canım sıkkındı. Ne yaptığımın farkında olmadan, bir hafta, on günlük odunu parçalamışım. Ter içinde kalmışım. Ağzımdan ve her yanımdan buhar yükseliyordu. Sanki sisler içindeydim. Eşkıya Recep renonun kapısını tekmeyle kapatınca diğerleri de kapıları tekmeledi. Eşkıya Recep üç çapulcusuyla dayandı kapıya. Bahçe kapısı tekme tokat açıldı. Karda aç kalan kurt hesabı yine köye inmişlerdi. Kurulukta odunlara tünemiş tavuklar, ben odun yararken bahçeye kaçışmışlar. Eşkıya Recep’in gözü hemen onlara takıldı. Sonra yahninin kokusu burnuma geldi. Eyvah, dedim.

*

Yağmur yüzünden burnumuzu evden dışarı uzatamıyorduk. Nehir iyice azgınlaşmıştı. Tarhana ve bulgur çuvallarının dibini bulmuştuk. Çay kalmamış, tütün enikonu nemlenmişti, içimize çekerken avurtlarımız çöküyordu. Kara kıştı. Başlarını sokacak bir evi olanları, baharda buluşmak üzere Recep Efe yine köylerine yollamıştı. Böyle olunca jandarma da bizi peşelemekten vazgeçiyordu. Kış bastırdı mı, iki yıldır sınırı geçmek üzere akın akın buraya gelen mülteciler azalıyor, jandarma da karakolda rahat ediyordu.

Bu metrûk ev biz üç çulsuzun yuvasıydı. Recep Efe bir baba gibiydi bize karşı. Ne gidecek bir evimiz ne sığınacak bir anamız ne de başımızı yaslayacak bir yârimiz vardı. Sanki ağaç kovuğundan çıkmıştık. Napalım, biz böyleydik işte! Bazı insanlar böyle olur, derdi Recep Efe, Âdem baba gibi.

Recep Efe sanayide egzozcu Recep Ustaydı. Yetkili servisler açıldıkça sanayide işler iyice düşmüştü. Bize kala kala şahinler, renolar kalmıştı. Onlardan da emeğinin tam karşılığını istesen millet arabasını bırakıp giderdi. Ben kalfasıydım. Dükkana haftada bir iki defa uğrar ne kazancımızı sorar ne de zararımızı. Zaten ustanın bir yanı hep karanlıktır. Mülteci işi bizim buralara dayanınca birileri Recep Usta’ya ulaşmıştı. Söylemedi ama ben uyandım, insan kaçırma işine girmişti. Dükkanı kapattığımız bir gece, anlaştığı adamlar kocaman bir koliyle geldiler. Bot almışlar. Şişirip hava kaçıran yeri olup olmadığını kontrol ettiler. Nehirden adamları karşıya geçireceklerdi. Ama bizim usta bir iki işten sonra vazgeçti. Korktu. Pabuç pahalıydı. Sonra sanayiden benim gibi iki âdem babayı daha yanına kattı, bundan böyle sizi ben gözetip kollayacağım dedi, geldik bu metrûk eve. Ev dediysem Rum mübadillerinden kalmış bir viranelik. Kasabanın ücra bir köşesinde, köylere de yakın. Hatta bir ara evin sahibi Rum gelmiş, hatıralarını tazelemek için. Ama kimileri de sakladığı altınları çıkarmaya geldi, dediler. Allah bilir artık!

Recep Efe önceleri haftada bir iki uğrar, eksiğimizi, gediğimizi tamamlar, bekleyin, der giderdi. Sonra hafiften silahlandık ve mültecilere dadanmaya başladık. Güzeldi. Cebimiz para, midemiz sıcak yemek gördü. Recep Efe de giderek alıştı metrûk evde bizimle kalmaya. Yazın işler hareketlenince köylerdeki ekibi de çağırıyorduk. Bazen kuvvetlerimizi ikiye bölüyor, ben diğer manganın komutanı oluyordum.

Biz âdem babalar yoksulluğa, yoksunluğa, açlığa, susuzluğa, ağrılara, sancılara ve başka her şeye karşı talimliydik, ama açlık, çok olunca açlık, dayanılır gibi olmuyordu. Mülteci işi başlayınca köylüye musallat olmayı bırakmıştık. Allah’ın fukaraları dedik, mültecilere de ilişmeyelim, dedik. Recep Efe olmaz, dedi, bunları Allah bizim ayaklarımıza kadar yolluyor, rızık bunlar, rızık, dedi. Onlardan illa bir şeyler çıkarabiliyorduk; para, nasıl olduysa bir bebeğin kolunda kalmış bilezik, torbalarında kurutulmuş et, konserve, peynir filan... Aç ölecek değiller ya illa bir şeyler olur yanlarında.

Ama işte kış... Kara kış... Kurdu kuşu bile aç bırakır.

Recep Efe neşeyle geldi. renodan bile inmedi. Hazırlanın, dedi, İblis, komşu köyden iki keçi çalmış, bir de önüne çıkan sersem tavukları toplamış. Keçiyi, tavuğu duyunca gözümüz parladı.

*

Yağmurun dineceği yoktu. Evde yalnızdım. Nehir taşınca önüne birçok şey kattığını biliyordum. Sırığı yanıma alıp yağmur çamur demeden nehrin kıyısındaki çınarın altına attım kendimi.

Nehir neler getirmezdi ki, ekmek, meyve, konserve, televizyon, sehpa, koltuk, halı, kilim... Bir eve ne lazımsa hepsini toplamak mümkündü. Nehir, sınır olduğu için iki yakadaki evlere de vuruyor ve ne varsa önüne katıp sürüklüyordu. Kimileri oğlunun, kızının çeyizini bile nehirden düzmüştü. Çalışmasa da iyice kuruyunca bir gün çalışır umuduyla herkesin evinde koca koca televizyonlar, buzdolapları, bahçeye atılmış koltuklar, kanepeler...

Daha sigaram bitmemişti, nehrin üzerinde bir karaltının sürüklendiğini gördüm. Dudaklarımdaki sigarayı tükürdüm, sırığı kaptığım gibi atıldım, kancayı takıp çektim. Kocaman bir keçi, bacakları havaya dikilmiş sürükleniyordu. Davul gibi şişmiş. Hemen oracıkta bıçağı çaldım. Hayvan bir anda normale iniverdi. Derisini yüzünce etinin sıcaklığını fark ettim. Yağmurdan dolayı işkembeyle bağırsakla filan uğraşacak halde değildim. İskeleti ikiye bölüp çuvala attım.

Güzel bir gün olmuştu, ne yağmuru ne de sırtımdaki ağırlığı hissediyordum. Bir de önüme üç beş sersem tavuk çıktı. Hepsini yakalayıp onları da çuvala attım. Sırtımda çuval değil de cıvıl cıvıl bir dünya taşıyordum sanki.

Keçinin yarısını doğrayıp tencereye koydum, diğer yarısını da çatıda serin bir yere astım. Mutfağı yahni kokusu sardıkça açlıktan midem uzuyordu.

*

İblis’in evine yaklaşınca burnumuza yahni kokusu geldi. Recep Efe’nin yüzü düştü. Geç kaldık, dedi. Ama gerekirse tencereyle birlikte alırız. Hemen kapıya dayandık. İblis, odun kırıyordu. Ter içindeydi. Her yanından buharlar yükseliyordu. Biz içeriye dalınca tavuklar kaçıştı. Damdan keçilerin sesi geliyordu. Boşa gelmemişiz diye düşündüm. Efe’nin istihbaratı her zamanki gibi sağlamdı.

İblis, derdimizi hemen anladı. Efe, iki âdem babaya dama gitmeleri için göz etti, ben de tavukların peşine düştüm. İblis, o sırada nasıl oldu anlamadım, göz açıp kapayıncaya kadar, sisler içinden ok gibi fırlayıverdi, baltayı rastgele savurdu, Efe’nin karnı karnabahar gibi açıldı, işkembesi ayaklarının önüne düşüverdi. Biz bir an donduk kaldık. O bir an İblis’e yetti. Elinde baltayla başladı kaçmaya. Peşelesek mi, Efe’nin yanında mı kalsak bilemedik. İkimiz bir an ardından koşmaya başladık, ama İblis çoktan kocayemişlerin içine dalmıştı bile. Bir de sınıra doğru kaçıyordu, karakol tarafına. Biz oraya gidemezdik. Öylece kaldık sokakta. Sonra Efe’nin yanına döndük. Sanki yaşıyor gibiydi. Biz sadece ölüleri bilirdik, böyle yaşıyor mu yaşamıyor mu anlamazdık ki, yaşadığından huylanırsak bir iki mermi daha sıkıverirdik. Baktım bizim âdem baba akletmiş, renodan iğne ipliği kapıp gelmiş. İşkembeyi içeriye ittim, güzelce diktim karnını, kuşakla da sıkıca sardım. Attık renonun arka koltuğuna, çıktık yuvamıza doğru yola.

*

Eşkıya Recep’i öldürdüm, deyince başçavuş başladı gülmeye. Derdim karakola gelip suçumu itiraf etmek değildi. En güvenli yer burasıydı, derdim sığınmaktı. Ama salak gibi elimde kanlı baltayla dalınca birden söyleyiverdim işte. Bu yağmur herkesin aklını başından aldı, dedi. Ama doğru, dedim. Belli belli, kanlı baltayı da kapmışsın... Yolda yine tavuk mu, keçi mi kestin, dedi. Git başımdan İblis, dedi, tiyatroyla oyalanacak vaktim yok benim.

Geri dönmeye korkuyordum. Kayınpederin evi karakola daha yakındı. O yüzden daha güvenliydi. Son anda aklıma geldi, hemen dümeni oraya kırdım.

Baltayı bahçeye bırakıp içeriye dalınca herkes bir an dondu kaldı. Sonra kayınpederin ve hanımın yüzünde güller açtı. Çocuklar bacaklarıma yapıştı. Karımı almaya geldiğimi sandılar. Bu bir ilkti hayatımızda. Ben de bozmadım onları. Yaşlandım herhalde, dedim, artık bunlarsız yapamıyorum. Karımı ilk kez bu kadar mutlu görüyordum. Öyledir, dedi, kayınpeder bilgece. İliklerine kadar ıslanmışsın, dedi karım. Öbür odaya geçtik. Hemen kayınpederin giysilerinden çıkardı. Soyundum. Hızlıca kurulandım. Karım işveli işveli, seni seni, dedi. Ben de seni seni, dedim. Geldi burnunu burnuma sürttü. Çocuklar, dedim. Giyindim. Kulağımı kirişe dayadım.

Kulağım kirişte birkaç gün geçti. Ses seda yoktu. Karım, gidelim, diyordu. Hele bir yağmur dinsin, diyordum.

Ne yağmur dindi ne de ses soluk çıktı.

*

Yuvamıza zor vardık. Bizim Efe daha o an orada can vermiş. Evin sağ yanındaki zeytinin altına gömdük. Başına da kocaman bir taş koyduk.

Âdem babalarla düşündük, taşındık. Kimse bilmemeli diye bir karara vardık. Yoksa bizim Efe’nin itibarı iki paralık olacaktı.

Kaç zaman geçti bilmiyoruz. Onsuz biz bir hiçtik. Ne mültecilere ne de köylülere ilişebiliyorduk. Tarhana ve bulgur bitmiş; ot, yaprak, kurbağa, solucan... Ne bulursak yiyorduk. Bağırsaklarımız bozulmuştu. Nerdeyse yeşil yeşil şapıyorduk. Böyle olmayacaktı, o kesindi de nasıl olacağını bilemiyorduk. Hele yağmur dinsin diyorduk, hele bir dinsin.

Dineceği yoktu.

Dinse de ne yapacaktık sanki.

Akşamleyin bolca ot ve yaprak yedikten sonra, en iyisi dedik biz kasabaya dönelim. Ben dedim, Recep Usta’nın egzozcu dükkanını açarım, siz de orada bana çıraklık yaparsınız. Eşkıyalığımızı da bilen eden yoktur herhalde. Belki işler, benim çıraklığımdaki gibi yine açılır... Ev bile alırız.

*

Kayınpeder benden huylanmaya başlamıştı.

Ses soluk da çıkmamıştı.

Yağmurun dineceği yok, dedim, hazırlanın da yarın yola çıkalım.

Günlerdir hiçbir yerden ses soluk çıkmamasının gerginliği vardı üzerimde. Ayrıca evdeki keçilerin, tavukların akıbetini de bilmiyordum. Ev tam takır kuru bakır kalmış olabilir. Şeytan dürttü. Siz, dedim, önden gidin. Ben biraz nehir kenarında oyalanayım. Bakarsınız belki bir rızık yuvarlanır gelir önüme.

Karım biraz kaygıyla baktı. Kaygısını anlıyordum. Güldüm. Meraklanma dedim, akşama kalmaz gelirim. Bir terslik olursa oğlanı yollarsın, hemen koşarım.

Aynı çınarın duldasına sığındım.

Kulağım hep kirişteydi.

Kaç saat geçmişti, bilmiyorum. Oğlan da koşup gelmediğine göre işler yolundaydı. Bizim Efe buhar olup uçmuştu.

Tam yekindim. Baktım nehir bir şeyler sürüklüyor. İstemeden sırığı arandım. Yoktu. Biraz daha sokuldum nehre. Bir ana çocuğuna sımsıkı sarılmış, az arkalarında baba... Şişmişler; sonra başka bir ana çocuğuna sımsıkı sarılmış, az arkalarında baba... Şişmişler; sonra başka ana, sonra başka çocuk, sonra başka baba... Şişmişler.

  • Şef Seattle’ın da dediği gibi son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda, son yırtıcı hayvan (kaplan olur, aslan, kurt, ayı olur) resmi google’dan çekildiğinde son mitolojik mahluk (ejderha olur, anka kuşu olur, simurg olur) hafızalardan silindiğinde, Post Öykü kapak yapmanın ne kadar zor olduğunu anlayacak! (A.E.)