Uzak
Berber bizim ihtiyarla ilgili zaten bildiğim şeyleri anlatma faslına geçtiğinde yakalandım onun bakışlarına. Ailecek bir pikabın kasasına doluşmuşlar, üç beş torbaya tepilmiş yaşamlarıyla kapıya gidiyorlardı. Tesnim ve kardeşi annelerinin etrafında bağdaş kurmuş oturuyordu. Bakışları kıldan ince kılıçtan keskindi.
Fırtına
Uyandığımda şakaklarımdan enseme doğru büyüyen bir ağrı vardı başımda. Telefona uzandım; henüz yedi olmamıştı saat. Oda karanlıktı fakat dışarısı aydınlanmış olmalıydı. "Bu perdeler odayı zifiri yapıyor Esin." "Sabahları Akçakale güneşi bildiğimiz perdeleri delip geçer, uyuyamayız sonra; kışa doğru değiştiririz." Havada alışılmışın dışında nefes bile aldırmayan nemli bir sıcak vardı. Esin yoktu evde. Çocukluk günlerinden kalan sabahları erkenden fırına gitmek gibi ilginç bir alışkanlığı vardı; ekmek ilk elden fırından alınır kardeşim, sen hiç eczaneden karpuz alındığını gördün mü, diye sorardı; onca yol yürünür mü be Esin, bakkaldan alıversen ya diyenlere. Ayrıca o günlerde komşunun küçük kızı Tesnim'i de almaya başlamıştı yanına. "Tesnim Türkçe bilmiyor, sen Arapça. Anlaşmak zor olmuyor mu?" "Şart değil ki Ali. Bir iki kelime, bir iki cümle yetiyor işte." Duş alınca biraz daha rahat nefes aldım. Başımın ağrısı da hafifledi ama hava hâlâ çok basıktı. Kapı hızlı aralıklarla ve sertçe yumruklandı. Açar açmaz Esin evin içine attı kendini; yüzünde korku ve telaş vardı.
"Kapıyı pencereyi kapat çabuk!" "Ne oluyorsun yahu?" "Görürsün birazdan." Kapı, pencere derken anahtar deliklerini bile kapattık. Son olarak Esin kapı altlarına ıslak bezler koydu. "Oldu olacak camlara Saddam bandı da çek. Ne bu halin, neden korunuyoruz şimdi biz?" "Az sonra görürsün. Çayı demledin mi sen? Ayrıca Saddam bandı ne?" "Boş ver şimdi anlatacak halim yok, uzun hikâye." Az zaman sonra rüzgârın önünde kum savruluyor göz gözü görmüyordu. İlkin çamurlu bir damla düştü cama. Ardından şakır şakır bir yağmur. "Kasımdan önce yağmur düşmez buraya diyordun; eylülün başında nasıl yağıyor bak şuna." Ben onun yanılgısına gülüyordum fakat onun yüzünde küçük bir kıyamet vardı. Eve girerken de bir şeyler sezinlemiştim ancak telaşeden soramadım. "Dışarıdaki afetten başka bir şeyler de var sende; yüzün ele veriyor. Korkmuş, kaygılanmışa benziyorsun sen." Bir sessizlik oldu. Sessizlik olunca, sokaktaki küçük sellenmenin sesi bile duyuldu. Ayrıca bu yağmur da bir garipti, insanın içini ezercesine yağıyordu. "Biliyor musun Ali, Tesnim'in ailesi Rakka'ya geri dönüyormuş."
Bombardıman
- Gecenin bir yarısı büyük bir gürültüyle gözlerimi açtım. Ne olduğunu dahi anlayamadan art arda üç dört patlama daha oldu. Kapı, pencere, dolaplar, koca apartman, koca şehir gürültüyle sallandı. "Esin kalk çabuk!" Esin yoktu yanımda, sesime karşı da ses... Lambaderin sarı ışığı koridora vuruyordu. Salona koştum, orası da boştu. "Neredesin Esin?" "Balkona gel, buradayım." "Bu saatte burada ne yapıyorsun, bu patlamalar da ne? Yıldırım falan mı düşüyor yakınlara?" "Sakin ol, ben sigara içmeye çıktım. Karşıyı bombalıyorlar, iki üç ayda bir oluyor böyle." Sakin bir nefes alınca ben de duydum uçak seslerini.
Sabahki yağmur da pisen pisen yağmaya devam ediyordu. "Ne kadar soğukkanlıymışsın sen böyle? Alevler yüzüne vuruyor neredeyse ve sen kılını bile kıpırdatmadan sigara içiyorsun burada?" "Değilim, içime atıyorum her şeyi. Sanırım tepkisiz kalmayı da öğrendim." "Işıklara bak, ambulanslar gidiyor. Bombalar bizden tarafa mı düştü acaba?" "Kaygılanma dedim ya, rutindir o; hep böyle olur." "Rutin mi? Nasıl bir rutinmiş bu böyle?" "Şöyle ki beyim; bombalar Tel Abyad'a düşer, oradakiler yaralıları sınıra getirir, bizimkiler de gider ve alır." "Urfa'ya gitsek iyi olmaz mı? Orada kalırız bu hafta sonu, bu bombardıman devam ederse diye." "Bence gerek yok." "Korkmuyor musun sen Allah aşkına Esin?"
"Başlarda evet, yani üç yıl evvel falan. Ama insan arsız bir yaratıkmış gerçekten Ali, her şeye alışıyor. Alıştım bu patlamalara. Bak şurada ışığı kısık bir sokak lambası var, direği de öne doğru eğilmiş; işte onun yanı başındaki eve havan mermisi isabet edince savaşa komşu olmayı da öğrendim. Ayrıca silahlı, uzun sakallı bir militanla aynı marketten alışveriş de yaptık; aynı raftan ben yoğurt aldım o beyaz peynir. Kalaşnikovun gürültüsüyle bir tabancanın pat pat sesi arasındaki farkı çok kolay ayırt edebilecek bir müzik kulağım bile oluştu. Ben bu dili öğrendim sayılır; havan, militan, kalaşnikov... Dilini de öğrenince savaşın, aramızdaki yabancılık kalkıverdi; senle ben gibi olduk işte." Esin bir anlığına tanımadığım birinin ses rengiyle, uzak bir yüzün mimikleriyle konuştu. Bir sigara daha yakarken bana da uzattı. Gözünden süzülen yaşın o anda vardım farkına. Tanıdığım, bildiğim Esin'di işte yeniden. "Sigarayı bıraktın diye biliyordum, nereden çıktı bu paket?" "Tesnim ‘in döneceğini öğrenince... Şimdi buradalar, yakında orada olacaklar." Orada diye gösterdiği yerler sabaha kadar alev alev yandı; uçaklar yağmurun söndürmesine fırsat vermiyordu. Ambulanslar ertesi gün bile sınırdan insan taşıdı.
Kriz
- O günden sonra Esin, her akşam saat dokuzda yatağa giriyor, iki saat odada tavanı izleyip balkona benim yanıma geliyordu. Esin'in de alışamadığı bir şeyler hâlâ kalmıştı demek ki. Ben uyumaya yeltenmiyordum bile. İkimiz de sabaha karşı bir kuş uykusuyla idare eder olmuştuk. Uykusuzluğumuzun farklı nedenleri vardı; Esin sürekli zihninde Tesnim'i düşünüyor, bense yeni bir bombardımana hazırlıksız yakalanmak istemiyordum. Tesnim 'in Rakka'ya dönecek olması ve sabaha kadar süren bombardıman dışarıya olan kibirli bakışımızı kendi kilerimize, mahzenimize, mutfak tezgâhımıza, banyomuza derken evin bütün kuytularına çevirdi. Daha doğrusu temiz olduğunu düşündüğümüz, korunaklı sınırlarımıza... O gün hiç de öyle olmadığını fayansların arasına saklanan gümüşçünleri, ekmekliğimizdeki güveleri, geceleri tuvaletin deliğinden çıkan sıçanları, duvar kâğıdının ardındaki ev çıyanlarını, yorganın dikiş aralığındaki bitleri, karyoladaki pireleri, en önemlisi de aynaya baktığımızda yüzümüzü yıkadıkça dağılan karalığı görünce anladık.
Bu bakış günden güne etimize daha sıkı saplanan ak ışığıyla çelikten bir hançer oldu. An geldi dayanılacak yanı kalmadı. Esin günler süren uykusuzluğun da etkisiyle bir gece burgaçlanarak büyüyen acı bir nevroza girdi. Bir kış gecesi tekmelenmiş bir köpeğin inlemesine döndü sözleri. "Söylesene Ali bu yağmurlar nereye yağıyor? Var mıdır bilen? Yoktur elbet... Nerede ölüyor bunca çiçek, hangi mevsimde... İçimde, göğüs kafesimin altında sıkılgan bir buyurganlık: durdurun her şeyi, diyor. Sonra dalga geçiyor benimle; durduramazsın ki istersen dene! Allah'ınız yok mu lan sizin? Derhal durdurun... Yoksa ölecek bunca taş, toprak, börtü böcek. Kum yağıyor üzerimize baksanıza; taş mı yağsın illa. Kum yağıyor içinden geçtiğimiz zamana. Beklemeyin barbarları, barbarlar kara giyitleriyle aramızda. Sessiz olun, dinleyin. Ali söyle onlara sessiz olsunlar. Sessiz olsalar duyacaklar barbarların yeri yaran davul seslerini. Bu ağıtlar kimin? Kime bu ağıtlar? Hangi dilin ırmağından? Denizi diyorum ben, bölünmüyor işte ikiye. Ey Musa tam zamanı değil mi; bölsene bu denizi ikiye...
Al bizi de yanına, hazırız bak iman etmeye sana ve tanrına! And olsun incire ve zeytine Sina'daki tur dağına Hazırım ben de iman etmeye! Bölünmüyor, gördün ya işte. İnat etti!" Hem konuştu hem ağladı; saatler sonra sesi neredeyse anlaşılmayacak kadar boğuklaşmıştı artık. "Uyumalısın Esin; yoksa sabaha varmadan kafayı yiyeceksin." "Tesnim de uyuyor mudur Ali?" "Uyuyor uyuyor, bak istersen, alt katın ışıkları yanmıyor." "Sekiz saat uyuyordur değil mi; öyle diyorlar ya hani. Çocuklarınız sekiz saat karnı tok bir biçimde uyumalı. Turuncu kafalı, ayağında yeşil, naylon çizmeleri olan ve Arapça konuşan..." Onu teskin etmek zor oldu. Ecza dolabında geçen yılki uykusuzluğumdan kalan bir iki seroquel vardı. İki tane içirip yatağa taşıdım. Hâlâ bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Biraz geçince uzun ve derin bir uykuya daldı. Evliliğimizin ilk ayında küçük bir kıyameti yaşıyorduk. Sabaha kadar balkonda bir kadının tek başına savaşa ve onun katman katman yayılan acılarına tanıklık etmesini düşündüm. Ölümü, ölmeyi, öldürmeyi, öldürülenleri... Derine indikçe gürültü azalıyor olmalı. Ancak derinleştikçe de yalnızlık, yoğunluk başlıyor; sonrası uğultu, basınç ve vurgun...
İhtiyar
- Hiç bitmeyeceğini düşündüğü günler geride kaldığında tamı tamına kırk yıl olmuştu. Kırk birinci yılın ilk sabahında simasında çok eski günlere ait bir parlaklıkla uyandı. Elini yüzünü yıkamadan odanın penceresini açmak için pencerenin kolunu tuttu, öylece kalakaldı; kaç yıl olmuştu bu pencerenin kolunu böyle tutmayalı? Bu sorunun cevabını bir müddet ciddiyetle düşündü. Unutacak kadar uzun yıllar olmuştu anlaşılan. Aylar yılların yıllar da ayların tozundan atlamış ancak ihtiyar o sabaha dek eve sarhoş geldiği gecenin tortusuyla uyanmaktan bir türlü kurtulamamıştı. Şimdi bir ferahlık vardı içinde hatta pencerenin kolunu çevirince gülümseyebildi. Dahası yüzünü avludaki sarnıçta yıkamak için dışarıya bile çıktı. Onu avluda gören Zeliha sevinçten hıçkıra hıçkıra ağladı. Bu eve otuz yıl evvel gelin gelmişti ama ihtiyarı ilk kez avluda görüyordu. Onu ürkütmemek için ses etmedi çünkü ihtiyarın hali tavrı yavru bir serçenin yuvadan uçmadan evvel etrafını ürkek bir şekilde uzun uzun süzmesine benziyordu.
Her an korkup yuvaya geri sokulabilir ya da yuvadan aşağı düşebilirdi ki bunu asla istemezdi. İhtiyar, avluda ilk iş toprağı avuçladı, yüzüne sürüp kokladı. Ardından yetmiş yıl evvel dedesi Ebu Mahmut ile diktikleri dut ağacına sarıldı. Ağaca olağanüstü bir şeye bakar gibi baktı; çekinerek, nasıl da boy atmış, yaşlanmış da, diye geçirdi içinden. Yumuşak bir gülümseme oturdu yüzüne, yarı gölgedeymiş gibiydi her şey. Hareketlerinde büyük bir yavaşlık vardı, yere uzandı, göğe baktı; bulutlar geçiyordu. Sarnıcı arandı avlunun her köşesinde; üzeri kapatılmış yerine de bir musluk kondurmuşlardı. Çocuksu bir telaşla avlu kapısından girince hoş geldin diye fısıldayan evinin halini yeniden görmek istedi. Fakat değişiklik sadece sarnıçla sınırlı kalmamıştı; ev tepeden tırnağa başkalaşmıştı. Küçük, mütevazı, kerpiç evinin köşelerine beton direkler atmışlar ve üzerine üç kat daha eklemişlerdi. Ev uzamış, pencereleri büyümüş, renklenmişti. İhtiyarın evinin kerpiç hiçbir yanı kalmamıştı ve küçük ev üstteki üç evin bacağına dolanmış bir sarmaşık gibiydi. Kökünden sökmek için gereken zamanı yani kurumasını bekliyorlardı sadece. Uyudum mu yahu bunca yıl; bunca değişimi nasıl fark edemedim, cevabını bilmediği soruları mırıldandı durdu.
Hava bulutlu ve basıktı; buna karşın bir esinti de yok değildi. O günü anlamlı kılan başka ve çok önemli bir şey vardı ve esas mesele de buydu; öğretmenin geçiş saati gelmişti. Avluyu terk edip odasına geçti. Camı açabildiğime göre günü geldi demek ki, dedi ürkek bir heyecanla. Öğretmen öteden beri yanında küçük kız ve elinde tuttuğu ekmek poşetiyle birlikte hızlıca geliyordu. Bir ay evveline kadar bu küçük sabah yolculuklarına yalnız çıkardı ancak bir aydır bu turuncu kızı da eksik etmiyordu yanından. Küçüğü sevdiği her halinden belli oluyordu; her sabah güle oynaya gider güle oynaya gelirlerdi fırından. Pencerenin önünde durup gelini Zeliha'nın dışında bir kadına kırk yıl sonra ilk kez seslendi. "Muallim! Muallim! Tâal! Tâal!" Öğretmen ihtiyarın küçücük penceresinden kendini yanına çağırdığını anladı. Atandığı günden beri bu apartmanda oturuyor ve beş yıldır sadece mahalleliye değil bu küçük pencerenin ardındaki bir çift göze de komşuluk ediyordu ve bazı gecelerdeyse ihtiyarın bakışlarını korkarak fark ediyordu. Onun bu cüretkârlığı karşısında eli ayağına dolanmıştı.
Bunun üzerine ne diyeceğini şaşırmış bir halde ağzından bir "le, le" çıkıvermişti. Aslında onun yüzüne daha dikkatli bakmış olsaydı ihtiyarın yüzünde korkulacak bir şey olmadığını anlayacaktı. Ancak hakkında anlatılanlar onu bir iblis yapmaya fazlasıyla yetiyordu. Bir komşusu ondan için Şeytan'ın resulüdür o, demişti. Bir başkası karısını kendi elleriyle sunmuş Şeytan'a. Sabahına da o Farah Diba kadar güzel kadın öldü, dedi ve ekledi; kanlı canlı kadındı, hiçbir hastalığı da yoktu, kadını yıkatmadı bile gömülmeden önce. Bir yandan böyle söylentiler küçük yerlerde her zaman olur diye kendi kendini teselli ediyor bir yandan da bir adamın kırk yıl boyunca bu şekilde evden çıkmamasını ürkütücü buluyordu. Üstelik çoğu geceler de sesini duyuyordu; anlayamadığı bir dilde bir şeyler okurdu. Şeytan'ın dilini bilir o; okumuyor her gece Şeytan'a yalvarıyor kurtarsın diye kendini. Üstelik o gece eve geldiğinde sarhoş falan değil, basbayağı ölüydü demişti bir ihtiyar.
Öğretmen bu söylentiler karşısında fazlasıyla ürküyordu. Öyle ya, bazı geceler sırf duyduklarından ötürü uyuyamıyordu; ancak bu anlatılanları dinlemekten de kendini alıkoyamıyordu. Hakkında bunca olağanüstü şey duyduğu bir adamın kendisiyle konuşmaya çalışması doğal olarak öğretmeni fena halde korkuttu. Turuncu saçlı küçüğü de arkasında sürükleyerek apartmana koşturdu. Eski günlerinde olsaydı ihtiyar gün boyu konuşmazdı. Doğrusu öğretmenin bu tavrıyla büyük bir yük kalktı omuzlarından. Onu bağlayan bir şey kalmamıştı buraya. Zeliha'ya 'Kapıyı pencereyi iyice kapat, sonra bana bir çay ver kızım' dedi. Uzakta biriken kara bulutlara bakarak dede yadigârı gümüş tabakasını masanın üzerine koydu. Rüzgârın önünde kum savrulmaya başlamıştı bile, az sonra küçük bir kıyamet kopacaktı Akçakale'de. İhtiyar son kez tanıklık ettiği bu olayı an be an yaşamak istiyordu. Hikâyesini bir kişi bile olsa doğru düzgün bilseydi... Onun da kulağına geliyordu hakkında söylenenler. Ama neden illa öğretmeni seçti ki? Buna açıktan bir cevabı yoktu işte.
Âşık mıyım yoksa ona, sekseninde bir adam böyle âşık olamaz diye mırıldandı birkaç kez. Zeliha mutfaktan kulak kesildi ama duyamadı ihtiyarı. Öğretmen ne güzeldi ne de alımlıydı; sıra dışı hiçbir yanı yoktu. Üstelik bir aydır da evliydi. En sonunda çok da düşünmemek gerek böyle şeyleri dediği cümlesini Zeliha duyunca neyi baba, diye sordu. İhtiyar içimden geçenleri sesli söyledim galiba diye telaşlandı. Zeliha sorusunu yineledi; neyi çok da düşünmemek gerek, öyle dedin az önce, yapılacak bir işin varsa bana söyle hallederim ben. Zeliha'nın yinelenen sorusuyla rahatladı ihtiyar, demek ki duymamıştı çünkü Zeliha öyle duymadığını saklayacak üzerine de ağız arayacak hinlikte biri değildi. Birazdan fırtına kopacak kızım, onu diyorum işte ben de diye lafı çoğalttı. İnsana ve eşyaya oldukça yabancılaşan ihtiyar tabiat mevzu bahis olunca ezberden konuşurdu. Pırıl pırıl hafızasıyla kırk yıl evvelinde herhangi bir eylüldeydi şimdi. Nemli hava, hafif esinti, bir eylül sabahına denk geldiğinde Akçakale'ye önce kum, sonra çamur, en sonunda da şakır şakır bir yağmur yağardı.
Zeliha çayı bırakıp çıkınca yine kendine döndü. Ne söyleyecekti öğretmene? Kırk yıl evvelki hadiseyi mi anlatacaktı yoksa karısının ölüm anını mı? Anlatırdım işte her şeyi, herkes de duyardı gerçekleri. Kendi kendine yinelerken bile bu başıboş cümleleri çenesi daha da gevşiyordu. Ya öğretmen tutup neden dışarı çıkamadığını ya da neden geceleri babasından kalan kitapları başkalarına duyuracak şekilde okuduğunu sorsaydı; her şeyi açıkça anlatacak cesareti var mıydı? Yine de öğretmen gelip iki çift laf etseydi hikâyesi kovuğundan çıkardı, buna inancı tamdı. Dediği sıralamaya uydu gök; kum ve çamurun ardından yağmur şakır şakır yağıyordu şimdi. Tabakasına uzandı, işlenmiş Antep işi gümüşe sevgiyle dokundu; Ebu Mahmut, 1936 yazıyordu. Birden dedesi dikilivermişti karşısına, yetmiş yıl evvelinde olduğu gibi sakalları bembeyazdı ve ölmeden evvel giyindiği ak libaslara bürünmüştü. Çelikhan tütününü eksik etme bundan oğlum, dedi. Seksen yaşındaki adam on yaşında bir çocuğa döndü. Kaçak çaydan bir yudum aldı.
Bakışındaki donuk hâl, hareketlerindeki ağırlık, yüzündeki doğulu esmerlik, sırtını dayadığı döküntü duvar onu başka bir çağın insanı yapıyordu. Zamanı geldi deyip babasından kalan içi kitap dolu tahta bavulu açtı, kitapların altında dedesinin ak libası vardı; çıkarıp divanın üzerine koydu. Soyundu, odanın köşesindeki hamamlıkta yıkandı. Ak libasları geçirip üzerine gelini Zeliha'dan bir bardak çay daha istedi. Odaya girip de kayınbabasını öyle gören Zeliha günün ikinci şaşkınlığını yaşadı; bunlar pek hayra alamet işler olmamaya başlamıştı artık. O sabah otuz yıllık kayınbabasına bir haller olmuş; tanımadığı, yabancı bir adama dönüşmüştü. Dikkatle baktı ona, adamın yüzü susuz bir toprak parçasıydı; sayısız derin çizgi sert bir fırtına bekliyordu, öyle bir fırtına ki ihtiyarı toza toprağa çevirip savuracak kadar şiddetli. Gelini odadan çıkınca uzun esmer parmaklarıyla açtığı tabakasını eteğine koydu. Yıllar yılı dedesi nasıl sardıysa öyle sarardı kendisi de tütünü. Beyaz kâğıdı aldı ve kenarını belli belirsiz yırttı.
Kâğıdı başparmağıyla işaret parmağının arasına yatırdı. Çelikhan tütününde pek olmazdı ama ufak tefek olan kırpıntısını da ayıklayarak onu kâğıdın üzerine kadın saçı tarar gibi işledi. Kâğıdın kenarını yaladı ve güzelce sardı. Yıllar içinde odasının ne kadar çok değiştiğini çakmağını aranırken fark etti. Duvardaki lekeler oldukça büyümüş; yerdeki kilim lime lime olmuştu. Ya şu perdelere ne demeli; kirden sapsarıydı ve ipleri sökülmüş aşağı sarkıyordu. Oysa Zeliha kaç kez söylemişti şu odaya bir el vursak artık diye de oralı bile olmamıştı. Bugün odaya alıcı gözle bakınca Zeliha'ya hak veriyordu. Bütün bunları ardında bırakacak öyle bir nefes çekti ki yüzü toz toprak olup havaya karışacaktı neredeyse. Kalktı avlunun kapısına doğru yürüdü; eve baktı, çok güzel diye geçirdi içinden, her şey yepyeni, pırıl pırıl, rengârenk duvarlar... Her şeye sırtını döndü, anlatılmaz bir hüzünle doluydu bakışı, kimse göremezdi bu hüznü. Bir sabah yıllar süren uykusundan uyanmış ve her şey alt üst olmuştu. Avlu kapısına yürüdü; yağmurun altında rüzgâr sürüklüyormuş gibi çıkıp gitti ihtiyar.
Berber
Akçakale olağanüstü maceralara karşı efsunlu bir yerdi ve içine düşen herkes bu efsundan nasibini alırdı. Kol kırıktı, yen içinde de değildi üstelik ama görmek isteyen yoktu bunu. Orada insanlar saatlerce bungun gözlerle ipil ipil sıcağı ve serçeleri izleyip parklarda kaçak çay içerdi. Durgunluk buraya yakışan en güzel kelimeydi; burada bir dal fazla kımıldasa bilinir, bir gölge biraz uzasa görülür, rüzgâr kendini biraz belli etse kasırga etkisi yaratırdı. Böyle hallerde insanlar istenmeyen bir şey olacağını önceden sezip kafalarını derhal kuma gömerdi. Belediyenin köşesindeki berberin kumaşı eprimiş koltuğunda oturuyordum. Berber tıraşa başlamamıştı henüz. Bir taraftan sigarasının bitmesini bekliyor bir taraftan da beni oyalamak için oradan buradan konuşuyordu.
"Ali abi geçen haftaki fırtına neydi yahu öyle, toz, toprak, çamur... Kıyamet kopuyor sandım. Sen yabancısın bilmezsin, Akçakale'de bu mevsimde böyle fırtına da olmaz yağmur da. Bir de şu sizin karşıdaki ihtiyar ölmüş diye duydum ama bir kısım da yalandır diyor; sen tanır mıydın onu? Bizim Halaf abi var belediyeci, ölmedi o, ben gördüm diyor. Yağmurun yağdığı gün üzerinde yerde sürünen ak bir libas, elinde tahta bir bavul mezarlığa doğru gidiyormuş. Takip etmiş, kırk yıldır evinden çıkmayan adam ne yapıyor böyle diye. Bir mezarın başına varıp içine girmiş ama Halaf abi mezarın çok uzağında olduğu için bunu nasıl yaptığını anlamamış, koşup mezarı bulmuş, mezar taze ve isimsizmiş. Sen ne dersin bu işe?"
Bunların zırvalarından sıkılmıştım artık. Mahalle yanıyordu bunlar saçlarının derdine düşmüştü. Berber bizim ihtiyarla ilgili zaten bildiğim şeyleri anlatma faslına geçtiğinde yakalandım onun bakışlarına. Ailecek bir pikabın kasasına doluşmuşlar, üç beş torbaya tepilmiş yaşamlarıyla kapıya gidiyorlardı.
Tesnim ve kardeşi annelerinin etrafında bağdaş kurmuş oturuyordu. Bakışları kıldan ince kılıçtan keskindi. Berbere hiçbir şey söylemeden fırladım koltuktan, zira Esin evde tek başınaydı. Eve vardığımda sayıklıyor ve boğazındaki yumağı kusmaya çalışıyordu.