Uyanmak Üzere Olan Bir Adam Ne Anlatır?
Hasan Harmancı’yı bir öykücü olarak Hece’den, Mahalle Mektebi’nden ve de Post Öykü’den bilen bilir. Bilmeyenler için söyleyelim, aynı zamanda akademisyendir de kendisi. Malumunuz akademisyenden iyi edebiyatçı olmaz diye kahrolası bir put vardır.
Hasan Harmancı, Georges Perec sever mi bilemiyorum fakat -sevdiğini varsayarak- kitabın kapağını Perec’in Uyuyan Adam’ına bir nazire olabileceği düşüncesiyle araladım. Çok yıldızlı lacivert bir gece göğünü anımsatan tasarımıyla kitap gözüme oldukça cazip görünmüştü üstelik. (Kitabın kapağıyla ilgilenmiyorum mühim olan muhtevası klişesinden kurtulduk artık değil mi?) Nihayet içindekiler kısmına şöyle bir göz gezdirdiğim an sıradan öyküler okumayacağımı da anlamış oldum.
İbn Arabi ve Tarantino isimlerinin yan yana geldiği bir öykü ne kadar sıradan olabilir?
Hasan Harmancı’yı bir öykücü olarak Hece’den, Mahalle Mektebi’nden ve de Post Öykü’den bilen bilir. Bilmeyenler için söyleyelim, aynı zamanda akademisyendir de kendisi. Malumunuz akademisyenden iyi edebiyatçı olmaz diye kahrolası bir put vardır. (Tehlike anında bu putu kırınız.) Neyse ki, dünyada ve bizde birçok örneğiyle, hem akademisyen hem de oyunbaz bir öykücü olunabildiğine daha sık şahit oluyoruz artık.
Ama… Yani…
Yok yok, lafın gelişi söylenen şeyler değil bizzat kitabın bölüm başlıkları bunlar. “Ama” bölümündeki yedi öykü yer yer sakin yer yer parçalı-bulutlu akan ve belli ki bir esbabı mucibesi olan öyküler. Dürüst olmak gerekirse, bir bağlamı var ama yakalayacağız dur bakalım diyerek okudum öyküleri bir süre. İtalik yazılar, kalın puntolar bir şeyler sezdirecek, ha gayret! Bereket, bizi bir tahtakurusu gibi sinsice kemiren ‘yazar burada ne anlatmak istiyor’ vehminden silkelenmek kolay oldu. Sağlam bir üslup, ustalıklı dil oyunları ve şiiri inceden inceye iliklerine zerk etmiş cümleler sizi silkeliyor ve daha fazla okumaya ikna ediyor. Öykülerin bir ama’sı var, okudukça bundan emin oluyorsunuz. Kalın puntoyla yazılan cümleler için kitabın sonunda okura düşülen notlar var. Başlangıçta kapıldığım Georges Perec havası kitabın sonunda da beni buluyor.
Emin olacağınız kısma, “yani” kitabın ikinci bölümüne geldiğinizde perdenin arkasında öykücünün muzip sesi işitiliyor: oyun başlasın!
“Bir Kerahet Vakti İbni Arabi ve Tarantino” başlıklı öykü için gerçekle kurmacanın, mukaddes olanla absürt olanın karıştığı dünyamızın hal-i pürmelali diyebilir miyiz, evet diyebiliriz. Bir Oğuz Atay kahramanı maşrapayla rakı içenlere, klasik Batı müziğini anlatacak cesareti olmadığından yakınıyordu. Kısaca herkesle herkes olmaktan… Buradan sevgili Oğuz Atay’a şimdinin kahramanlarının bu açmazda nihayet bir orta yol bulabildiklerinin müjdesini verelim. Şimdi hem modern hem muhafazakâr, hem doğulu hem batılı, hem yerde hem de gökte olabiliyorlar. Üstelik aynı cümle içinde İbn Arabi’yi ve Tarantino’yu denk getirebiliyorlar:
“Türk halk müziğiyle folk rock arasında bir bağ kuruyorsun. İsyandır, ötekileştirmedir vesairedir bağlantıların bir zincir gibi arka arkaya geliyor. Neşet Ertaş da, Bob Dylan da merkeze bir başkaldırı değil mi? Masadaki cümle çaylağın hayran bakışları üstünde yoğunlaşırken, Tom Waits’ten Leonard Cohen’den bahis açıyorsun. Oradan Pink Floyd’a atlayıp gerisin geri Orhan Gencebay’a, acıların kadını Bergen’e dönüyor cümlelerin. Bu çıkarımlar, bu benzetmeler çok az sayıda kişinin yapabildiği kıvrak zihinsel manevralar.”
Gelelim, “Sadettin İle Nagehan’ın Mutlu Bitmeyen Öyküsü”ne. Öykünün ilk cümlesi şu: “Aylardan nisan değildi.” Sonrasında, “ağaçlar çiçeğe durmamış, rüzgârın dağdan bayırdan getirdiği güzel kokular mahalleyi, sokağı, evleri doldurmamıştı” diye devam eden öykü baştan sona bir değilleme. Öykücü tersine bir kurguyla söylemediğini söylüyor ya da aslında anlatmayarak anlatıyor. (Post-modernite sen nelere kadirsin!)
Okur olarak anlatıcının ağına düştünüz bir kere. Anlam ağı etrafınızı sarıp sarmalıyor ve kitabın son bölümünde sizi fazlasıyla sıra dışı bir üçleme karşılıyor. Üstelik öykücümüz Hasan Harmancı, üçlemenin ilk öyküsünde bizzat kendi adına ithaf düşmüş. Aklıma Mezarımdan Yazıyorum kitabı için “etimi kemiren ilk kurda” diye ithaf düşen Machado de Assis geliyor. Görüyorsunuz ya, ben de yaptım. Hasan Harmancı’yı ve Machado de Assis’i aynı cümle içinde kullandım. Ne yapalım, çağımızın vebası.
Son olarak, sağlam bir mesele ortaya atalım. Öykünün eleştirisi yapılır da eleştirinin öyküsü yapılmaz mı? “Aşk İbaresi” başlıklı öykü işte tam da bunu yapıyor. Şimdi kuracağım cümle biraz kafa karıştıracak: Öykücü, üçlemenin ilk iki öyküsüne getirilen eleştirileri eleştiren örüşük bir öykü yazıyor. Evet, ters köşe diye buna denir. Üç öykü de iç içe geçiyor. Anlatıcı bir oyun kurucu gibi ustaca ardı ardına hamlelerini sıralıyor. Yazın camiasının tüm aranan isimleri bir arada. Derginin genel yayın yönetmeni, öykücü, eleştirmen ve hatta gizliden gizliye okur bile bu cümbüşün içerisinde. Açıkçası şu yazıyı yazarak ben de bir yerden öyküye dâhil olmaktan korkmuyor değilim. Neyse ki elçiye zeval olmaz.