Ursula’nın Süleymancıkları
Şehre inerken -bazıları için şehre sadece girilmez, inilir- kitabı kayamın üzerinde bıraktım. Rüzgârın sayfaları oraya buraya savurmasının kütüphanemde tozlanmasından daha iyi olacağını düşündüm. Şimdi bu fikir pek de parlak gelmiyor. Çünkü mülkiyet kayamın üzerindeki otları yoluyor.
Beydağlarının 2500 rakımlı zirvesinde geçirdiğim o uzun yaz günlerinden -başlangıç ve bitiş arasındaki sıranın dahi bozulduğu- geriye çatlaklarından dışarı fışkıran otların işgalindeki kayalar ve Ursula kaldı. Sabahları güneşin aniden baskın verdiği küçük odadan kendimi dışarı atmamla başlayan ve keçilerin yeryüzüne dağılırken bıraktıkları siyah beyaz renklerin zihnimi altüst ettiği o karmaşada çantama tutunan birkaç kitap kendime bir dünya kurmama yetmişti. Televizyon yok, telefon çekmiyor, rüzgârın ve keçilerin sesinden başka bir ses yok. Daha da önemlisi böyle olsun diye orada değilim. Akdeniz’den gökyüzüne doğru uzanan bu alan bana ait. Yurt tutmuşlardan, mülksüzlüğü mülk edinmişlerden ve onların çocuklarından bana kalmış. Bu yüzden oradayım.
Eski Hristiyanların; Romalı valilerden, iz sürücülerden ve lejyonlardan kaçarak kendilerini dağa yasladıkları bu yerde inşa ettikleri gözetleme kulelerinin yıkıntılarında kendime bir kaya seçiyorum. Kayanın başına çıkıp, ayaklarımı Eski Roma’nın alınmamış intikamına doğru sallıyorum. Elimde o kitap var; “Her Yerden Çok Uzakta”. Çakmağımı kim bilir nerede düşürdüm. Yenisini eskisine ulayarak içtiğim tütün ve ben her yerden çok uzakta Ursula’nın satırlarını okuyorum. İmge Yayınlarından çıkan ve bir kayanın üzerinde iki insanın bulunduğu o kapak ile yaşadığım dejavu, kayanın üzerinde yalnız olduğum gerçeğiyle bozuluyor. Bir süleymancık ayaklarımın dibinde dolanırken üzerinde bulunduğum kayanın irtifa kazandığını hissediyorum. Pek az kitap, zamanı ve mekânı bükebilir. Ursula’nın kelimeleri dağı, kayayı, süleymancığı, nefes almayı, güneşte pişmeyi, akşamüstü aninden üşümeyi, dokunma mesafesine gelinceye kadar gökyüzünü bükmeyi ve bütün bunları yaşamak denilen muşambayla kaplamayı başarıyordu. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, ki zamanın ne kadar geçtiğini hatırlamama dünyevi huzurun zirvesidir, sonra aşağı düşersiniz. Çünkü bir faninin zamanı unutması tehlikelidir. Kayadan aşağı sarkıttım kendimi. Keçi yolunu takip ederek eve döndüm. Ertesi sabah tekrar aynısını ve sonraki sabah bir kez daha. Yaptım. Kitaba portakalların yapışkanlığı, biraz sigara yanığı, son sayfasının son satırına ise keçi sütü iz bırakmıştı. Yaşam izleri. Takip edip pek güzel ölebileceğimiz izler.
Sonra, aslında bir sonra olmasa ne olurdu sorusu uzun bir süre hiç korkutmadı beni, hayatımın en ışıklı ve renkli anlarında, aklımda aniden beliren ve bir türlü gitmeyen o görüntü Ursula’dan miras kaldı: Kayanın çatlaklarından fışkıran otların inadı, yersizliği, geçiciliği ve zaferi. Nereye daldın sorularının, parmak şıklatmalarının ve neşeli hatırlatmaların aşmaya çalıştığı koca bir kaya olarak hayat kendini pek bir güzel tanıttı o yaz bana. Sessiz, olaysız, insansız… Sadece Ursula’nın süleymancıkları ayaklarımın altında bir görünüp bir kaybolurken bileklerimden yukarı doğru çıkan karıncalanma, faniliğin tende bıraktığı bir nişan gibi her zaman sinir uçlarımda artık.
Şehre inerken -bazıları için şehre sadece girilmez, inilir- kitabı kayamın üzerinde bıraktım. Rüzgârın sayfaları oraya buraya savurmasının kütüphanemde tozlanmasından daha iyi olacağını düşündüm. Şimdi bu fikir pek de parlak gelmiyor. Çünkü mülkiyet kayamın üzerindeki otları yoluyor. Oysa rüyanın öte yakasına geçebilseydik şöyle olurdu;
“Bilinçli bir zihin, bilerek ve özenle bir bütünün parçası olmalıdır. Tıpkı bir kayanın bilinçsiz olarak bütünün bir parçası olması gibi.”
- Evet biz de az önce “Süleymancı” diyor sandık. Ama Ursula merhum, fantastik olduğu için garipsemedik! (A.E.)