Unutkan Kalp
Ameliyat olduktan beş ay kadar sonraydı. Mirvan’la birlikte cuma namazına gitmiştik. Tam bu sırada göğsümün sol yanında bir seyirme hissetmiş ve Mirvan’a tutunmuştum. Gözlerim kararmıştı. Kendime geldiğimde imam elimi tutuyordu. Başıyla mihrabı işaret etmişti.
Biz onların kalblerini ve gözlerini çeviririz de, onlar, ilkin iman etmedikleri gibi, gene de iman etmezler. Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın bırakırız.
(En’am-110)
El öptürmeyi sevmesem de yüceliğimin hissedilmesi, ritüelin idamesi, amacımın damarlarımda gezinen sıcaklığı ve intikamımın soğuk ateşi için buna katlanmak zorundayım. Önümdeki kalabalığın büyük bir hazla, birbirleriyle yarışırcasına elime ulaşmaya çalışmalarını seyretmek, elimi kutsayışlarını vakur görünmeye çalışarak duyduğum iğrenmeyi bastırmak zorundayım. Elimi incitmemeye çalışarak kavrayan bu tombul elin sahibini tanıyorum. Birçoğunu tanımam oysa.
Kısa boylu, yüksek numaralı gözlükleri olan ve sakalı çıkmamasına rağmen sürekli tıraş kolonyası kokan bu adam, birkaç sene önce ülkenin saygın üniversitelerinin birinde mühendislik fakültesinin dekanıydı. Elimi büyük bir huşu ile öptü. Bütün vücudu yaprak gibi titriyordu. Elimle sağ omzuna hafifçe vurarak okşadım. Saygısızlık etmekten çekinerek hafifçe doğruldu. Bana sırtını dönmeden birkaç adım geri gitti, sağ elinin avcuyla sol omzunu kavradı ve okşadığım sağ omzunu öptü. Elimi öpebilenlerin geçtiği duvar dibine gitti -ki burası onlar için cennetin dünyadaki yansımasıydı- başını öne eğdi ve ellerini önünde kavuşturarak kıyamda beklemeye başladı.
“Babacım çok yoruldum.” Kızım yorulmuştu ve böylece bugün de el öptürme ritüelinin sonuna gelmiştik. Nihayet. Yedi sene önce, ülkemi terk etmemden birkaç gün önce de aynı cümleyi kurmuştu küçük kızım. “Babacım çok yoruldum.” Ağlıyordu o gün, ağlıyordu fakat gözyaşı dökemiyordu. Yedi sene, on üç gün, on bir saat, yirmi dokuz dakika ve... Saniyesini söylemem anlamsız çünkü sürekli değişiyor.
***
Çöküş
Yedi sene önceydi. Gece boyu ateşler içinde inim inim inleyen kızımın alnına ve koltukaltlarına ıslak havlu koymaktan uyuyamamış ve sabaha karşı nereden ilaç bulacağımı düşünerek uykuya dalmıştım. Haliyle de geç uyanmış ve neredeyse başlamak üzere olan dersime yetişebilmek için apar topar hazırlanarak evden çıkmıştım. Kampüse girmiş fakat fakülteye henüz ulaşamamıştım ki hocası olduğum edebiyat fakültesi bir savaş uçağı tarafından, hangi harfin ve hangi sayının yan yana gelmesiyle oluştuğunu bilmediğim modeldeki bir savaş uçağının yine hangi harf ile hangi sayının yan yana gelmesiyle oluştuğunu bilmediğim tipteki bir füzesiyle bombalanmıştı. Kızım hayatımı kurtarmıştı. O vakitler kızlar, babalarının hayatlarını kurtarmakta pek maharetliydiler.
Patlama seslerinin, mermi vızıldamalarının, yanık plastik kokularının, kopmuş insan uzuvlarının arasından sıyrılmaya çalışarak koşuyordum. Önce korkunç bir uğultu, sonra havayı yırtan keskin bir ıslık sesi, sağır edici bir patlama ve kısa bir sessizlikten sonra başlayan insan çığlıkları. Savaş orkestrası, Zulüm adlı ünlü bestecinin ölümsüz eserini, Kıyım konçertosunu icra ediyordu. Bir an önce evime ulaşmak, karımı ve kızımı alıp artık yaşanmayacağına kanaat getirdiğim ülkemi terk etmek istiyordum. Savaşamazdım, elime hiç silah almamıştım. Benim silahım kalemimdi. Yurtdışında bu duruma farkındalık oluşturacak yazılar yazabilirdim. Buydu benim askerliğim. Ülkeme ancak bu şekilde hizmet edebilirdim. O vakitler kendimi kandırmakta pek maharetliydim.
Dairemizin kapısının kırılmış olduğunu gördüğümde hissettiklerimi şimdi düşünüyorum da... Önce kaygı ve peşisıra gelen korku... Bunlar kardeş olan hisler. Aynı değiller fakat çok benzerler. Çift yumurta ikizi olabilirler. Birbirlerinden ayrılmaları çok güç. Kapının eşiğinde kalakalmıştım bu ikiz kardeşlerle. İçeriden sesler geliyordu; bağrışlar, kahkahalar, küfürler ve kızımın cılız çığlıkları... Yerdeki kapı kolu parçasını almış, bütün cesaretimi toplayarak içeri dalmıştım. Köşedeki berjerde elbisesi paramparça olmuş karım kıpırdamadan duruyordu. Alnındaki yuvarlak leke ve üst başının bu haliyle hint fakirlerine benziyordu. Üçlü koltuktaki kamuflajlı pantolonunu dizlerine kadar indirmiş bir adam kızımın üstünde duruyordu.
Adamın niye benim daha henüz okula başlamamış kızımın üstünde olduğunu bir an anlamamıştım. Karımın kafasına sıkılan kurşun sanki benim beynimdeydi. Algılarım zayıflamıştı. Gözlerimi sıkıca yumup tekrar açtığımı hatırlıyorum. Soluk yüzündeki feri gitmiş gözlerini bana dikmiş kızımın “Babacım çok yoruldum.” demesini, elimdeki kapı kolunu kamuflajlı adama fırlatışımı ve büyük bir hızla yüzüme yaklaşan ahşap dipçiği hatırlıyorum. Kendime geldiğimde kızımın üçlü koltukta hareketsiz yattığını görmüştüm. Karımın berjerdeki bedenine baktığımda hissettiğim acının en az üç katını hissetmiştim. O vakitler koltuklar, acıların mukayesesinde pek maharetliydiler.
Değişim
Uzun ve çileli bir yolculuğun ardından sınırı geçmemin üstünden iki yıl geçmişti. Kızımın elinden tutmuş, yetmiş iki milletten insanın olduğu rivayet edilen bir şehrin dar sokaklarında yürüyorduk. “Babacım çok yoruldum.” Kızım çok yoruluyordu. Kızım artık sadece yoruluyordu. Üstünde o günkü elbisesi, yüzünde aynı solukluk, aynı canlılığını yitirmiş gözler ve dilinde tek bir cümle.
Kalp çarpıntılarımın ve bayılmalarımın sıklığı artmıştı. Sebebini biliyordum. Brugada sendromu demişti ülkemdeki doktor. Kalbim ara sıra kasılmayı unutuyormuş. Unutkan bir kalbe sahiptim. Doktorun söylediğine göre babam da bu hastalıktan ölmüş. Kalp krizi demişlerdi halbuki. Yedi yaşındaydım ve çok üzülmüştüm babam öldüğünde. Kızımın da üzülmesini istemiyordum. Zaten çok yoruluyordu. Hiç değilse bu yüzden tedavi olmam gerekiyordu. Elindeki iki üç santim boyundaki cihazı göstermişti doktor.
ICD denen bu cihazı derimin altına yerleştireceklerdi. Cihaz, damarlarımdan geçecek kablolar vasıtasıyla kalbime ulaşacak ve kalbim kasılmayı unuttuğunda ona şok verecekti. “Bu işlemden sonra x-ray cihazlarından geçerken öteceksiniz.” Kahkaha atan doktorun yüzüne donuk bir ifadeyle bakmıştım. Doktorlar espri yapmamalıydı. Savaş başladığında teşhisimin üstünden henüz birkaç gün geçmişti. Haliyle tedavi olamamıştım ve x-ray cihazlarından geçerken ötemiyordum.
Herkes için her türlü eşyanın bulunduğu söylenen varoş bir mahalledeki bit pazarına gitmiştim. Şehrin tüm çalıntı malları, ikinci el eşyalar, antikalar, cep telefonu parçaları, eski araba konsolları, metal şırıngalar... Gerçekten her türlü eşya vardı. Kızım yorulmadan önce bütün pazarı gezip gezemeyeceğimi düşünüyordum. Tezgah sahipleri, bir şey almadan uzun süre bakanları azarlıyor ve tezgahlarının önünü boşaltmaya çalışıyordu. Kış mevsimiydi, kar yoktu fakat insanın kemiklerini sızlatan bir soğuk vardı.
Her köşe başındaki siyah dumanlar çıkaran tenekelerin önünde titreşerek ısınmaya çalışan üç beş kişi mutlaka oluyordu. Kızım üşüyor mudur acaba diye düşünmüştüm ki konuştu. “Babacım çok yoruldum.” Benim canım kızım üşümüyor, sadece yoruluyordu. Altı orta yaşlı erkekle paylaştığım gecekonduya dönmeye karar vermiştim. Yüzü isten kapkara, bıyıkları sigaradan sapsarı, gözleriyse Allah vergisi masmavi olan ihtiyarın kirli tezgahında görmüştüm nihayet. Bir aylık ekmek parasına almıştım ICD’yi.
Elimdeki cihazla gecekonduya dönerken nasıl ameliyat olabileceğimi düşünüyordum. İltica ettiğim bu ülkede herhangi bir güvencem yoktu. Ülkemi, evimi terk etmeden önce yanıma aldığım paranın hemen hepsi erimişti. Evden parayla birlikte bir şey, tek bir şey daha almıştım. Karımın nikah yüzüğü. Unutmayayım diye almış, boynuma asmıştım. Unutkan kalbimin tedavisini, unutmayayım diye boynuma astığım yüzüğün karşılayacak olması... Hem parayı denkleştirsem bile bu ülkenin doktorları bizi sevmiyorlardı ki, işleri yetmezmiş gibi bir de biz çıkmıştık. Hastalıklarımızı da getirmiştik ülkemizden. Sigara yakmak istemiştim tüm bunları düşünürken fakat bırakmıştım sigarayı. Parasızlıktan. Sigarayı bırakmıştım bırakmasına ama kızımın elini bir an olsun bırakmamıştım. Daha da yorulurdu, buna katlanamazdım.
Mirvan, demden ibaret zift gibi çayını yudumluyor, bense uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerimi ovuşturuyordum. Gecekonduyu paylaştığım adamlardan biriydi Mirvan. Doktor ayarlayabileceğini söylemişti. Mesleğinden ihraç edilmiş bir doktor tanıyormuş. Birine inanmış bu doktor vaktiyle, birçok kişi gibi güvenmiş. Onun düşüncelerini kendi düşünceleri bellemiş, ülkesine hizmet ettiğini filan sanıyormuş. İnanıp güvendiği kişinin sahtekar çıkmasına inanmamış önce. “Zaten hep böyle değil midir abi?” demişti Mirvan, “Güvendiğin dağlara karlar yağar, donana kadar üşümediğini iddia edersin.” İş işten geçtiğinde anlamış doktor. Anlamış anlamasına ama nafile. Ülkesine ihanet eden bu sahtekara inanan herkes gibi ihraç edilmiş mesleğinden. “Fakat bakması gereken bir ailesi var. Adam iyi doktor, yamuk yapmaz.” demişti Mirvan.
Doktora ülkemdeki meslektaşlarının hastalığım hakkında söylediklerini anlatmış ve elimdeki cihazı göstermiştim. Uzun bir süre incelemişti cihazı. “Bu ameliyatı yapabilirim.” demişti. “Fakat bu cihaz çok eski, bazı yan etkileri olabilir. Dört dörtlük çalışmasını bekleyemeyiz.” Boynumdaki yüzüğü çıkarıp eline tutuşturmuştum. Karımın gözleri, gözlerimin önünden kayıvermişti sanki o an fakat yapacak başka bir şey yoktu Unutkan kalbimin ara sıra tokat yemesini istiyordum ve bu konuda kararlıydım.
Ameliyat başarılı geçmişti fakat doktorun bahsettiği gibi bir sorun çıkmıştı. Cihaz eski olduğundan olsa gerek kimi zaman durduk yere kalbime şok veriyordu. Böyle zamanlarda tüm vücudum birden titriyor, göğsüm sıkışıyor, kalbim göğüs kafesimi parçalayacak kadar hızlı atıyor ve gözlerimin önüne bir perde iniyordu. Ben de aklıma gelen ilk şiir dizesini ya da ne bileyim roman cümlesini söyleyerek kendime gelmeye çalışıyordum. Neyse ki kızım hep yanımdaydı. Mirvan da öyle. Üstelik Mirvan yorulmuyordu.
Yükseliş
Ameliyat olduktan beş ay kadar sonraydı. Mirvan’la birlikte cuma namazına gitmiştik. İmam hutbede ashab-ı kiram’dan bahsediyordu. “Babacım çok yoruldum.” Yanıbaşımda dikilen kızım yine çok yorulmuştu. Tam bu sırada göğsümün sol yanında bir seyirme hissetmiş ve Mirvan’a tutunmuştum. Dudaklarımın kuruduğunu, gözlerimin yuvalarından fırlayacak gibi açıldığını, göğsümün üzerine bir fil oturmuş gibi ezildiğini hatırlıyorum. Gözlerim kararmıştı. Kendime geldiğimde imam elimi tutuyordu. “Efendim camimize gelerek bizi şereflendirdiniz. Buyrun lütfen. Biz gafilleri sizin arkanızda namaz kılmaktan mahrum etmeyin.” Neler olduğunu anlayamamıştım.
Dilim tutulmuştu, ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Afallamış bir halde kalkmama yardım eden Mirvan’ın suratına bakıyordum. Başıyla mihrabı işaret etmişti. Cemaatteki herkes gibi o da hürmetten kusur etmemeye çalışan biri gibi ellerini önünde kavuşturmuştu. Kafa karışıklığıyla mihraba gitmiştim. Kamet getirilirken kızım yine çok yorulduğunu söylediğinden fatiha’dan sonra birinci rekatta kevser, ikinci rekatta da ihlas suresini okuyup selam vermiştim. Elimi öpmek için yarışan cemaatten sıyrılıp soluğu Mirvan’ın yanında almış ve neler olduğunu sormuştum.
“Abi senin şu cihaz her zamanki gibi şokluyordu herhalde, kolumu öyle bir sıktın ki morardı vallahi.” demişti sahile inen dar sokaktan geçerken. “Sonra birden ‘Allah!’ diye bağırdın. Gözlerin ters döndü sanki, sadece göz akların görünüyordu. Cemaat şaşırıp bize döndü tabii. ‘Fâtımatu’z-Zehrâ’yı çaldılar, Kur’an’ın ilk nüshasını sattılar’ filan diye bağırarak bir şeyler söyledin. Yemin ederim dayak yiyeceğimizi düşündüm o an.” Şiiri hatırlamıştım. Demek bu şiiri seçmişti zihnim kendine gelebilmek için.
“Meczup, Allah dostu, Evliya, Hızır gibi sözlerle dalgalandı birden cemaat. İmam minberden inip yanına geldi. Gerisini biliyorsun işte.” Şaşırmıştım. Şaşırmış mıydım? İnsanlar böyleydi. Önce bir kutsal icat ederler sonra da körü körüne ona tapınırlardı. Putlardan tutun da süper kahramanlara kadar hepsi ama hepsi bu kutsallık, ulaşılabilecek kutsallık ihtiyacının sonucunda ortaya çıkmıştı. Doktoru anımsamıştım. İnancını, güvenini... O gün vermiştim kararımı. Ülkemin, insanlarımın, eşimin ve yorgun kızımın intikamını alacaktım. İcat ettikleri gibi bir evliya olacak, kendi ordumu kuracaktım.
Kalabalık mabetlerde kalbimin tokatlanmasını bekleyerek, bunu umut ederek geçirmiştim sonraki günlerimi. Birçoğunda da bu gerçekleşmiş, kendimden geçmiştim. El pençe divan önümde duran kişi sayısı günden güne artıyordu. Kimler yoktu ki bu kalabalıkta. Profesörler, iş adamları, yazarlar, medya patronları, bürokratlar... Kendimi güneş gibi hissediyordum ve önümdeki günebakan tarlası durmadan genişliyordu.
***
Her adımımla birlikte katman katman açılan insan koridorunda önümde kızım, arkamda Mirvan ile yürüyorken bir anda olduğum yere mıhlandım. Beni ameliyat eden doktor. Burdaydı. Koridorun tuğlalarından biriydi. Göğsüm seyirdi. Kalbim, dudaklarım...
“Babacım çok yoruldum.”
“Allah!”