Umuda rağmen beklemek

Hayatımda ilk defa gitmek istiyordum.
Hayatımda ilk defa gitmek istiyordum.

Sabrı öğrendim. Umuda rağmen beklemeyi. İçinden sular geçen uzak kentlerde, ekmek için değil yol ve içki için dilenenler gördüm. Vermeyi öğrendim. Kabullenmeyi. Tebessüm etmeyi. Yetmiş iki milletten insanla dolu gemiler gördüm. Hengâmeyi öğrendim. Benzerini bulmayı. İyileşmeyi. Çarşılar gördüm, tavanına onlarca başka dil çarpan. Bilmeyi öğrendim.

Ben. Beklemekten yapılmış bir duvardım. Babamı, devleti ve Allah’ı bekledim hep. Söyledikleri her şeyi yaptım. Sevdiğim oğlan aylardır yolunu gözlediğim mektubu bana verdiğinde, mektubu okuduktan sonra babamın gözlerine bakamam diye, bir koşu gidip okul tuvaletinin kapkara deliklerine attım. Sevdiğim oğlan günlerdir hayalini kurduğum buluşma için İstiklal Marşı törenini ekip sınıfta saklanmayı önerdiğinde, törenlerin ve marşların ötesindeki devlete koştum ve sıranın en önünde durdum. Sevdiğim oğlan uykusuzluklarımın sebebi olsa da, geceler boyu kıvrandıktan sonra, nihayet onu öpmeyi hayal edişimin sabahında, en çok Allah’tan korktum.

Babam, devlet ve Allah her konuda uzlaşırdı. Birinin siyah dediğine öbürünün beyaz dediği olmazdı. Ben üçünün ortasında salınır dururdum. Babamın, devletin ve Allah’ın sevdiği evimize öyle pek fazla insan girip çıkmazdı. Doğruyu kıyas edemez, bana hem yönelmiş hem vaat edilmiş olarak bulurdum. Dünyamda arzunun da isyanın da yeri yoktu. Bu ikisi, soğuk gecelerde, yün yorganın altında yoklar gibi olsa da üzerine güneş doğmayan bedenlerimiz güneşi doğururken unutulurdu. Radyo cızırtılarından, çocuk seslerinden, belediye ilanlarından, böcek ilaçlama arabalarından, ağustos tozlarından, dondurma külahı kokusundan, kapı önü oturmalarından geçip giderdi yaz. Kışın da beklerdim. Nasılsa birileri hatırlatırdı ne yapmam gerektiğini. Bir gün kahve yapmam söylendi. Usulen fikrim alındı, sözler verildi. Avucuma kına yakıldı, para konuldu, içimden ağlamak gelmedi. Evleneceğim adama her baktığımda babamı, devleti ve Allah’ı gördüm önce. Gerisi net değildi.

Onun evi her şeyin başladığı yerdi. Arzu, isyan, aşk; benden saklanan her şey orada toplanmıştı. Gelin olduğum gece, bir erkeği ilk kez güçsüz gördüm. Dudaklarımda uzun zamandır hasret kaldığı bir şeyi bulmuş gibiydi. Elleri boynuma. Aşağılara. Bütün avucuyla. Bekledim. Babamın, devletin ve Allah’ın seçtiği adam en iyisini bilirdi. O gecenin sabahında, bir erkeği ilk kez bu kadar çok konuşurken gördüm. Allah, devlet ve babam gibi suskun değildi. Yaptığı işten bahsediyordu. Yollardan, başka insanlardan. O sabahın akşamı, ilk kez hiçbir şey bilmediğimi düşündüm. Belki yetişmiş ama büyümemiştim. İri gözlerini yüzümde yakalardım bazen. Anlatmamı ister gibiydi. Bahsetmemi. Konuşmamı. Bildiğim hiçbir şey yoktu. Rüzgâra benzeyen ama midemi buran sıcacık bir şeyler geçerdi içimden bana öyle baktığında. Bana öyle baktığında, bildiğim bir şeyler olsa bile unuturdum.

Ona elimi uzatmayı beceremiyordum. Yanına gitsem. Sokulsam. Gözlerine bakmaktan utanmadan dudaklarını bulsam. Bana öyle bir sarılsa ki kaybolsam. Hem bana verilen ilk armağan hem efendimdi. Arzu nerede başlar, nerede bitmeli bilmiyordum. Gittiğinde en çok gözlerini özlerdim. Babam da devlet de Allah da yoktu bu özlemde. Üçünün de hoşuna gitmeyecek arsızlıklar vardı. Bugüne kadar bu kadar güçlü bir şeyin yabancısıydım. Çarşıda, pazarda, akrabalarda gözlerim gözlerine değene dek bir başınaydım. Gözlerini bulunca deniz olur, nefeslenir, yayılırdım.

Gittiğinde üç günü geçirmezdi hiç. Geldiği her sefer daha insan, daha kadın, daha aşıktım. Uzun yollara gitti sonra. Babam, devlet ve Allah’tı sorumlusu. Bana sevmeyi öğretmediler. Bana; güvenmeyi, inanmayı, beklemeyi. İçimde bir yangınla baktım. Uzun yollar kararıp durdu aklımda. Başka insanlara, başka kadınlara hasetlendim kaldım. Çıkışı olmayan bir beklemek en kolayıydı. İçine umut giren beklemelere dayanılmazdı. Ellerim titremeye başladı. Yanında kim varsa parmak aralarımdan geçsin istiyordum. Saçları, kolları, kahkahaları. Onun yanında gülen tüm yüzler nefessiz kalsın. Renk ve biçim değiştiren suratlarını şöyle iki elimin arasında sıktıkça sıktığımı hayal etmeye başladım. Ellerimin titremesi durmadı. Ondan ülkeler ve şehirler kadar uzakken kötü bir bozkır rüzgârı esip durdu sadece. Parmaklarımın arasındaki karıncalanmayı almaya yetmedi. Kara kıvırcık saçlar ve beyaz dişler ellerimden kurtulup üstüme çöreklendi sanki. Yarım yamalak alabildiğim nefese karıştı.

Yerle bir etmek istiyordum onları. Dünyada tek kalmak. Kanımı, tenimi, şehvetimi sevdiğime sunmak. Tüm zayıflıklarım onun bakışı değince güzelleşiyordu çünkü. Başkasına tahammül edemiyordum. Özlüyordum. Özlüyordum ve tek ses gelmiyordu. Hızlıca geçip gidiyordu kadınların yüzleri üstünden. Hiçbirini görmüyordu. Dünya benim içimde kaynıyordu. Benim içimden taşıyordu nehirlerin suları. Yollara bakıyordum. Topraktan ve ağustostan başka şey görünmüyordu. Birkaç hayvan sesi, bazı çocuklar, tül perde. Rüzgârlar onu getirmiyordu. Sevinçler duyardım bazen. Özellikle kalabalıklarda. Gözleri. Gözleriyle yeniden karşılaştığımda. Onu beklemek o sevinçlere benzemiyordu. Hayatımda ilk defa en güzel şarkılar benim olmadığım yerlerde söyleniyordu. Çünkü ondan önce zavallıydım. Sadece başka yerlerden değil şarkılardan bile haberim yoktu. Dünyanın dışındaydım şimdi. Dünyanın ne olduğunu bilirken dünyanın dışında kalmak acımasızdı. En güzel şeylerle tanıştırılmış ve hepsinden uzağa atılmıştım. Gözlerime bir delilik düğümleniyordu.

Geldiğinde yalvardım. “Götür beni de ellerinin değdiği yere. Ayakların nereye basıyor da böyle sıcak geliyor bana? Gözlerin hangi göklerde yalazlatıyor mavisini? Yüzün hangi çeşmelerde çizgi çizgi oluyor da erkekleşiyor? Hangi dağ güzelleştiriyor seni? Hangi nehir sevdanı serinletiyor? Ben hangi yolun sonunda bekliyorum gelmeni?” İlk kez bakıyordum babam, devlet ve Allah’ın ötesine. Sanki bir anda önümde açılıyordu yollar. Hayatımda ilk defa gitmek istiyordum.

Gittik. Gittikçe güzelleşiyordum yanında. Benim için çizilmiş sınırların ardına yürüyordum. Karanlığı, soğuğu, öksürük seslerini, kapı önlerini, eski paspasları, ıtırları ve yaseminleri arkamda bırakıyordum. Bir ömür hiç gocunmadan her şeyi atmıştım sırtıma. Kamburumdaki fazlalıkları temizliyor, dikleşiyordum. Onun hastası, bunun ağrısı kimse yoktu yollarda. İnsan etinin ağırlığını onlardan uzaklaştıkça fark ediyordum. Hafifliyor, ferahlıyor, tazeleniyordum. Başka ülkeleri gösterdi bana. Başka şehirleri. Başka insanları. Suyun içinde, yolun üstünde, güneşin altında ya da karanlığın gölgesinde korkmadan ilerliyordum. Bir daha görmeyeceğim yüzler geçip gidiyordu yanımdan. Geçiyordu ama her zaman bende kalacaklarını biliyordum. Dağlar değişmiyordu.

Dağların karnını yarıp kırık beyazları ortaya çıkarmışlardı başka ülkelerde de. Gök değişmiyordu. Ne zaman baksam altında aynı telaş. Sular değişmiyordu. Hepsi ılık, hepsi sanki az önce yaratılmış. Yanımdaki adam değişiyordu bir tek. Bildiğim her şeyden daha çok güzelleşerek. Gördüğüm her çeşmenin başında ne yapacağını bilen insanlar oturuyordu. Gördüğüm her çeşmeden sular içtim. Her damla büyütsün beni Allah’ım dedim. Sevmeyi öğretsin. Dayanmayı. Bu insanlar gibi olmayı. Ne yapacağını bilmeyi. Koca binaların gölgesinde kalmış büyük caddelerden geçtim sonra. Yaşamayı öğrendim onlardan. Aylaklık etmeyi. Vazgeçmeyi. Az insanın olduğu hayalet şehirlerde, yüzlerce yılda tamamlanan dantel gibi yapılar gördüm.

Sabrı öğrendim. Umuda rağmen beklemeyi. İçinden sular geçen uzak kentlerde, ekmek için değil yol ve içki için dilenenler gördüm. Vermeyi öğrendim. Kabullenmeyi. Tebessüm etmeyi. Yetmiş iki milletten insanla dolu gemiler gördüm. Hengâmeyi öğrendim. Benzerini bulmayı. İyileşmeyi. Çarşılar gördüm, tavanına onlarca başka dil çarpan. Bilmeyi öğrendim. Dünyanın her yerinde aynı istekleri. Yüz yıllık ya da on senelik ağaçların taşıdığı parklar gördüm. Hepsinde anneler, çocuklar. Söz vermeyi öğrendim. Sözüme sadık kalmayı. Büyütmeyi. Kılıçlar, heykeller, tablolar, kitaplar gördüm. Her biri başka zamanlardan kalma. Herkesten büyük bir şeyi öğrendim. Sezmeyi. En çok gözlerini öğrendim. Dünyanın hiçbir yerinde onun mavisinden olmadığını. Onu beklemeyi bir ömür arzuladığımı.

Artık babam, devlet ve Allah kadar yalnız kalmayacağım.

  • Eğer bu bir haber metni olsaydı burada şöyle bir şey olurdu: “Bu sayı çalışkanlığıyla göz dolduran Gülhan Tuba, hazırladığı dosyanın ve organize ettiği “Dört Artı Bir” bölümünün yanı sıra hayata korkusuzca bakabilme yeteneğiyle iyi bir öykücü olduğunu da ispat etmiş oldu.” Ama değil. Bu post it. O yüzden Gülhan Tuba Çelik’i ayın personeli seçmekle yetiniyoruz! (A.E.)
  • Müsade varsa ben de bu öyküyü ayın metni seçmek istiyorum. Görsel şovlara girişmediği, tipografik oyunlara itibar etmediği, dipnotlardan kaçındığı için yazarımıza teşekkür ediyorum. (Ö.F.D.)