Tutku merak ve arayış
Geçtiğimiz aylarda ilk öykü kitabı Dinozorların Son Günü ile okurun karşısına çıkan Ali Yağan da, yarattığı kurmaca dünyasını ustalıkla büyük anlatıya dahil edebilen, titiz bir hikâye anlatıcısı. Dürüst olmak gerekirse Dinozorların Son Günü'nü okurken beni en çok heyecanlandıran şeyin Yağan'ın hikâyeler ve hikâye anlatıcılığı ile kurduğu tutkulu ilişki olduğunu söyleyebilirim.
Bilincin, sadece bir özne olarak evreni dolduran nesnelerden ayrışma işlevi değil, bir yandan da içimizde daha derinlere doğru bir tür geri çekilme ve bu çekilişle oluşturduğumuz alanda dünyayı bir kez daha inşa etme becerisi olduğu söylenebilir. Aslında hepimiz dünyamızı içimizde taşıyor ve bu dünyada yolumuzu hikâyelerle buluyoruz. Belki de iyi bir hikâye dinlediğimizde hissettiğimiz o ürperti, hikâye anlatıcısının teklif ettiği yolculuğun dünyamızı yeniden şekillendireceğini bilmemizdendir. Çünkü her iyi hikâyeden sonra tekinsiz ancak bir o kadar da tanıdık, tehlikenin yanında kurtuluş da vadeden yeni bir dünyaya uyanırız. Bir bakıma hikâyelerden ibaret olduğumuzu, toplumların kolektif bilincinin hikâyeler etrafında şekillendiğini de söyleyebiliriz. Nihayetinde insanlığın kadim anlatısı aslında hepimizin kendi hikâyesi ile dahil olduğu, arketiplerin bilinç içeriklerini düzenlediği büyük hikâyedir. Geçtiğimiz aylarda ilk öykü kitabı Dinozorların Son Günü ile okurun karşısına çıkan Ali Yağan da, yarattığı kurmaca dünyasını ustalıkla büyük anlatıya dahil edebilen, titiz bir hikâye anlatıcısı.
Dürüst olmak gerekirse Dinozorların Son Günü'nü okurken beni en çok heyecanlandıran şeyin Yağan'ın hikâyeler ve hikâye anlatıcılığı ile kurduğu tutkulu ilişki olduğunu söyleyebilirim. Köklerini mit ve masallara değin sürebileceğimiz öykülerinde sadece içinden çıkıp geldiği coğrafyanın kaynaklarından değil çağdaş edebiyatın kurucu metinlerinden de aynı oranda beslenebiliyor oluşu heyecan verici. Dahası, bu yaratıcı etkilenme kesinlikle ölçüsüzce ve bir çeşit maruz kalma biçiminde değil. Yağan'ın metinlerinde misafir ettiği kahramanlar, mekanlar ya da olaylarla ünsiyet geliştirdiği isimler; hikâyelerin işlevi ve unsurları ya da zihinlerimiz, ruhlarımız ve dünyamız üzerindeki güçlü etkileri bağlamında benzer tavırlar takınmaları ile dikkat çekiyor. Öte yandan Ali Yağan'ın kimi tercihlerinin okuruyla kuracağı ilişkinin doğası için bazı tehlikeler barındırdığını da düşünmüyor değilim.
Tüm büyük eserlerin kendinden önceki büyük eserlerin yaratıcı biçimde yanlış okunması olduğu konusunda Harold Bloom'a katılsam da bu tür bir etkilenmenin metinlerarasılıkla aynı yerde konumlandırılamayacağı kanaatindeyim. Dolayısıyla Dinozorların Son Günü'nde rastladığımız kimi örneklerde olduğu gibi farklı metinlerle kuvvetli etkileşimleri olan öyküler, söz konusu metinlerle yazarın kurduğu gibi güçlü bağlar kurmayan okur için fazlaca tekinsiz ve zorlu bir yolculuğa dönüşebilir. Kuşkusuz Yağan, okuruna alan bırakmayı, onun rotasını tek başına bulacağı bir yolculuğa çıkmasını ya da öykülerinde -ancak bahsi geçen metinlere aşina olan- bir kısım okuruyla anlamlı ilişkiler kurmayı istemiş olabilir. Kendi adıma bu tercihi hikâyelerin işlevine kısmen aykırı bulduğumu itiraf etmeliyim. Bıçak sırtı denebilecek yaklaşımına rağmen Ali Yağan'ın; özgün, zengin ve çarpıcı bir kurmaca evren yaratırken okurunu da kendi içsel dünyasını yeniden kurgulamaya ikna ettiği kesin.
Sadece tek tek öykülerde değil, bir bütün olarak öyküleriyle bizleri davet ettiği, muhatabında tatlı bir ürperti yaratan, müphem, fantastik fakat hakiki dünya kesinlikle yazarının deyimiyle insanı "güvenli dairesinden" çıkarmayı başarıyor. Dinozorların Son Günü'nde yer alan öykülerin öne çıkan bir diğer yönü ise sahip oldukları masalsı ve büyülü dil. Yeri geldiğinde miskin bir kedinin mırıltısı, bir kaplan kükremesi, rüzgarın uğultusu ya da ürkmüş bir çocuğun kalp atışları gibi anlatıyı muntazaman sarıp sarmalayarak atmosferin ihtiyaç duyduğu ritmi belirleyen dil, çoğu zaman okurun zahmetsizce kurgu içine karışmasına imkan tanıyor. Ne var ki, bilhassa kapalı, öznel ve alegorik bulduğum istisnai birkaç öyküde Yağan'ın söz dizimi tercihlerinin yorucu olabildiğini, deyim yerindeyse imge bombardımanı altındayken kimi göstergelerin izini sürmenin zorlaştığını söylemem gerek.
Yağan'ın hikâyeleri ve hikâye anlatıcılığını bu derece önemsemesi, zaman zaman anlatıcının varlığını açıkça hissettirmesiyle bir takım yapısal aksaklıklara da neden olmuş gibi. Kuşkusuz bunun bir yazar tercihi olduğu düşünülebilir ancak söz gelimi "Nar ile İncirin"de Siranuş'un düşünme ve konuşma biçimi -öykü boyunca bazen görünüp bazen kaybolan- anlatıcının, karakterin ağzından konuştuğu hissini uyandırarak sahiciliği kısmen zayıflatıyor. Kurgunun okura sunduklarından yola çıkarak, bize hikmetli sözler fısıldayanın zavallı Siranuş değil anlatıcı olduğunu biliyoruz. Yağan'ın birçok öyküsünde "hikâye anlatıcısı" kahramanları öykülerinin merkezine yerleştirmesinden ya da kimi metinlerin deyim yerindeyse öykü maskesi takmış poetik manifestolar olmasından hareketle; dikte etmek yerine ima etmeyi, göstermek yerine sezdirmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz yazarın okurunun zekasına saygı duyması, okuruna metnin taşıyıp getirdikleri ya da onun çekip çıkardıklarıyla bir anlam inşa edebilmesi için yeterli alanı bırakması gerekir.
Ancak okur bu yapı işine girişirken, -bir nevi- ayağının altındaki malzemeyi kullanmak zorunda da kalmamalı. Ali Yağan'ın yazmak eylemini okuruyla müşterek giriştikleri bir işin ilk adımı olarak görmesi ne derece isabetliyse, okuruna fazlaca sorumluluk yüklemesi de -bir yazar olarak yüzleşecekleri dikkate alındığında- bir o kadar riskli. Görünen o ki, Yağan bu riski göze alacak cesarete de sahip. Açıkçası kurmaca ve hikâyelere bu derece tutkuyla bağlanmış bir yazardan, böyle güçlü bir merak ve gözü pek bir arayıştan da daha azını beklemezdim.