Turgut Uyar ve Akçaburgazlı Yekta
Akçaburgazlı Yekta’nın hikayesi, Turgut Uyar’ın üçüncü şiir kitabı olan Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda yer alır. Modern zamanların ve büyük kentlerin insanı yalnızlaştıran, yutan veya bozup yozlaştıran tarafları, İkinci Yeni şairlerinin çoğunda görüldüğü gibi Uyar şiirinde de bu kitapla birlikte ağırlıklı bir yer tutmaya başlar.
Uyar’ın şiiri, her anlamda “mutlak geçmiş”te konumlanan “gösterişli kahramanlaştırma biçimleri”ne, “dar ve gündelik yaşamla ilgisi olmayan şiirsellikler”e, “kahramanların ambalajlanmış ve değişmeyen mahiyeti”ne de uzaktır.
Bu şiirler; çoksesliliğin yapı taşlarından olan “mikro-deneyim, bitmemişlik ve kişilerin ayrıksı kanallar talep etmeleri” gibi özelliklerin izini sürmede ilginç ve çok yönlü ipuçlarıyla doludur. Şiir, bütün mümkünlerin kıyısında bir duruş sergilediği için, kişilerinde ortak bir yasaya bağlılık da görülmez. Yazgıları, şairin dünya görüşüne ve yazgısına bire bir bağlı değildir. Biz beğenelim yahut beğenmeyelim, Uyar’ın şiire soktuğu en orijinal tiplerden biri olan Yekta, herhangi bir değeri temsil etmez. İçinde yaşadığı toplum, onun eylemlerini kutsayıp doğrulamaz; ama o kendi yanılgısına sahip çıkacak denli yaşantısaldır. Kendi yanılgı sürecini, tökezlemelerini neredeyse onun dengiymişçesine yasanın karşısına koyar. Böylelikle herhangi bir hiyerarşik değerler manzumesine teslim olmadığı gibi, ayrıksı ve çarpıcı tek kişilik kanalının kendi yasasını oluşturur.
Şiirde işleyen ve zaman zaman freudyen özellikler de taşıyan mantık, her olay ve her olgu için ayrı bir seçeneği bünyesinde barındırır. Kişileri, herhangi bir modelin mükemmelen tamamlanmış dünyasına yönelme arzusunda değildir. Her şeyle karşılaşabilecek bu kişiler, içinde dönendikleri farklı koşullar ekseninde, kendi var oluşlarını birtakım verili fikirlere uydurmaya çalışmazlar. Oluşum nedeni bize bazen ayrıksı hatta itici ve iğrenç gelse de acı eşiği yüksek bireyler olarak kurgulanmışlardır ve acıyı başka biçimde dönüştürüp çoğullaştırarak (mesela utanç, eziklik, hicran) duyumsama konusunda hipnotik bir beceriye sahiptirler.
Uyar’ın şiiri, her anlamda “mutlak geçmiş”te konumlanan “gösterişli kahramanlaştırma biçimleri”ne, “dar ve gündelik yaşamla ilgisi olmayan şiirsellikler”e, “kahramanların ambalajlanmış ve değişmeyen mahiyeti”ne de uzaktır. Uyar, işte bu tutumuyla çoksesli şiire adım atar. Bu şiir, çoklu bakış ve anlatıma izin vermeyen kuşatıcı ve biçimlendirici bir hiyerarşiye de uzak durarak, karşı çıkarak açılım gösterir. Bilakis bu şiirde, her şeyi bir arada, yan yana ve karşılıklı etkileşim halinde görebilme konusunda, çoksesliliğin ipuçlarını taşıyan bir sanatsal yaklaşım söz konusudur. Uyar şiirinde önemli olan; kişinin dünyaya nasıl göründüğü değil, öncelikle dünyanın kişiye nasıl göründüğü ve kişinin kendi kendisini nasıl algılayıp aktardığıdır. Akçaburgazlı Yekta, bu düzlemde konuşur:
- Sevdiğimden değil sevindiğimden
- Uzun geceleri durup bölüyorum
- Uyanık sesleri geliyor utanmıyorum
- Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur
- Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum
- Hep bir hikayeye girmek insan yönümüz mü
- Islanıyorum
- Bu yanım ıslanıyor daha çok
- Akçaburgaz bir küçük kentti
- Küçük evleri olan bir kentti
- Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
- Kalktım bu büyük kente geldim
- - Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri
- haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her
- zaman gerekli mi, ya benim yaşamam
- Kalktım bu büyük kente geldim
Turgut Uyar; çoksesli şiirin vazgeçilmez mekanı olan “eşikler”i kullanmasıyla da ilgimizi çeker. Şiirde merdiven basamakları, balkonlar, duraklar, deniz kıyıları, izbe yerler gibi mekanlar tercih edilir. Söz konusu mekanlar gibi şiirin kendisi de geçişliliğe, sürekli değişime tabidir ve kişilerin kendi bilincine, kadersizliğe, belirsizliğe bağlıdır:
- ‘beni bir gün bir yerde bulurlar’
- diyor birisi
- sağında gazetesi solunda bir ağustos bahçesi
- göğsünde dünyayla ilişkisi
- darmadağınık saçma sapan toz gibi
- ‘saçların kapkara gözlerin korku irisi’
- herkes kendi elini tutuyor
- öbürlerini bırakıp
- kopkoyu bir çığlık bekleniyor karşıki evden
- herkes geceyle yüz yüze şimdi
Temel izleklerinden bütünüyle vazgeçmemekle birlikte, bu tür yöntemler ve biçimler yaratma konusunda Uyar’ın özellikle 1970 sonrası dönemde (kişisel tarihinde “Divan” adlı kitabı ile başlayan dönem) farklı bir tutuma sahip olduğunu, başka mecralara yöneldiğini söylemek mümkündür.
2
Retrospektif bir yaklaşımla baktığımızda çoksesliliğe ilişkin kimi zenginlikler içermekle birlikte bünyesinde bazı çıkmazlar, çelişkiler ve birbirini eskiten geçişler taşıyan bir şiir sözünü ettiğimiz. Zaten bizzat şair özne, kafası karışık biri olarak görünür şiirin bütününe bakıldığında. Çözümlemeleri yarımdır, eksiktir. Çoğu konuda çıkış görememektedir. Kendisinden öncekilerin, Garipçilerin basit bir “çapkınlık” olarak anlatıp geçebilecekleri bir konuya eğilmiş ve ona büyük bir metin şahsiyeti kazandırmaya çalışmıştır. Kente gelmiş sıradan bir insanın yaptığı adi bir eylemi ve bunun uzantısı olan bir süreci, büyük sözler ve yorumlamalar içinde aktarırken çoklu ilgilerini, arayışlarını, birikimini de şiire giydirmiştir.
Sanki başka düzlemde, başka amaç ve etkilenmelerle yazdığı bazı şiirleri de bu hikayeye uydurmuş, katmış, eklemiş gibi bir algı da oluşmaktadır insanda. Bir ayrıntı düzeyinde kalsa da söz konusu şiirle ilgili bazı sorular ister istemez zihnimizi kurcalamaktadır. Neden “Yunanistan” değil de “Arabistan” mesela? “Dünyanın en güzel Arabistanı” bir çağrışımın eseri midir sadece; hoş ve tesadüfî bir buluş mudur? Şiirlerde “mezmur” ve “İncil” kelimelerinin -hem de başlıkta- yer alması neye bağlanmalıdır? Şair, 50’li yılların sonlarına doğru dinî metinler mi okumaktadır, dinlerle mi ilgilenmektedir?
Bunu şiirini zenginleştirmek için mi yapmakta, yoksa başka bir amaç mı gütmektedir? Şiirde Akçaburgaz’ın önce övülürken, kısmi bir değişim bahane edilerek, sonra birden kötülenmesi ve yıkıma uğratılması bir çelişki değil midir? Kentli ve aldatmaya meyilli kadınların bile sosyal konumlarına ve düşünce dünyalarına hiç uymayacak şekilde “töreler”e vurgu yapılarak konuşturulması bir dikkatsizlik sonucu mudur? Diğer taraftan Yekta’nın konumu, bilinci ile arkasında durduğu tavır arasında bir uçurum, ciddi bir makas farkı olduğu söylenebilir. Yekta, hikayeye dağılan onca rolü kaldırabilecek, taşıyabilecek adam mıdır?
Şiirde dikkat çeken noktalardan biri de “çoğalma”ya ve “çocuk / çocuksuzluk” durumuna birden fazla yerde işaret edilmesidir. Bu kitaptaki cinsel ilişki, bir zamparalık ilişkisi değildir kuşkusuz. İlhan Berk, Cemal Süreya ve hatta Ece Ayhan gibi yaklaşmaz bu konulara Turgut Uyar.Yusuf peygamber kıssasını okuduğu belli olan şair, Adem kıssasını da kasıtlı olarak yanlış okuyup yorumlar ve insanı tabiattaki yerine bu bağlamda indirmeye çalışır. “Çoğalma” vurgusuyla da insanı gelişmiş uygarlığın baskısından kurtarmaya çalıştığını iddia eder. Bu görüşlerdeki zorlamalar, çelişkiler, tutarsızlıklar üzerinde durmayacağız.
Fakat şiirde dolaylı da olsa aile kurumunun da eleştirildiği söylenebilir. Cinselliği, cinsel deneyimi evliliğe, evlilik kurumuna bağlayan inanç ve anlayışlara bir eleştiri, bir karşı çıkış içermektedir şiir. Bununla birlikte çocuk üzerinden yapılan vurgunun; yenilik, devamlılık, farklı başlangıçlar arama, ölüm korkusunu aşma, yok olma saplantısının üstünü örtme gibi gerekçeleri olabilir. Yeri gelmişken belirtelim. Bu yıllarda evlidir Turgut Uyar. Babadır. Kitabın yayımlanmasından sonra, 60’ların başında üç çocuğunun annesi olan Yezdan Hanım’dan ayrılır şair. Daha sonra Tomris Uyar’la evlenir ve ondan da kendi adını (Hayri Turgut) verdiği bir oğlu olur.
Orhan Veli ve arkadaşları şiire “küçük insan”ı getirmişlerdi hani, II. Yeni şairleri o insanı kimi zaman biraz daha eğlenceli, zeki ve muzip kimi zaman da daha entelektüel, daha derinlikli göstermeye çalıştılar. Dinî değerler ve yaşayış biçimleri budanmış, dünya savaşlarının getirdiği çökkünlük ve bunalım her türlü ahlaki düşkünlüğe de bir kapı aralamış, laik ve seküler bir hayat biçimi her vesileyle dayatılmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılmış, Batı’dan yapılan çevirilerden edinilen bilgi ve yorumlar parça pinçik edilerek edebiyatın üstüne boca edilmiş, zaten içi boşalmış olan gelenekle bağlar büsbütün koparılmış, boşlukta sallanan tipler arz-ı endam etmeye başlamıştır bu dönemde zaten. Maddecilik ve hazcılık derece derece aydınların çoğunu kuşatmaktadır.
Daha önce gelen cinsellik, erotizm anlatıları birden büyük bir yekûna ulaşmıştır bu arada. Bu yöneliş, bu saplantı, edebiyatta büyük bir bataklık oluşturmuştur hatta. Son derece süfli yaklaşım ve anlatımların yanı sıra “kent patolojisi”ni, modern çıkmazları aşmada bir çare olarak görülmüştür üstelik. Ece Ayhan, İlhan Berk, Edip Cansever, Cemal Süreya gibi şairler; yeni bir şiire ve bu arada zaman zaman çoksesliliğe adım attıklarında hep sıkıntılı, hastalıklı, yalnız, bungun yahut uçarı tipler üzerinde dururlar. Halbuki iyiler de, düzgün yaşamaya ve temiz kalmaya çalışanlar da yaşamaktadır bu kentlerde. Onlar da itilip kakılırlar, görmezden gelinirler, bazen eşik mekanlarda yaşarlar. Fakat onları gören, anlayan, anlatan pek yoktur. Cinsellik, yenilmişlik, umutsuzluk, intihar eğilimi ve kirlenmişlik sürekli öne çıkar.
Bunları anlatmaya yönelmek, bir saplantı haline gelir neredeyse. Şiirdeki kamera hareketlidir fakat belli yerlere, kişilere, enstantanelere saplanıp kalma konusunda yeterince korunaklı değildir. Batılı algı ve akımların etkisinden kurtulamayan, gerçekçiliği ve nesnelliği bile sürekli kötü, çirkin, olumsuz ve huzursuz olana yoğunlaşarak anlatan bir eğilim söz konusudur bu yıllarda. Kötülüğün, karanlığın, kirlenmenin, umutsuzluğun ve çürümenin her yere, herkese bir şekilde bulaştığı kabulüyle yola çıkar II. Yeniciler. Kendileri de ona dalmakta, abanmakta beis görmez ve hatta onun bir parçası, onun gönüllü anlatıcısı olurlar. Bir tek Sezai Karakoç kurtarır kendini bu yaklaşımdan; sesini ve çizgisini kısa zamanda bularak, kanona boyun eğmeyerek bambaşka vadilere yönelir.