Turan Koç ile Söyleşi

Turan Koç
Turan Koç

Baştan başlayalım. Biz “İslam medeniyeti” diyoruz. Medeniyet kelimesinin, kavramının, Medine’den geldiği söylenir sık sık. Ama mantık durmuyor: “Medine kelimesi nerden geliyor?” diye sorduğumuz zaman; çok rahatlıkla; dinden geldiğini söyleyebiliriz. Dinin bir anlamı da kendini bağımlı ve borçlu hissetmektir.

İman tecrübesi, estetik bir tecrübedir.

İslam estetiğinin belirgin, biçimsel ve anlamsal özellikleri nelerdir? Tespitiniz bütün dinler ve bütün estetik teorileri için geçerli midir?

Tek soru sordunuz gibi; ama köklü olunca baştan başlamak gerekiyor. Çağrışımları, içerimleri geniş olan bir soru. Bugün aşağı yukarı 5-6 tane medeniyet canlı olarak yaşıyor. Protokol sırasına göre gideyim; İslam medeniyeti, Hıristiyan Batı medeniyeti, Hind medeniyeti, Yahudi medeniyeti vs. Bu medeniyetlerin kurucu kaynakları var; bu kaynakların en başta kutsal kitaplar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Batı Medeniyeti için başka girdilerden de söz etmek gerekir elbette, yani sadece İncil değil: Roma hukukunu, onların düşüncesini anmadan edemeyiz burada; ama bu medeniyetlere bugüne gelene kadar yön veren, hatta hız veren şey, kendi içinde bile ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, eninde sonunda Hristiyanlıktır.

Bu kurucu kaynakların bir yerde bir kurucu, kollayıcı, sürdürücü dili de oluyor. Hatta bir medeniyetin derin gramerini anlamak bakımından, temelde hangi dil ailesine yaslandığı bile yerine göre önemli oluyor. Ârî ve Sâmî (Semitik) diller üzerine yapılan tartışmalarda gördüğümüz budur. Bu temel kaynağın daha iyi anlaşılması, daha iyi yorumlanması için yeni terkip ve sentezlere de gider medeniyet. Kendisini yeniden yorumlar ve yeniler. Çeşitli alanlarda: Sanat, mimari, musiki, düşünce, ahlak, bilim vs…

Zamanın Gözleri, Turan Koç, İz Yayıncılık
Zamanın Gözleri, Turan Koç, İz Yayıncılık

Baştan başlayalım. Biz “İslam medeniyeti” diyoruz. Medeniyet kelimesinin, kavramının, Medine’den geldiği söylenir sık sık. Ama mantık durmuyor: “Medine kelimesi nerden geliyor?” diye sorduğumuz zaman; çok rahatlıkla; dinden geldiğini söyleyebiliriz. Dinin bir anlamı da kendini bağımlı ve borçlu hissetmektir. Eslafımız, ecdadımız böyle anlamış. “Medine” kelimesini kökeni ile ilgili olarak şöyle diyebiliriz: Kur’an-ı Kerim’de iki yerde “medîn” kelimesi geçiyor. “Medin” borçlu olan, bağımlı olan, kendisini bağımlı hisseden anlamına geliyor, “medine” kelimesi bunun çoğuludur. Medine, bizde eski sözlükte “Ümmetü’l-Memlûke” diye anlaşılmış, yani “Melikin, malikin yönetimine evet diyen, Deyyân’ın emrine itaat eden topluluk” anlamında. Şehir demiyor, bir hakikati, tasavvuru hayatla buluşturan toplum anlamına geliyor. Yesrib, Deyyan’ın emrine uyunca Medine oluyor. Kısaca, dinin ilke ve ideallerini hayatla, bizim irademizle, diyanetimiz üzerinden hayatla buluşturan birime, topluma “medine” diyoruz.

Bu Medine’nin bir varlık tasavvuru var. Yani iş ve ilişkilerimiz doğumumuzdan ölümümüze bitmiyor; ondan sonra ne olacak? Veya ben neyim? İçinde bulunduğum dünya, dağlar, taşlar nedir? Varlık tasavvuru bu ve benzeri soruların cevabını bulduğumuz bir kavrayış düzeyi. Bu bizim düşünce geleneğimizde kısaca “vücud” diye ifade edilir. Yani var olma nedir? Vücud varlık değil, var oluş, var olmak, var bulunuş halidir. İkincisi, Kur’an ve düşünce geleneğimiz bilgi olarak neye “bilgi” diyor? Birincisine “vücut,” yani “varlık” dedik; bu konu felsefede ontolojiyle ilgili bir şey. Birincisi bilme, yani epistomoloji ile ilgili. İkincisi de olmak, yani ontoloji konusu. Bilmek ve olmak. “Neyi bilirsem ne olurum?” şeklinde özetleyebiliriz. Veya tersinden, “Neyim ki, neyi bilmem gerekir, ne olacağım?” Bunlar birbirinin içinde anlaşılacak konular.

Bir de değer telakkisi var. Bunların üçü bir dünya görüşünün olmazsa olmazlarıdır; bir medeniyetin oluşumunda, ortaya çıkışında ve tarih içinde yer tutuşunda asıl’ı bunlar oluşturur; usûl de onun çiçekleniş tarzıyla ilgili bir konu. Bunlara idea da diyebiliriz, fikir diyebiliriz, tasavvur da diyebiliriz. Şimdi burada önemli olan, öyle sanıyorum ki şudur: Yanlışlarımız veya algıdaki zaafımızdan birtakım olumsuzluklar ortaya çıkıyor. Kısaca, eğer idrakte zaaf varsa vehim, yanılsama ya da “illizyon” denen durum ortaya çıkıyor. Tasavvurdaki bir zaaftan veya iyi tasavvur edememekten de hezeyan, saçmalama ortaya çıkıyor. O bakımdan, bir medeniyetin (burada medeniyetimizin) dünya görüşünün temelinde yer alan varlık tasavvurunu, bilgi anlayışını ve değer telakkisini gereği gibi anlamak çok önemli.

Dolayısıyla, İslam Medeniyeti, İslam imanı neyse, bu imanın bilgi alanındaki, varlık tasavvuru alanındaki ve değer telakkisi dediğimiz alandaki tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Kur’an-ı Kerim, kendisini açık bir kitap olarak nitelendiriyor ve önümüze ifade etmek istediğim bu konularda belli birtakım tasavvurlar ortaya koyuyor. Kısaca, o bu tasavvurları onun ortaya koyduğu şekilde anlamamızı istiyor. İlk Müslümanlara gittiğimiz zaman bu varlık, bilgi ve değer tasavvuru konusunda müthiş bir kavrayışları olduğunu görüyoruz.

Bu açıdan bakınca, “medeniyet” kelimesini, bu kelimenin ne zaman kullanılmaya başlandığı burada pek önemli değil, Batılı “civilisation” kelimesiyle eş anlamlı kullanmanın hiç de doğru bir şey olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü bunlar, kesişen birtakım yönleri olmakla birlikte, hiçbir zaman aynı şeye delalet etmez ve aynı çağrışımları yapmaz. Keza “uygarlık” kelimesi söz konusu olduğunda da “medeniyet” ile yakaladığınız çağrışımları yakalamanız güçleşir. “Uygarlık” kelimesinden, yani salt kelime üzerinden, dine, Medine’ye gidemezsiniz. Ama “medeniyet” kelimesinden Medine’ye de giderim, dine de, diyanete de. Çağrışımları, akrabaları çok olan bir kavram “medeniyet.” Öyle sanıyorum ki Osmanlı idraki, Batı dillerindeki “civilisation” kelimesini, arz etmeye çalıştığım bu düşüncelerden dolayı “medeniyet” kelimesi ile karşılamış. Yani Kur’an’ın hayat, hakikat, insan, değer tasavvurunu, önümüze koyduğu, telkin ettiği tasavvurun elle tutulur, gözle görülür bir şekilde çiçeklenmesi tarzını ifade etmek için.

Dolayısıyla, İslam Medeniyeti, İslam imanı neyse, bu imanın bilgi alanındaki, varlık tasavvuru alanındaki ve değer telakkisi dediğimiz alandaki tezahürlerinden başka bir şey değildir. Bu bağlamda “telakki” kelimesinin de üzerinde durmakta yarar var. “Telakki”yi şu anlamda kullanıyorum: Bir şeyi her türlü algı ve duyu yetilerimizle, gönlümüzle kucaklamak. Batı dillerinde “reception” kelimesi ile karşılıyorlar bu durumu, bizde yeni yeni “alımlama” deniyor. “Alımlama estetiği” diye de bir şey. Algıdan farklı bir şey. Algı duyularımızla oluyor büyük ölçüde; ama alımlama söz konusu olduğunda estetik nesne ile kendi hayatımız ve hayat anlayışımız üzerinden bir alışveriş gerçekleşiyor.

Burada gönülden kopan veya oraya yerleşen bir şeyler oluyor. Kısaca, “İslam medeniyeti” dediğimiz olgu, çiçekleniş veya gerçekleşiş sözünü etmeye çalıştığım varlık tasavvuru, bilgi anlayışı ve değer telakkisine yaslanan bir gerçekleşişin adıdır. Yani hakikat tasavvuru bir tohum gibi zaman-mekân içinde tezahür ediyor, çiçeğe duruyor ve medeniyet dediğimiz olgu ortaya çıkıyor. Medeniyetimizin tarih içinde aldığı yerin değer ve düzeyini buradan bakınca daha isabetli bir şekilde görebiliyoruz. Elbette bu olgunun başka hallerinden de söz edilebilir. Orası bahs-i diğer.

Peki, bu durumda “diğer medeniyetler” ifadesini mi kullanayım? Diğer topluluklar, başka devletler, düşünceler için de geçerli mi bu tanım?

Elbette, Hıristiyanlık için de geçerli; İncil’in ortaya koyduğu, Pavlus’un ortaya koyduğu, Yunan düşüncesinden, Roma uygulamasından tevarüs ettikleri her şeyin onların telakkisinde yeri var. Tabiî, bunun içerisinde çağdaş düşünce de var. Onlar için de, aynı şekilde varlık, bilgi, değer önemli. Aynı şey Hint Medeniyeti için de geçerli; Hint medeniyetinden Vedalar’ı çıkarırsanız, Budizmden Bagavadgita’yı çıkarırsanız Budizm çöker; yaptıkları mabetleri niçin yaptıklarının bir anlamı kalmaz, hayatın anlamına ilişkin ellerindeki mevcut pusulaları iş görmez hale gelir.

Rafael’in elinden İncil’i alırsanız o resimler, o figürlerin dünyası yerle bir olur… Gerçekten, Hz. İsa’nın sağlığında şifa verici elini, medeniyetin artistik tezahürlerinde sanatçı yapmaya başlıyor; sanatın doğrudan doğruya etkili olduğunu söylerken onun böyle bir şifa verici yönü olduğunu söylemek istiyorum. Bir sanat eseri, mesela şiir, edebiyat, heykel, bütün sanatları kastediyorum, yani sanat eserleri, diyelim ki bu bir Budist sanatıysa Buda’nın sağlığında elinden tuttuğu insanlar için, o insanlarda yaptığını sanat eseri benzer bir şekilde, şimdiki çağımızda icra eder.

Bizden örnek vermek gerekirse, Süleymaniye Camii, sahabenin ortaklaşa birbirinin yankısı olarak oluşturdukları ortamı, havayı, kendi çapında oluşturmaya aday bir eser, bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Kafamda şöyle bir örnek var; hani biz itikatta Maturidiyiz. Ama İmam Maturidi’nin Kitab-ı Tevhid adlı eserini ilahiyat hocalarının bile tamamının okuduğu kanaatinde değilim.

Çünkü bu kitabı okumak için hem belli bir niyet ve karara sahip olmak, hem de belli bir bilgi birikimine sahip olmak gerekiyor. Ama sanat eseri için bu şartlar en az düzeydedir; en azından belli bazı sanat dalları için. Kitab-ı Tevhid varlık ve bilgi anlayışımız açısından son derece önemli olmakla birlikte, sanata göre ona ulaşmanın yolu çok daha uzundur. Sanat onu içselleştirerek, doğrudan doğruya hayatla buluşturur. Yani sanat bir şeyi çırılçıplak, etiyle, kemiğiyle bize daha kolay hissettiriyor; biz bununla özdeşleşiyoruz; sanatın böyle bir özelliği var. Dolayısıyla, bir insana, Farabi’den bir felsefi metin okutuncaya kadar, Mevlana’dan bir şiir okursanız çok daha kolay ulaşırsınız. Hatta, cüretime bağışlayın, bir kitabı okutuncaya kadar, “taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım” türküsünü dinletirseniz gene aynı sonucu alırsınız.

Yani şöyle diyebilir miyiz? Maturudi olmak için Kitab-ı Tevhid’i okuyup hıfzetmeye, hatmetmiş olmaya gerek yok.

Burada şöyle diyebilirim: Sanat eseri bizi hakikatle daha kestirme yoldan buluşturur. Sanat eseri anlatmaz, açığa vurur. Bu bir şiir, bir hikâye, bir resim, bir roman olabilir. Hikaye ve roman da bir poetikadır geniş anlamda. Sanat eseri bir mezar taşı da, bir kalem muhafazası da olabilir; buradaki aklî unsur biraz daha geri planda; ama asla yok anlamına gelmiyor; onu, yani sanatı çok daha geniş, arka plandan destekleyen bir şey; onun dayanağı; onun adeta olmazsa olmazı…

Sanat, anlatılmaz olanın anlatılmazlığını anlatma veya duyurma çabası olarak ifade edilebilir. Bu yaklaşım, günümüze uygun düşüyor hani. Bağışlayın âcizane ben bu işlerle çok uğraştım. Bilimsel açıklama falan filan, alanım felsefe. Bilimin protokol önermeleri ile sanatın dili çok farklı düzlemlerde çalışır. Belki de bu yüzden çağımız çığlık çığlığa. Heidegger bağırdı bir taraftan; varoluşçular bağırdı: “Ne yapıyorsun, ne ediyorsun!?” demeye geliyordu bu çığlıklar. Yani, “Bu sizin dediğiniz gibi değil, siz insanı ve onun idrak alanının çok daralttınız”. 19. yüzyılda insan konuşulmadı ki!... Şimdi sanat eseri o bireysel insanın doğrudan doğruya gönlüne, yüreğine ve tabii ki aklına hitap ediyor. Neymiş efendim, “şiirde, sanatta anlam aranmaz.” İyi de bunu niçin yapıyorsunuz? Sanat sadece vakit geçirmek için mi? Başka türlü de vakit geçirebiliriz. O zaman sanat sadece süs müdür?

Doğrusu, sanatta insanın daha başka, derin katlarına ineriz. “Sen elif dersen hoca. Ma’nîsi ne demektir?” diyor Yunus Emre. Mânâ ve ruh önemli. Yahya Kemal de, “Nâilî söylese bir âlem-i mânâ söyler” diyor, hani. Bizim geleneksel şiirimiz (divan, halk, tekke fark etmez) bu âlem-i mânâ öne alır, adeta onun üzerine kurulmuştur. Sanat eseri, o mânânın surete bürünmesi; ama elbette bu suret, mantık, bilim dili gibi, tümel zorunlu, herkese aynı kırat ve kıvamda seslenen bir dil değil. Eğer sanatta biraz öznellik var ise, bu bir yerde ortak varoluş bilincine açık olan bir öznelliktir: Sanatçı ile sanat eserini telakki eden asıl burada, bu ortak varoluş düzeyinde buluşur.

Sanat, edebiyat bilmeyle birlikte, hatta daha çok, olma ile ilgili. O zaman, ayrıca ve özellikle, olmayı gerçekleştirecek mekanizmaları da sunmmanız gerekiyor insanlara.

Modern sanatın teorik bilgiyi çok fazla öne aldığını, modern düşünce tarafından yapılan estetik tanımlarının algı ve kavrayış biçimlerimizi daralttığını ifade ediyorsunuz.

Evet, o kanaatteyim. Burada genel olarak şu söylenebilir: Şiirde, diyelim, dilin kökenine inmeye çalışıyorlar, atomlarını arıyorlar, ne bileyim bir sürü görüş, kuram: söz edimleri, dil oyunları vs... Hepsi de bir yerde yüzde yüz kesinliği elde etmek istiyor dil ve anlamda… Yüzde yüz kesinliğin sadece matematikte olacağına inanıyorum; ama onun da içi boştur. Onun için matematiğin, geometrinin, mantığın ilave bir bilgi vermediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Cüretimi bağışlayın. Yeni, ilave bilgiyi, yeni girdiyi veren sanattır. Suyu başka bir dil düzeyine tercüme ederek H2O’yu elde ettiniz diyelim. Hepsi bu kadar; yani başka, ilave bir girdi şöyle dursun, anlamda azaltma var. Kısaca, “İnsan H2O’dan yaratıldı.” desem gülersiniz; çünkü H2O bir soyutlamadır, “renk” kavramı gibi bir şey. Renk diye bir şey var mı? Kırmızı nesne var, beyaz nesne var, bunların bu özelliklerine işaret etmek üzere “renk” kavramını üretmişiz.. Bana renk gösterin dediğim zaman gösteremezsiniz, uzunluk gösterin dediğim zaman uzunluğu değil, olsa olsa uzun bir kalem gösterebilirsiniz. Dolayısıyla, mantığın kesin olması işte buradan çıkıyor.

Şimdi sanat eserinin bulduğu veya tasavvuftaki, “vicdanî zevk” dedikleri, varoluşsal kat burada çok farklı bir yerde duruyor. Varlıkla buluşma tecrübesi; dolayısıyla esas girdi orada oluyor. Onun için insanlar vecde geliyor, vücutla buluşuyor çünkü; orada bir erme, erişme ve olma söz konusu. Sanat eseri bunu sağlıyor. O zaman insan bunu, böyle bir tecrübeyi ifade etmenin yollarını arıyor. Ama bu son derece mahrem bir tecrübedir. Bu başkasına aktarılamaz, aynı kıvamda taşınamaz, hatta anlatılamaz. Anlatmak için ister istemez mecaza yöneliniyor, istiareye yöneliniyor. Bu mecazı anlamakla başka bir şeyin farkında olma imkânı elde ediyoruz. Mecaz bir yerde zihnimiz, idrakimiz ve kavrayışımız için bir nevi atlama tahtası oluyor. O istikamette gidersen kendini de anlamış olursun diyor adeta. Biz sanatı işte bu yüzden seviyoruz diye düşünüyorum; ona bunun için ihtiyacımız var.

Modern kuramla ilgili olarak şöyle bir şey diyebilirim: Söylemek istediğim yüzde yüz isabetli olmayabilir; sezgilerimin geçmiş yıllara sarkan telkinlerine dayanarak konuşuyorum. Diyelim ki hemen hemen her üniversitemizde edebiyat fakültesi var; orada şiirin, edebiyatın ne olduğu, Fuzuli’nin Karacoğlan’ın nasıl şiir söylediği/yazdığı öğretiliyor. Bu eğitimden yola çıkarak konuşacak olursak oralardan yüzlerce Fuzulilerin, Yunusların çıkması gerekir. Açık konuşmak gerekirse, bunun böyle olmadığını görüyoruz. Çünkü üniversitelerde, fakültelerde ağırlık bilmeye verilir, olmaya değil. Sanat, edebiyat bilmeyle birlikte, hatta daha çok, olma ile ilgili. O zaman, ayrıca ve özellikle, olmayı gerçekleştirecek mekanizmaları da sunmanız gerekiyor insanlara.

Osmanlıda olmanın ayrıca ocakları, mekanizmaları vardı. Fuzuli’yi Fuzuli yapan damar, su, kanal, öz ne ise, onunla buluşturmadığımız için, “şair, sanatçı çıkmıyor” demeye dilim varmıyor; ama az çıkıyor. İslami ilimlerde, ilahiyat fakültelerinde de buna benzer bir şey oluyor. Söz gelimi teoloji ile din çok farklı şeyler. Teoloji, yani kelam okulları diyoruz, kelamda inanç üzerinde durulur, inanç sistemleri, öğretileri öğretilir. Ona itikadi mezhepler diyoruz, inanç, itikat. İman ise çok daha farklı bir şey; imanda mezhep yok. Ama bu kelam okulları veya teoloji okulları, ekolleri, dinin tefekkür boyutunu, bir nevi aklî zemine oturtuyor, mantıki forma sokuyor. Bunu mantıki forma sokabilirsiniz, hukuk formuna sokabilirsiniz, ne bileyim, katı tanımlar yaparsınız: bu budur, şu şudur gibi. Ama böyle bir dil tek katlı, biraz yalınkat bir dildir. Tanımlar kesindir.

Yani Mutezile’ye göre bu budur, şu konuda şöyle denmiştir, bu böyle yorumlanmıştır falan. Nitekim bu anlamda, kelam ya da fıkıh ağırlıklı tefsir ve mealler yazılmaktadır. Bu çalışmalar, şüphesiz son derece önemlidir. Bunlar gerekli, ama yeterli değildir. Ama imanın derin katlarını dile getirecek, olmanın ne anlama geldiğini ifade edecek, buna uygun bir dille yazılmış tefsirlere de ihtiyacımız var. O zaman daha bütünlüklü bir dil kullanmış oluruz. Buna ihtiyacımız var.

Doğrusu, âyetlerin dili öyle yalınkat, sadece iki boyutlu değil, çok katlı. Âyetler bizim sadece zihnimize değil, gönlümüze, ruhumuza da hitap ediyor. Kur’an’ı okurken anlama, bilme, kavrama, hissetme güç ve yetilerimizin hep birlikte iş başında olması gerekiyor.

Bizim dilimizde, Türkçede üç kelimemiz var: iman, inanç, inanış kelimeleri. “Halk inanışları” deriz, “halk imanı” demeyiz. Hurafe olabilir bu inanışlar. İnanç bilimde de geçerlidir; bilgide de inanç söz konusu; başka türlü yapamazsınız. Ama iman dediğiniz zaman çok daha farklı bir düzeye çıkarız. İmanın, mantıkta olduğu anlamda doğru yanlış, tasdik ve tekzibe açık önermesi yok. Onun dil ve söylemi varoluşsal bir düzeyde işler; çünkü orada kendimiz varız. Orada hayat var, orada akış var, orada oluş var, orada buluş, eriş, kısaca vecd var. Herkesin vecdi de biraz kendine göre olur. Şiir ve sanatta, daha yerinde bir ifadeyle, estetik tecrübede de buna benzer bir durum söz konusu.

Buradan sadede gelecek olursak; bir şiir ya da hikâye, hikâyecinin kendi tecrübesinin, hayat ve hakikat algısının ilk elden yorumudur. Tecrübenin, kavrayışın, hissedilenin kendisi değildir. Duyduklarının aktarımı. Bir şairin şiiri, o neyle buluştuysa onun ilk elden yorumudur. O bir yorumdur, tecrübenin kendisi değildir. Eğer iyi yorumluyorsa, iyi şiirdir. Mevlânâ bulduğunu anında başka bir şeye dönüştürüyor. İşte bu dönüştürme becerisine sanat diyoruz. Yani duyulanın, kavrananın, erilenin sanatçının kendi dili üzerinden tercümesine “sanat” diyoruz. Eskiler buna, bugün bu kelimeyi kullandığımız anlamda “sanat” demiyorlardı; “sanat” yeni bir kavram. Mimar Sinan’a “Sen iyi bir sanatçısın,” desen, “Ne demek istiyorsun? Ben iyi bir Müslümanım,” derdi her halde. Kısaca, beceri anlamında sanat, hüner, marifet, hakikat idrakine bağlı olarak bir şey ifade ederdi. Bir hakikat tasavvuru, telakkisi var; onu mekânda göstermeye çalışmış o.

En önemli fark herhalde bu hocam. İslam Estetiği kitabında da sık sık vurguluyordunuz, aslında modern sanatla, modern düşünceyle, İslam sanatı, İslam düşüncesi arasındaki en temel fark, hatta geleneksel dönem din düşüncesi diyebiliriz, bir taraf bütünlükten yana, hayatı sanatı birbirinden hiç ayırmıyor, diğer taraf parçalayıp neyin ne olduğunu tespit etmeye çalışıyor…

O kanaatteyim. Mesela İslamî estetik kavrayışta böyle bir şey vardır. Bunu Hıristiyan ve Budist estetikler gibi geleneksel dinî estetik kavrayışlara da uygulayabiliriz; bunlarda da, gerekli değişikliklere dikkat etmek kaydıyla, hikmet ya da bilgelik en önde tutulan bir değerdir. Ortaçağ Batı sanat anlayışında “Hikmetsiz sanat hiçtir.” Hikmetsiz sanatın hiçbir değer ifade etmediğine dair bir anlayış vardır.

Hikmet dediğimiz ne? Gerçekten, biz genellikle aldığımız eğitim gereği, yatay nedenselliği göz önünde bulundurarak düşünürüz, yani şu şunu etkiledi falan. Buradan, bundan sanat çıkmaz, bu bilimin öne aldığı bir yaklaşımdır. Aliya İzzetbegoviç’in, Doğu Batı Arasında İslam adlı kitabının ilk bölümünün başlığı, “Darwin ve Michelangelo”dur. Yani Darwin orada tipik bilim adamı, Michelangelo da tipik sanat adamı. Her iki alanın temsil edici şahsiyetleri. Birisinde din, teoloji, felsefe, metafizik var; diğerinde gördüğümüz nesnenin, tabiatın dışında neredeyse başka hiçbir şey yok. Etki-tepki ilişkisi var. Şimdi, bir de dikey nedensellik var; ona illiyet (causality) ilişkisi diyemiyorum; burada bilimsel açıklamadan oldukça farklı bir izah tarzıyla karşı karşıyayız.

Şöyle: Ağzımıza giren bir lokma ekmek, bize gelinceye kadar yüzlerce işlem ve aşamadan geçiyor. Belki tuzu Mısır’dan gelmiştir, bilmem ne gemisiyle, geminin motoru Amerika’da yapılmış olabilir. Bunlar yatay sebeplerdir. Ekmeğin mayası bir başka yerden gelmiş olabilir, fırında pişiren Yozgatlı Ahmet Usta olabilir; bakkal torbaya koyabilir, yani hepsini düşünürsek içinden çıkamıyoruz, sonu gelmiyor. En sonu biz, “Rızk Allah’a aittir,” diyoruz. Burada yatay nedenselliği inkâr etmek akide suçu işlemek olur. Bir Müslüman olarak bunu inkâr edemezsin. Bunu kabul edeceksin, rızkın Allah’a ait olduğu bunu böyle kabul ettikten sonra sahih bir anlayışa ulaşabilirsin.

Bunu çocukluğumuzdan beri biliyoruz, hiç kimse inkâr etmiyor. Bir Müslüman “kader,” “kısmet” dese de hayatını bu anlayışla sürdürüyor. Bakıyorsun, yaşlılar, daha mütedeyyin olduğunu düşündüğümüz insanlar daha çok çalışıyor.

Burada bir şeyi arz edeyim, Mevlana’nın Mesnevi’sinde, yanılmıyorsam birinci cildin daha başlarında aslanla tavşan hikâyesi var. Tavşan ve aslan bir yerde buluşuyor. Tavşan diyor ki, “Bir dağdayım, yediğim önümde, yemediğim arkamda, çalışmama falan gerek yok”. Aslan; “Kesp etmen gerekiyor,” yani “çalışıp kazanacaksın.” diyor. Aslan ile tavşan üzerinden çok ciddi bir teolojik mesele üzerinde duruluyor. Tabiî, ilk bakışta çocuk hikâyesi gibi geliyor. İlerde bir yerde, tavşan ikna olmayınca aslan, “Tamam, yediğin önünde yemediğin arkanda. Peki, bu pençeyi niye verdi o zaman?..”

Şimdi, Mevlânâ’nın çok uzun süren bir medrese tecrübesi var. Fuzuli’nin de Matlau’l-İtikad Fi Marifeti’l Mabda’i Va’l-Maad isimli bir kitabı var. Şunu söylemek istiyorum: Bunlar önce medrese eğitimi alıyor, Fuzuli ve Mevlana’nın şiiri eğer sağlamsa, bu şiirler nihaî anlamda bilgiye dayalı olduğu için sağlamdır. Mevlana 45 yaşından sonra şiir söylemeye başlıyor. (Biz bugün 45 yaşından sonra şiiri bırakıyoruz nerdeyse.) Onlar eğitim alıyor, bilgi. Akif, Süleymaniye Camii’ni anlattığı şiirde “Mâbûduna yükselmek için ilme basan,” diyor… Bilgi anlayışı ve değer telakkisi onun için sanatta önemli diye düşünüyorum.

Evet, sanat eserinin başında da sonunda da telakki var. Sanat eserinin yaşaması bizim telakkimize bağlı. Tabiattaki bir çiçek biz olmazsak da güzeldir; ama biz olmazsak Süleymaniye Camii çok şey kaybeder; hatta öyle ki biz onu telakki etmezsek o var olmaz. Felsefeci Berkeley’in görüşüne benzer bir şey söylemiş oldum. Kısaca, Süleymaniye’nin var olması, bizim onu iyi anlamamıza, iyi özümsememize, iyi telakki etmemize bağlıdır diye düşünüyorum. Eğer dinleyici, seyirci, temâşâ eden; sanat eserlerini kollayıp gözeten olmazsak sanat eseri çıkmıyor. Sanatçı da eserinin yankısını istiyor, vesselam.

Dinin sanatçıdan istediği irfan ve itkandır. Yani yaptığını sağlam, mükemmel yapacaksın, adam gibi yapacaksın; itkandan ayrılmayacaksın.

Akif’in sanat kaygısı çok önde, ama öyle sanıyorum ki hakikat kaygısı daha önde geliyor. Bu anlamda şöyle bir şey söyleyeyim: Kur’an-ı Kerim’de bir ayet var: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bir sürü çevreler, “İslam bilime önem vermiş, ilme önem vermiş,” diyor. Şimdi burada durmak gerekiyor. O günlerde müşrikler, bugün bilgiden anladığımız anlamda daha bilgiliydiler. Okuma-yazma bilen onlardı, şiir yarışması düzenleyen onlardı. İlk sahâbilerin özellikle bir kısmı okuma-yazma bile bilmiyordu. Doğru mu? O zaman Kur’an-ı Kerim; “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” derken ne kastetmektedir. Böyle bir soruyu ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum.

Âyette kastedilen öyle görünüyor ki şudur: Diyor ki, dünyaya baktığınız zaman ve işaretleri gördüğünüz, temaşâ ettiğiniz zaman ibdânın inceliklerini göremiyorsanız, Cemal’in cilvelerini temâşâ edemiyorsanız, onlardan bir ipucu elde edemiyorsanız bir şey bilmiyorsunuz demektir. Burada “bilgi” ya da “bilmek”ten kasıt öyle sanıyorum ki budur. Âlemden, Alîm’e gideceksin. O’na gideceksin. Âlem, yani olgu ve olaylar bütünü bizim için bir alamet, bir âlem; o alameti, işareti ileriye taşıyabiliyorsan âlemi okuyorsun demektir. Kısaca, âyette bilmekten kasıt olanları Olduranla görmektir. Şimdi semboller, bilmem neler çıktı. Bunlar Batı’dan etkilenmenin bir sonucudur. Kur’an-ı Kerim, “âyet,” “işaret” diyor; şimdilerde ısrarla “sembol” deniliyor falan...

Sanat eserinin değerlendirilmesi konusunda da bu hakikat bilgisi önemli mi?

Nailî, “Mestâne suver ü nukûş-ı âleme baktık / her birini bir özge temâşâ ile geçtik” diyor. Burada temâşâ, ruhun temâşâ nesnesinde, tabiatta dinlendirilmesi ile ilgili bir şey. Onunla buluşuyorsan sen âlemle buluşuyorsun demektir. Alemin Alîm’ine gidiyorsun. İşte hakiki sanat buradan doğuyor. “Her olayın bir sebebi vardır”la sanat olmuyor.

Bizim geleneksel sanatımız sanat yapmak için ortaya çıkmış bir şey değil. Dinin sanatçıdan istediği irfan ve itkandır. Yani yaptığını sağlam, mükemmel yapacaksın, adam gibi yapacaksın; itkandan ayrılmayacaksın. Bir şey ne kadar mükemmelse o kadar estetik olur, bediî olur anlayışı var İslamî estetik kavrayışta. Zevk ve haz verir. Bizimkiler, estetik söz konusu olduğunda ibdâyı anlamışlar, bediî olandan Gerçek Bedî’e ulaşmaya çalışmışlardır. Bizim sanatçılarımız Allah’ın yarattığını taklit etmemiş, O’nun yaratmasını taklit etmişlerdir. Kendilerini vahyin geldiği yola ayarlı kılıp, ondan sonra da, “Bunu yaratan ben değilim.” demişlerdir. “Ey hâme eser senin değildir.” (Şeyh Gâlib). Çoğu da altına imza atmaktan bile kaçınmıştır, mahlas kullanmanın altında da böyle bir anlayış olduğu söylenebilir. Adını söylemiyor, Fuzuli, Nabi (yani lüzumsuz, hiç, boş vs.) diyor. Biz burada fazladanız gibi bir duyarlılık.

İman aynı zamanda bediî bir zevktir. İman tecrübesi estetik bir tecrübedir. Bediî tecrübenin sanata dönüşmesi söz konusu olduğunda ibdâ’ya çıkacaksın; eser ortaya çıkacak. Tecelli tekrar etmez; o halde bizim de tekrar etmememiz lazım; değil mi ki her dem yeniden doğarız, her demin havası farklı oluyor.

Genç arkadaşlarım sık sık soruyor, “Hocam, ‘yaratma’ kelimesi kullanılır mı?” diye. “Yaratma” kelimesi bizimle ilgili olarak kullanılmaktadır Kur’an-ı Kerim’de, “Dünyada onun benzeri yaratılmamıştır.” deniyor, İrem’den söz edilen âyette. Kur’an’da yaratmayla ilgili çok daha başka kelimeler de var. Kısaca, “yaratma” kelimesini kullanmada bir beis olmadığını düşünüyorum.

İslam’da sanat, zanaat ayrımı da çok fazla yok yanılmıyorsam.

İslam’da da yok, başka geleneksel kültürlerde de yok. Bu ayrım, sanayi devrimi gelince başladı. Manchester’ın endüstriyel atıkları, Eyfel Kulesi... falan. Demirle gösteriş yapılmaya başlandı bir yerlerde. Sanatta Yunanca “Techne” kelimesi “sanat;” “fen,” “hüner” gibi kelimelerle karşılandı. Kaldı ki “zanaat” kelimesi de “sınâat” kelimesinden geliyor. “Sanat” kelimesiyle aynı kökten. “Semâ’” kelimesinin “semah” olması gibi, “san’at” da “zanaat” olmuş; ikisi de sanat kökünden geliyor. İbn-i Haldun’un, “Medeniyet, yani ümran geliştikçe, sanatlar incelir,” görüşü çok önemli. Yani, sanatla, zanaat arasındaki fark bir incelik, bir zarafet, bir gelişmişlik meselesidir. Şöyle bir şey, araba üreten bir fabrikayı düşünelim.

Burada sanatçı da çalışıyor, psikologlar da çalışıyor, sadece mühendisler çalışmıyor; dolayısıyla neyin görsel olarak daha güzel ve işlevsel olarak daha isabetli olacağına birlikte karar veriyorlar. Tasarımında sanatçılar da var yani. Bir tane üretilse, herhalde yere göğe koyamaz insanlar onu. Evini satsan alamazsın herhalde; ama seri üretim girince işin içine, kitle üretimi, reprodüksiyon dedikleri şey, iş biraz değişiyor. Mesela hanımlar için işin kolayını bulmuşlar gibi geliyor bana. Bir mağazada bir desenden (mesela eşarp) ikincisini bulamanız mümkün değil; o desenden sadece kendisinde olduğu zehabına kapılsın diye, öyle hissetsin diye; bir tane koyuyorlar tezgaha; ama eşi yandaki dükkanda, üst katta. Bizi kandırıyorlar.

Sanatta önemli olan onun sahih ya da sahte olup olmadığıdır, ister yeni ister eski sanat olsun, fark etmez. Bizim kadim, geleneksel sanatımız sahihtir. Hüsn-ü Hat bu sanatın en fazla öne çıkanlarından. Matbaanın bize geç gelmesinde bu sanatın kaybolacağı endişesinin bile yeri olduğunu söyleyebiliriz. Mesajla estetiğin en yüksek derecede buluştuğu bir sanattır. Latin hurufatı ile yazdığımız A, bilindiği gibi, iki üç çöpü çatınca A oluyor; bu yazı ağırlıklı olarak mesaj iletmek için kullanılmış. Ama Kur’an yazısı, İslam medeniyetinin özgün malıdır. Mesaj iletmenin yanında mesajı estetik bir şekilde iletmenin en güzel aracı olmuş; işte fark burada ortaya çıkıyor İslam sanatlarıyla başka sanatlar arasında. Eslaf meydanlara çeşme yapmış.

Diyelim ki Sultanahmet Çeşmesi; estetik var mı? Var. İşe yarıyor mu? Yarıyor. Su içiyorsun kana kana. Bu bir dünya görüşünün dışa vurumu. “Sanatta fayda güdülmez.” Eyvallah. Ama bunların birleşmesi daha iyi olmaz mı? Bunları konuşurken tekrar tekrar başa dönmek gerekiyor herhalde. Maalesef, her şeyi sıfıra indirdik; insanı merkeze koyduk, insanı sadece etten kandan ibaret gördük. İnsanın ufkunu daraltan bir yaklaşım bu. Oysa insan mübarektir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın; “Daire-i idrakimizi daraltmayalım, ilm-u fenni boğmayalım, irfan alanımızı kısıtlamayalım” şeklinde bir sözü var. Modern zamanlarda şuur alanımızın daralması söz konusu, ilimde, mantıkta, tecrübe alanlarında…Bu durum sanatın, edebiyatın tökezlemesine neden oluyor. Sanat ek bir bilgi ya da girdiyi bu geniş alandan devşirir.

Zaman zaman sanatçının, şairin, romancının niçin yazdığı tartışılır. Sanatçı niye yazar? Nuri Pakdil’in “Kalemin Yükü” diye bir yazısını hatırlıyorum. Sanatçı/yazar yükümlü olduğu için yazar. Eğer söyleyecek bir şeyin varsa, yükümlü hissediyorsan yazarsın. Suç ve Ceza sadece vakit geçirmek için yazılmamış, hukuk kitaplarının atladığı, anlatmadığı bir şeyi ele alıyor. Bir cürmün, işlenen suçun müeyyidesi ne olacak, cezayı kim verecek? Yükselttiği şey ‘öbür tarafta Allah yakacak” diye tartışıyor. Ama senin Roma hukukunda polis görürse ceza alıyorsun, görmezse… Hukuku ahlaktan soyutluyorsun. Estetikte de böyle bir şey var. Değilse insanı parçalıyorsun. Sanat bu parçalamaya razı olmuyor; zaten biraz da bunun için var. O bizi kendimizle ve başka şeylerle buluşturuyor. Anlatmak istediği şeyle buluşturuyor, bütünleştiriyor. Tabii, bu da sanatçının becerisine bağlı bir şey.

Klasik nedir?

“Klasik,” kelimeden başlayalım isterseniz, “Belli bir düzeyde kabul görmüş ilkelere uyan, kendi geleneğini oluşturmuş eser vs.” “Klasik” bir de doğrudan doğruya klas, yani sınıfı çağrıştırıyor. Bizde durum çok farklı. Süleymaniye Camisi’ne girdiğin zaman herkesin aynı kubbenin altında, aynı düzeyde olduğu görülür. Sanatta da buna benzer bir anlayış olduğunu görüyoruz. Herkes mihrabın önündedir. Herkes aynı “savaş meydanındadır.” Bu anlayıştan yola çıkılarak, yekpare bir alan oluşturma yoluna gidilmiş.

Konya’daki çok sütunlu camide aynı şey söz konusu. Yani her müminin birbiriyle eşit olduğu fikri var bunun altında. Dolayısıyla, gelenek hakikatten asla vaz geçmemiş. Bu idrakinin tevarüsünde, sürdürülmesinde son derece titiz olmuş. Kur’an’da yeryüzüne varis olmaktan söz ediliyor hani. Bizim klasiğimiz, hakikat idrakine odaklanmış, Kur’an’ın değer tasavvurunu öne alan eserlerdir.

Ne var ki medeniyetimiz kendi dili, kendi sesi ile seslenmekte bugün birtakım sıkıntılar yaşamaktadır. Olan adeta bir ay tutulmasıdır. Böyleyken bile “medeniyetler kavgası”ndan söz ediliyor hani.

Selçuklu camilerini hemen herkes bilir, Süleymaniye Camisi’ni de, Osmanlı camilerini… Konya’daki Alaattin Camisi’nden farklıdır Osmanlı camisi mimari ve form olarak. Ama ikisi de, kendi dönemlerinde kullandıkları malzeme, mürekkep vs. dönemin imkânlarını en iyi şekilde kullanıyorlar, ikisi de aynı hakikate bağlı; ama formları değişik, birbirlerine benzemiyorlar.

Muhabbetin dili sonsuzdur. Eğer bir adam sevgilinin ne olduğunu anlatmış olsaydı, bu iş, söz gelimi, İbn-i Kays’ın şiirinden sonra biterdi. Niye yazılıyor şiir hala?

Edebiyat dünyasından bir örnek istenirse, Fuzuli’nin şiiri ile Sezai Karakoç’un şiirini buna örnek gösterebiliriz. Form ya da biçim açısından baktığınızda aralarında bir benzerlik yok gibi görünür. Ama biraz daha yakından bakıldığında bunların aynı özün sesi olduğunu görürüz.. O gün Fuzulî öyle seslenmiş; bugün Karakoç böyle sesleniyor. Üslubun, sanatçının kişiselliği, bireyselliğinden ayrı olarak, “toplumsallık” diyebileceğimiz bir şeyle de ilgisi olduğunu anlıyoruz böylece. Tecellide tekrar yok. Sanat da dönem ve bölgeye göre tecelli ediyor biraz. Sanatçı tekrarı sevmez; İlle Mevlânâ’nın Mesnevi’si gibi olacak diye bir şey yok. Her yerde, her dönem aynısını yapmak durumunda değiliz. Nitekim Kahire’deki minareler İstanbul’daki minarelere benzemiyor. Ama bunlar aynı hakikate talip ve onu terennüm ediyorlar.

Birkaç yerde söyledim, yazdım: hakikat usandırmaz. Hakikatin dili sonsuzdur. Aşkın dili sonsuzdur. Muhabbetin dili sonsuzdur. Eğer bir adam sevgilinin ne olduğunu anlatmış olsaydı, bu iş, söz gelimi, İbn-i Kays’ın şiirinden sonra biterdi. Niye yazılıyor şiir hala?

Tekrar etmeyelim, bir yerde etmememiz de gerekiyor. Güzelin düşmanı daha güzel olandır ve her dönemin kendine göre bir daha güzeli vardır. Başka türlü söylenişleri vardır. Tekrar edersek sanatçıya hiç yer bırakmıyoruz. Hikâyede, şiirde, mimaride, resimde sanatçının önünün daima açık olduğuna inanıyorum. Bu husus çok önemli, inşallah dâhi sanatçılarımız çıkacak.

Estetik kelimesi her ne kadar yabancı bir kelime olduğu için değil ama kaotik ortamlara kadar uzatılan bir noktası var, her şeyin artık estetize edilmesi söz konusu, buna karşılık korku, şiddet, gerilimin bile estetize edilmesinden bahsediliyor. Buna karşılık bizim İslam sanatında “Allah güzeldir, güzeliği sever” anlayışı var. Bu estetiği çok sık kullanıyoruz ama bu kelimenin kendisine ait dezavantajlarının da üzerinde durarak, neyin estetize edilmesi gerektiği konusuna nasıl bakmalıyız?

İslam Estetiği kitabında girmemişim, yeni kitapta iki yerde girdim bu ya da benzeri konulara. Bizim estetik anlayışımız özseldir. Bunu çok geniş anlamda “nesnel” diye anlayabiliriz; yani belli bir dayanağı vardır. Estetik tecrübeye konu olanla o tecrübeyi yaşayan arasındaki ilişkiyi sürekli gözetir. Başka bir söyleyişle, ağırlık âşıktan çok mâşuk, mahbûb tarafındadır. O bakımdan, “Güzelliğin beş para etmez, bu bendeki aşk olmasa” biraz modern bir şeydir, yenidir. Burada bir yerde güzelliğin izafi olduğu dile getiriliyor, “güzellik benim belirleyeceğim bir şeydir” diyor şair adeta; bu yeni bir şeydir.

İbn-i Arabi’nin bu hususu çok iyi ortaya koyduğunu düşünüyorum. 20-30 sayfalık bir makalesi var. Orada diyor ki, “Allah’ın kitabındaki hiçbir ayet, varoluştaki hiçbir kelime yoktur ki bunun üç yönü olmamış olsun: Kemal, cemal ve celal. İslami estetik anlayışının özü herhalde bu olsa gerek. “Kemal,” diyor, “onun bizzat varlığıdır.” Var olan her şey mükemmeldir. Taş taş olarak mükemmeldir. Var olmak bizatihi iyiliğin ta kendisidir. Var olan her şeyin üç boyutunu ele alıyor. Kemal, Allah’ın sanatında kusur bulamazsın demek. Çocuk üç yaşında mükemmel mi? Mükemmel. 25 yaşına geldiğinde de mükemmel. Kısaca, mükemmellik içinde mükemmelliğe giden bir gelişme. Kemal, aynı zamanda bilgi ile ilgili bir husus; çünkü var olan aynı zamanda bilgimize konu olan şeydir. Diğer ikisi de cemal ve celal yönü: albeni-soğukluk, çekicilik-iticilik, iç açıcılık-sıkıcılık vs. vs. Var olanlarla ilişkimiz bu bakımlardan oluyor; yani estetik nesne ile onu yaşayan arasında sürekli bu türden alış-verişler oluyor.

Şimdi, estetik dediğimiz zaman biz genelde “küçük güzeldir” üzerinden gidiyoruz. Bu Batı’nın bakış açısını veren bir yaklaşım. Elbette küçükte ağırlıklı olarak cemal parlar: “Ah ne şekersin, sevsin ablan seni” falan. Küçük karşısında biz tanrılaşırız adeta. Aynı cümleyi 25 yaşındaki birine söyleyemeyiz; çünkü artık celal (görkem) parlamıştır veya daha baskın hale gelmiştir. O zaman da celal parlamıştır. “Celal” görkem, azamet, ihtişam demektir; daha başka kelimelerle de karşılayabiliriz. Kısaca, Batı estetiği küçükten gidiyor; mesela kadın güzelliğini daha çok vurguluyor. Kur’an-ı Kerim bir ayırım yapmıyor. Ama Yusuf’un güzelliğini de vurguluyor. Yani erkek de güzel. “Kadın güzelliği, erkek görkemi temsil ediyor” diyebilir miyiz? Böyle bir ayırıma gitmenin isabetli olup olmadığından emin değilim. Öte yandan, “Kıssaların en güzeli,” deniyor; kıssa da güzel, ahlak da, sabır da güzel. En azından modern Batı, diyelim analitik gidiyor; bizimki anolojik gidiyor; dolayısıyla Kur’an’a baktığımız zaman küçüğe çağırdığı gibi bizi büyüğe de çağırıyor. Estetik olana çağırıyor ve her yerde estetik olan var. Her yerde Bedî’in imzası. “Gözlerini çevir semaya, bir bak” diyor. İhtişamı karşısında biz küçülürüz. Bunu yapan kimdir diye düşündüğünde kulluğun halesi sarıyor insanı. “Sanat eseri, estetik, kul olma bilincimizde çok önemli bir rol oynuyor.” diyerek bitirelim. Vesselam.